Ağaçlar hışırdayarak karanlığı kıpırdatıyordu. Karanlık tek başına korkutucuydu, hele bir de kıpırdamaya başlayınca daha beter oluyordu.
Kahvaltı boyunca karanlığı düşündüm. Aklıma, açık kalmış banyo penceresinden başını uzatıp çeken kertenkele gelip duruyordu. Bir değil, iki değil, bu hergelenin her seferinde elimden kurtuluşu kanıma dokunmaya başlamıştı. Peyniri, çürük dişimin üzerinde dilimle dolandıra dolandıra, "Ben sana sorarım," dedim. Sırtımda soğuk, buz gibi bir rüzgâr dolaşmaya başladı... "Akşamki karanlık," dedim nefesimi tutup soğuğun geçmesini bekleyerek öpücüğün boynuma dokunmasını bekledim...
Aynanın karşısında gömleğimin düğmelerini iliklerken, "Amma da yakışıklıyım, bütün kızlar yandı," dedim. Saçlarımı tararken, "Tüh! Elimi yüzümü yıkadığımı yazmayı unuttum!"
Yazıyı, üçüncü paragrafın sonuna kadar, büyük bir dikkatle okudum ve "Yok," dedim "imkânı yok. Yüzümün kirli kalmasına dayanamam. Uyandım ve elimi yüzümü yıkadım. Öbür işleri bundan sonra yaptım."
Bir sağ, bir sol elimle saçlarımı tıpışlarken aynadaki suretime hayran kaldım. Kahretsin, çok yakışıklıydım. Tam evden çıkacakken, "Elimi sallasam ellisi," dedim. Evden çıktım. "Amma çok güneş var."
Bir hikâyeyi berbat edecek kadar çok güneş var. "İşte bir hikâyeyi berbat etmek bu kadar kolay," dedim sinirli sinirli. "Elimi sallasam ellisi!"
Aklımdan geçenleri yüksek sesle tekrarlamasam büyük bir dersi kaçıracaktım. Yazıya, "Uyandım. Gözlerimi açıp kapadım. Defalarca esnedim. Zamanı, evi barkı, yatağı yorganı hatırlayıp defalarca sağa sola döndüm. Yataktan çıktım. Banyoda elimi yüzümü yıkarken başım çatlıyordu. Bir de şu kertenkele yok mu, kaç gündür kafasını ezmek için yanıp tutuşuyorum; fakat bu baş ağrısının içinde bir de şu kertenkele yok mu," şeklinde başlasam gün başka türlü akar mı?
Biraz durdum. "Dene bakalım."
Avluyu yüzümde zıplayıp duran uçarı bir gülümsemeyle geçtim.
Birinci evi geçtim, ortada ne bir kız, ne bir kimse; ikinci evi geçtim, kimse yok; üçüncü evi geçtim, dördüncüsünü, bütün evleri geçtim, kimse yok. Şehri boydan boya ikiye bölen ana caddenin başında, bir vuruşmaya başlayacak gözü kara, intikamcı bir savaşçı olarak bir müddet durdum. Ellerimi iki yanıma sarkıtıp açıp kapadım, açıp kapadım. Birkaç kez donumu çektim. Yürümeye başlamadan önce çoraplarımı bir kez daha çekiştirip etime çarptırdım. Etim şıp etti. Bu hareketim çok canımı sıktı. Sahaya çıkarken tozluklarını kontrol eden bir futbolcu resmi düştü kafama. Bu resim çok canımı sıktı. Bütün ciddiyetimin, savaşçılığımın yara aldığını düşündüm. Gene de hazırlık hazırlıktı. Hazırlıklarımı tamamlayıp yürümeye başladığımda, evden çıkarken zıplayan gülümsemeden eser yoktu suratımda.
Ağır ve tok adımlarla yürüyordum. Üstü açık lâstik ayakkaplarım, sakıza yapışmış sinek gibi çırpınıyordu asfaltta. "Havada azametimi bozan bir şey var," dedim bağırarak. Topuklu bir ayakkabının, tahta ya da mermer cinsinden sert bir zeminde tak tak ederek yürüyüşünü özlüyordu kulaklarım...
Güneşe bata çıka şehri bir baştan bir başa geçtim. Arada bir, alnımda biriken terleri silmek bahanesiyle terden alnıma yapışan saçları geriye ittim. Ter, saçlarımı, alnıma ve enseme 404 kere yapıştırınca gevşemiş, benim ne denli inatçı bir savaşçı olduğumu hesaba katmamıştı. Saçlarımdan hiçbiri, 405 kere çekiştirilmeye direnemedi. Her seferinde alnımı açtım. Saçlarımı arkaya attım. Elimi alnıma her götürüşümde, bir kızın güzelliğimden çatladığını hissettim. Canavarın tekiydim; daha iki metre gitmeden en az beş yüz kız çatlatmıştım. Bir de şehri bir baştan bir başa geçtiğim düşünülecek olursa çatlayan kızların haddi hesabı yoktu. "Şurayı bir ölçsem mi kaç metre?"
