· BİR ZAMANLAR BİR İSMET ÖZEL VARDI... / İSMET ÖZEL
(4 Ağustos 2003 - Millî Gazete)
"Yazı yazmak" demiş E.L.Doctorow, "geceleyin araba sürmeye benzer. Önünüzü sadece size farların gösterdiği yere kadar görebilirsiniz; ama bu suretle seyahatin tamamına erersiniz." Bu söze itibar edeceksek, ben de geldim geleceğim yere kadar, bitirdim gezimi. Benim için gazete yazarlığı bağlamındaki seyahat tamamlandı. Bundan sonra gazete yazısı yazmayacağım. Yirmi altı sene önce bir yandan inancıma ortak saydığım kimselere laf anlatmak, diğer yandan geçim derdiyle şoför mahalline bir şekilde oturduğum bu arabayı sürmem için hiçbir ahlâki gerekçe kalmadı artık. Neydi gazete yazısı yazmamdaki ahlâki gerekçe? İslamî siyaset yaklaşımı başını dik tutmak istiyorsa, ona destek olmaktı. Çok önemli ve işlev değeri çok yüksek bir işe giriştiğimi düşündüm. Yıllar ve yıllar boyunca çabalarımı hafife almadım. O kadar ki benden başka bir başka kalemle ikame edilebilecek bir tek satır yazmadım. Devran döndü ve benim niyetlerimle olduğu kadar, benim ciddiyetimle ortamın ahvali arasında herhangi bir irtibat bulunmadığı ortaya çıktı.
Bu sebepten dolayı hakkımda "Bir zamanlar bir İsmet Özel vardı.." denilmesi pek yakışık almaz. Ben ortalıkta dönüp duran işlere, çevrilen dolaplara bulaşmadım. Buna mukabil adı duyulmuş biri haline geldim. Adım elbet gizli kalmayacaktı. Lakin benim hedeflediğim şey adımın yaygınlaşması değildi, varlığımın neyle uğraştığının farkına varılmasıydı. Gazete yazısı yazmaya başladığım günden bugüne aradan yirmi altı yıl üç ay geçti. Sonuç benim açımdan ve benim beklentilerim açısından pek parlak değil. Aslına bakarsanız, sonucun parlaklıktan uzak kalmasını ben istedim. Bidayetten itibaren basın hayatında kendine yer açmak isteyenlerden biri değildim. Eğer nefsanî tatmin söz konusuysa edebiyattaki yerim buna kifayet ediyordu. Üstelik neye emek verdiğimi anlamayan insanların benim adımı ağızlarına almalarından oldum olası büyük bir rahatsızlık duyarım, ilk yazımda dedim ki kitle iletişim araçları vesilesiyle yazı işine giren bir Müslüman'ın vazifesi dikkate değer şeyler yazmak değil yazdıklarıyla dikkatlerin Kur'an-ı Kerîm'de yoğunlaşmasını sağlamaktır.
Dikkatler benim yazdıklarım vesilesiyle Kur'an-ı Kerîm'de yoğunlaştı mı? Hayır, hiç öyle olmadı. Meseleye "itibar" açısından bakarsanız yirmi altı senelik gazete yazarlığım pek parlaktır. Meseleyi önümüze "hakikate yönelmek" hassasiyetiyle koyarsak ortada tam bir fiyasko vardır. Demek ki girdiği yazı işinin altından kalkamamış bir Müslüman sayılırım. Neden? Şimdiye kadar elimden, dilimden ve sair azalarımdan ne kadar gavurluk (!) sadır oldu ise hepsinin bir alıcısı çıktı. Gel gelelim, Türklüğüme müşteri bulamadım. Bu başarısızlığı devam ettirerek daha çok rezil olmaya katlanamam. Şimdiye kadar gazete yazarlığı dolaylarındaki işi kovalamamın sebebi sabır göstermemdi. Sabır dediğimiz şey sonu olan bir şeydir. Zamanı gelince sabır taşar. Belli şartlar oluştuğu halde sabrı taşmayan insan eğik bir boyunla ve mağlubiyetle yaşamayı seçen insandır. Artık siyasete dair yazı yazmayacağım. Yazdıklarım hakkında her gün biraz daha battıkları cehaletten aldıkları cesaretle mülahazalarını beyan etme hevesine kapılan kimselere söyleyecek sözüm yok. Onlara artık tahammül edemiyorum. Şimdiye kadar kendilerine gelmelerini, kendilerini bilmelerini ümit ettim. Ümidim boşa çıktı.
