Başka deneyen olmuş mudur bilmiyorum, dilimize İmamın Öldürülüşü olarak tercüme edilmiş olan Barney Desai ve Cardiff Marney ikilisinin kitabını sahneye uyarlamıştık. Galiba 1989 yılıydı. Lise öğrencisiydik. İmamın Öldürülüşü, Yeryüzü Yayınları'nın seksenli yıllardaki öncü yayıncılığının geride bıraktığı çarpıcı kitaplardan biriydi. Kitap, Güney Afrika'da, ırkçı rejim altında ezilen ve melezlerden oluşan Müslüman topluma altmışlı yıllarda liderlik etmiş ve nihayetinde işkence altında can vermiş olan İmam Abdullah Harun'un dramatik öyküsünü anlatıyordu. Abdullah Harun'un yaşadığı yıllarda, Hollanda ve İngiliz sömürgesinin devamı olan bir rejimin varlığı Güney Afrika devletini, siyasi olarak tam anlamıyla olmasa bile sosyo-kültürel olarak Batı'nın bir parçası yapıyordu. İngilizce konuşuluyor, Güney Afrika okulları Batı'daki önemli okullara muadil sayılıyor, bir kıta ve bazı büyük sularla ayrıldığı Batı dünyasına kültürel köprülerle yeniden bağlanıyordu. Bugün bile Cape Town'daki beyazlara ait bir semti herhangi bir Hollanda kasabasından ayırmak mümkün değildir. Batılı yaşam tarzının getirdiği alışkanlıklar siyahilere ve melezlere de egemendi. İmam, böyle bir toplumda, yüzde bir gibi azınlık halindeki ve üstelik eğer bir İslam dünyasından bahsedilebilirse ondan alabildiğine uzak bir topluluğa sesleniyordu. Sempatikti, Arapça bilgisi dikkat çekiciydi, örgütleme yeteneği barizdi, sinemaya meraklıydı ve amatör bir rugby oyuncusuydu. Şimdi tekrar bakınca, bu kitabın sahneye uyarlanmasının çok da zor olmadığını görüyorum ama biz daha çok, kitapta zaten diyaloglar biçiminde verilmiş olan sorgu sahnelerine bel bağlamıştık. Sinsi Binbaşı Genis ile acımasız ve mankafa detektif Spyker'ın, İmam Harun'u sorguladıkları sahnelere.
" HARUN: Aleyhimde bir iddia varsa dava açılmasını istiyorum. Tek başımayım ve bütün sorumluluğu kabul ediyorum. SPYKER: Adi bir yalancısın sen! Foyan meydana çıktı! Alçak bir tedhişçisin! HARUN: Madem öyle neden dava açmıyorsunuz? GENİS: Adları alıncaya kadar dava meselesi yok. SPYKER: Adlar, adi Malay piçi, adlar! HARUN: Hiçbir ad bilmiyorum. Tek başımaydım. GENİS: Buradan özgür bir adam olarak çıkabilirsiniz adları verirseniz; aksi halde içerde tıkılı kalacaksınız, o kadar. SPYKER: Konuşmazsan buradan tabutun çıkar! Seninle oyun oynamaktan bıktık, kara domuz!"
Bütünüyle acemiydik. Sorgucuları oynayan arkadaşlarım, İmam'ı oynayan bu satırların yazarına unutamayacağı dayaklar atmışlardı sahnede. Güney Afrika, "güney" de olsa Afrikaydı ya, İmam dahil bütün Müslümanların siyahi/zenci olmaları o tarihte daha makul gelmişti: Hepimiz simsiyah boyanmıştık. Seksenli yılların Konya'sında sahneliyorduk oyunu. Özalizasyon tamamlanmamıştı; internet yoktu, cep telefonu yoktu, özel kanallar yoktu...Yıllar sonra, İmam'ın resmini görünce, bizim de en az Malay kökenli olan o ve arkadaşları kadar esmer olduğumuzu şaşkınlıkla -itiraf edelim biraz da hayal kırıklığıyla- fark etmiştik.