Şehrin sonuna vardığımda adım atacak dermanım kalmamıştı. Yolun ucuna çöktüm. Dilimi sarkıtıp soludum. "Amma çok güneş var," dedim. Öne doğru kaykılıp, "Futbolcu resmi gitti, köpek resmi geldi," dedim. "Benden de amma köpek resmi olur ha." Diz kapaklarımı emen asfalta, "Bir gören olursa fiyakam bozulur, köpek gibi," birden vazgeçip bir gören olursa elim durgun bir suyun üzerinde kayıp giden bir kuğuydu sanki... Fakat asfalt avuçlarımı yakıyordu. Sıcak, belâ bir sıcak, donumu geçip diz kapaklarımı avuçlamış, bir daha bırakmamacasına sıkıyordu. Kuğu resmi her hamlede bozuluyordu. "Amma çok," dedim tam tepesi kabak kafamı iyice güneşin altına tutarak, "amma sıcak." Bir ışık güneşten kopup gelecek ve kafamı iyice ağırlaştıracaktı. Bir güç, bir güm kafamı avuçlayıp asfalta gömecekti. Sakız gibi. Bastırdıkça içine göçtüğümün asfaltı... "Yüzerek dünyanın dibini bulmak kaç yıl sürer? Denemek istiyorum, kaç yıl sürer?"
"Güzelliğimden geberen kızların lâneti tuttu beni," dedim. Yüzüm siyahtı. Bunu biliyordum, siyahtı ve bunu biliyordum. Geri döndüm. Yürüdükçe şehir benden kaçıyordu. Geri gidiyordum bir düşman kollayarak. O geriledikçe bir çukura düşeçek, benden kurtulamayacaktı; fakat ikide bir donumu çekip durmak illet ediyordu beni. Donum, tamirci çıraklarının donuna dönmüştü. Her zaman hayret etmişimdir bu çocuklara donlarını düşürmeden nasıl yürüyorlar diye. Ayaklarım gıcık ediyordu beni. Biraz sert yürüsem, ayaklarımı sürütmeden, kaldırıp güm etsem sanki asfalt göçeçek yürüsem! Ahşap yıkıldı yıkılacak bir binanın incecik tahta zemininde tüyden ayaklarıyla benden kaçmaya çalışan bir periydi şehir... Fakat her yerden çıkan güneş beni buharlaştırıp durmasa...
Şehri iyice ortaladım. Bütün gücümü topladım. Ya herru edecektim. Dudaklarımda toplanan tuzların yakıcı beyazlığından nefret ediyordum. Hırsla, havlayarak siliyordum dudaklarımdaki tuzları. Şehrin ortasındaki Ulu Cami meydanında birkaç kez düşüp kalktım. Donumu çekiştirdim. Biri yumruk atıp kaçmıştı, evet, böyle olmuştu. Biri bana görünmeden yumruk atıp kaçmıştı, yoksa düşmeme imkân var mıydı? Yoksa ben niye düşeyim ki? Kesinlikle böyle olmuştu. Artık, dizlerimi hafifçe yukarı çekerek lâstikli çoraplarımın etimi şıp ettirmesi filân umurumda değildi. Meydanda bütün gücümle, "Üleeen!!" diye bağırdım, "Yok mu karşıma çıkacak biri!"
Öyle güçlü bağırmıştım ki bütün şehir sesimle dolmuştu, iğne atsan yere düşmez.
Çıt çıkmıyordu şehirden. Kulaklarım, rüzgârın bir yaprağı oradan alıp buraya koyuşunu bile duyardı, çıt çıkmıyordu...
Meydanda biraz daha dikilseydim, üstü açık ayakkaplarıma dönüşen asfaltın içinde kapkara bir heykel olacaktım. Kuşların, geçerken kafasına şeyetmekten bile ürktüğü bir heykel ve kara olacaktım, kapkara.
Hamle ettim yürüyüşümü tamamlamak, başlangıç ettiğim yere bir daha dönmek için yekindim; güneşten kopup gelen ışığı yukarı iterek kafamı kaldırdım, karşıdan, yürüyüşümün başladığı yerden bana gelen bir karaltı seçtim. Her taraftan fışkıran güneş, karaltıyı eğip büküyor, olmadık şekillere sokup çıkarıyordu.
Olduğum yerde şöyle bir döndüm. Ellerimi iki yanıma sarkıtıp açtım, sarkıtıp açtım, "Sonunda," dedim ellerim tutkal sürülmüş gibiydi, açılınca kapanmıyor, kapanınca açılmıyordu. "Şimdi bunun sırası mı?" dedim ellerime defalarca, "Şimdi bunun sırası mı?" Namım iki paralık olmak üzereydi.
Karaltı yaklaştıkça yaklaştı. Her taraftan fışkıran güneşin içinde kıpırdayan bir karanlık geliyordu bana doğru. Donunu tutarak. Ayaklarını biraz sert atsa yer çatlayacaktı. Kor, içimdeki ateş kalıntıları eski günlerden kalan göğsümü yarıp ona doğru çekiliyordu aşktan mı, düşmanlıktan mı belli değildi. "Ayaklarını atarak yürüyor bu?" dedim kulaklarımı kapatarak. "Ayaklarını atarak ve her adımda ayaklarına kavuşarak yürüyor bu?"
Karaltı yaklaştıkça yaklaştı. Her taraftan fışkıran güneş kurşun delikleri açmıştı göğsünde. Bir köpek gibi hırlayarak, "Burda da kimseyi bulamayacağım diye öyle korkmuştum ki," dedi.
Ağaçlar hışırdayarak karanlığı kıpırdatıyordu. Karanlık tek başına korkutucuydu, hele bir de kıpırdamaya başlayınca daha beter oluyordu.