Kendini bilenin rabbini bildiği gerçeği bizi aynı zamanda rabbini bilenin kendini bildiği gerçeğine götürmez mi? Hayır, götürmez. Giderek tersi olma ihtimali yüksektir, yani rablerini bilmeyi öne alan kimseler kendilerini unutma akışında ilk sırayı doldururlar. Dikkat edin, "r" harfini büyük yazmadım. "Rabbim Allah, kitabım Kur'an" diyenleri ortamdan ayrı tutuyorum. İçinde yaşadığımız çağ İslâm'ı arayanların onu ancak kitaplarda, Müslümanları arayanların onları ancak mezarlarda bulabildiği bir çağdır. Hal-i hazırda kimin terbiyesi altında bulunuyorsak (bir zamanlar bulunmuşsak değil) rabbimiz odur. Demek ki ne ile terbiye edildiğimiz hakkında edineceğimiz her malumat rabbimizi tanıma yönünde bir miktar ilerlememize sebep olacaktır. Terbiye edeni de terbiye eden vardır diye düşünmekten kendimizi alamayız. En iyisi bir başkasının terbiyesi altında olmayanın terbiyesi altına girmektir. Demek ki kültürün kökeni bizi ilk elden ilgilendirir. Buradan kalkarak aldığımız terbiyenin Türklüğümüzün derecesini de belli ettiğinin farkına varırız. Türkiye'de yaşayanların ne kadarı Türk'tür? Siz bu soru üzerinde düşüne durun. Ben sizin durduğunuz yerden tedirgin oldum, başka yere gidiyorum.
· 'BENİ ANLAMADILAR' / HABER: ÖMER ÇAKKAL
(8 Ağustos 2003 - Yeni Şafak)
Gerçek Hayat'ın 26 Mayıs'ta çıkan sayısında Cuma Mektupları'nı sonlandıran İsmet Özel, geçtiğimiz Pazartesi günü de Milli Gazete'de kaleme aldığı makale ile gazete yazılarına son verdi.
Milli Gazete yazarı İsmet Özel, geçtiğimiz Pazartesi günü yayınlanan son yazısı ile gazete yazılarına son verdi. 26 Mayıs'ta Gerçek Hayat dergisindeki Cuma Mektupları köşesine veda eden İsmet Özel, bu seferki son'u; "Yirmialtı sene önce bir yandan inancıma ortak saydığım kimselere laf anlatmak, diğer yandan geçim derdiyle şoför mahaline oturduğum bu arabayı sürmem için, artık hiçbir ahlaki gerekçe kalmadı" cümleleriyle anlattı.
Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun olan ve yazı hayatına atıldığı günden bu güne birçok gazete, dergi ve mecmuada yazan İsmet Özel, 1970'li yılların ikinci yarısından itibaren geçirdiği fikri dönüşümün ardından İslamcı çevrelerin kanaat önderleri arasına girdi. Bu tarihlerden itibaren şairlik kimliğinin yanına yazarlık serüvenini de ekleyen Özel, pekçok dergide yazdı. Son olarak haftalık Gerçek Hayat dergisinde Cuma Mektupları adıyla makaleler yazan İsmet Özel, özellikle 'Türkçülük' konusunu işlediği son yazılarında zaman zaman dergi okurundan tepki aldı. Cuma Mektupları'nı aynı dönemde kitap olarak yayınlayan Özel, derginin 26 Mayıs'ta yayınlanan sayındaki şu cümlelerle vedasını duyurdu: "Yazacak şey bitmemiş olsa bile, artık ortada yazılacak 'yer' kalmadı. Benim için daha çok dikkat çekmek suretiyle daha çok yanlış anlaşılmaya tahammül etmenin sınırını artık geçtim."
Geçtiğimiz yıllarda Yeni Şafak gazetesinde de okurları ile buluşan Özel, Gerçek Hayat'taki vedasının ardından iki ay daha Milli Gazete'de yazmayı sürdürdü. Geçtiğimiz Pazartesi günü kaleme aldığı manifesto gibi bir makaleyle 26 yıldır sürdürdüğü gazete yazarlığı serüvenine nokta koyduğunu duyurdu.
Şoför olmak, yolcu olmak..