BİR TANIŞMA
"Kader ağlarını örmüştü" (Yeşilçam repliği)
Birkaç ay önce Cape Town'dan bir aileyi misafir edince, konu bir şekilde İmam'a geldi. Doktorluk yapan altmış yaşındaki Sürur Solomon, İmam'ın kendi hocası olduğunu, Kur'an okumayı kendisinden, görev yaptığı camisinde öğrendiğini söyledi. O tarihlerde bir Müslüman melezin Güney Afrika'da eğitimini tamamlaması neredeyse imkansızmış. İmam'ın temin ettiği bağlantılar sayesinde Kahire'ye giderek tıp eğitimini orada tamamlamış. Yine sanırım o bağlantılar sayesinde sonradan İngiltere'ye gitme imkanı da bulmuş. ("Cumhurbaşkanınız Abdullah Gül'ü, o tarihte Londra'dayken tanıdığımı sanıyorum") "Londra'dayken, İmamın Öldürülüşü kitabının yazarlarından Barney Desai ile görüşmüştüm. Kitabı yazmakla meşguldü. " dedi. "İmam hapisteyken, tuvalet kağıtlarına bazı notlar almış. Bu notlar kitapta kullanılmak üzere Desai'nin masasındaydı." diye de ekledi. Bu notlar, kitabın Sorgu kısmının başında yer alan, yazarların, İmam Harun'un "hapishaneden çıkardığı bir mektup" olarak bahsettiği notlar olmalıydı. Dr. Sürur'la yazgı üzerine söyleştik bir süre. Dünyanın küçüklüğünden, kaderin cilvelerinden, takdir-i ilahiden bahsettik. Derken, bu kez bizim yolumuz Cape Town'a düştü. Abdullah Harun'un ailesinin bir kısmı hala Cape Town'da yaşıyordu. Eşi Halime hanım ve babası öldüğünde henüz altı yaşında olan küçük kızı Fatıma hanım eşi ve çocuklarıyla birlikte oradaydı. Dr.Sürur'un araya girmesi, bir ikindi vaktine verilen randevu bizi Harun ailesiyle buluşturdu. Yirmi yıl önce hiç tanımadan, gerçek ten rengini bile bilmeden canlandırdığım, aylarca kendisiyle meşgul olduğum Abdullah Harun, nihayet kitaplardaki hatıralardan, kelimelerden, harflerden dışarı uğruyor, kanlı canlı ailesiyle karşıma çıkıyordu. Benim için az rastlanır bir buluşma olduğunu söylemem bile gereksiz. Uzun uzun konuşmamıza lüzum yoktu. Şundan bundan bahsediyorduk ama her birimiz aslında içinde yaşadığımız anın gerçeküstü keyfiyetiyle meşguldük. Birbirimize gerçek değilmişiz gibi bakıyorduk. Oyunu sahnelerken, hapisteki kocasına bir türlü ulaştıramadığı yemek ve temiz çamaşırları için üzüldüğümüz Halime hanımın şu an karşımda mütebessim bir çehreyle oturuyor olması gerçek olabilir miydi? Ya da yıllar önce, binlerce kilometre uzakta, bir taşra kentinde kocasını sahnede canlandırmış bu adam ne kadar gerçek olabilirdi? Ya, İmam Abdullah Harun Eğitim Vakfı'nın tanıtım kitapçığını " Onun hatırasının ve hikayesinin, hayatını öğrenenlerce her daim hatırlanmasını diliyoruz. O hayatını, Güney Afrika halkına barış getirmek için adamıştı" diyerek imzalayan kızı gerçek miydi? Bugün Abdullah Harun'un emeklerinin meyve verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Güney Afrika'daki Müslüman nüfus eğitimli, sosyo-ekonomik olarak kudretli ve siyaset meydanında da etkililer. Sanırım Eğitim Bakanlığı dahil birkaç bakanlık koltuğunda müslüman siyasetçiler oturuyor. Okulları var, camileri açık, gıda üreticilerini "helal" sertifikası almaya zorlayabilecek güçteler. Ve...İmam Abdullah Harun'un görev yaptığı camiyi de epeyce genişletmişler.
Birbirimize gerçek değilmişiz gibi bakıyorduk. Oyunu sahnelerken, hapisteki kocasına bir türlü ulaştıramadığı yemek ve temiz çamaşırları için üzüldüğümüz Halime hanımın şu an karşımda mütebessim bir çehreyle oturuyor olması gerçek olabilir miydi? Ya da yıllar önce, binlerce kilometre uzakta, bir taşra kentinde kocasını sahnede canlandırmış bu adam ne kadar gerçek olabilirdi?