İsmet Özel'in siyasi yazılar diye tarif ettiği gazete yazarlığından kopuşu, ilginç yorumları da beraberinde getirdi. Yazarın, Milli Gazete'nin özellikle son dönemde izlediği politikadan duyduğu rahatsızlıktan ötürü ayrıldığı ileri sürülen görüşlerden biri. Bir başka görüş ise Özel'in, Yusuf Kaplan'ın Umran'dan ayrılış gerekçesi olan 'söylediklerine karşılık bulamaması' sorununu yaşadığı yönünde. Ancak İsmet Özel yazısının ilk cümlesinde belki de tartışmaların önüne geçmek için ayrılık nedenini kısaca şöyle anlatıyor: "Yazı yazmak" demiş E.L.Doctorow, 'geceleyin araba sürmeye benzer. Önünüzü sadece size farların gösterdiği yere kadar görebilirsiniz; ama bu suretle seyahatin tamamına erersiniz.' Bu söze itibar edeceksek, ben de geldim geleceğim yere kadar, bitirdim gezimi. Benim için gazete yazarlığı bağlamındaki seyahat tamamlandı. Bundan sonra gazete yazısı yazmayacağım."
İsmet Özel makalesinde, yazı serüveninin başladığı tarihten bu yana, şoför olmanın getirdiği zorunlulukla yalnızca kendi yazdıklarını dikkate alabildiğini, gazete yazarlığı serüvenine son vererek artık her tarafı rahatça görebileceğini ifade ediyor. Usta şair, kendisini anlamayanlara kırgınlığını, "Ben sizin bulunduğunuz yerden tedirgin oldum" sözleriyle ifade edip, yazının son cümlesinde başka yere gideceğini duyuruyor.
"Beni anlamak isteyen çaba sarfetmeli"
İsmet Özel daima sözünü ince eleyip sık dokuyarak, sözün mâna ile buluşmasındaki şiddeti en etkili haliyle ayarlayarak yazdı. Oldukça ağır bir dille kaleme aldığı makalelerini anlamakta güçlük çekip, 'Ne var sanki daha açık yazsanız" diyenlere, "Ben anlatmak için büyük çaba sarfediyorum. Anlamak isteyen de azıcık kendini yorsun" diyerek cevap veren Özel, yaptığı işe verdiği önemi son yazısındaki "O kadar ki benden başka bir kalemle ikâme edilebilecek tek bir satır yazmadım" diyerek ortaya koydu.
'TÜRKLÜĞÜME MÜŞTERİ BULAMADIM'
İsmet Özel son yazısında, içinde yaşadığımız çağı, İslâm'ı arayanların onu ancak kitaplarda, Müslümanlar'ı arayanların onları ancak mezarlarda bulabildiği bir çağ olarak niteliyor:
Neye emek verdiğimi anlamayan insanların benim adımı ağızlarına almalarından oldum olası büyük bir rahatsızlık duyarım. İlk yazımda dedim ki kitle iletişim araçları vesilesiyle yazı işine giren bir Müslüman'ın vazifesi dikkate değer şeyler yazmak değil yazdıklarıyla dikkatlerin Kur'an-ı Kerîm'de yoğunlaşmasını sağlamaktır. Dikkatler benim yazdıklarım vesilesiyle Kur'an-ı Kerîm'de yoğunlaştı mı? Hayır, hiç öyle olmadı..
Demek ki girdiği yazı işinin altından kalkamamış bir Müslüman sayılırım. Neden? Şimdiye kadar elimden, dilimden ve sair azalarımdan ne kadar gavurluk (!) sadır oldu ise hepsinin bir alıcısı çıktı. Gel gelelim, Türklüğüme müşteri bulamadım. Bu başarısızlığı devam ettirerek daha çok rezil olmaya katlanamam.
Yazdıklarım hakkında her gün biraz daha battıkları cehaletten aldıkları cesaretle mülahazalarını beyan etme hevesine kapılan kimselere söyleyecek sözüm yok.
· İSLAMİ KESİMİN ÖNCELİĞİ: ÇIKAR / RÖPORTAJ: AHMET TULGAR
(10 Ağustos 2003 - Milliyet)
İslami kesim, AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte yozlaştı. Başını örten kızların bir kısmıyla göbeklerini açan kızlar aynı amacı taşıyorlar.
Cemal Süreyya, İsmet Özel için şöyle bir şey söylemişti: "İsmet Özel'den solcular vazgeçemedi, sağcılar da bir türlü tam sahiplenemedi." Evet, Türkçenin en büyük şairlerinden İsmet Özel, 1975 yılında, o güne kadar ön saflarında yer aldığı soldan kopmuş ve İslami harekete katılmıştı. İslami kesimin,Özel'i sahiplenme sürecindeki tereddüdü bir süre sonra ünlü şairin bu kesimin yıldızı haline gelmesi, getirilmesiyle sona erdi. Özel'in şiiri ise değişmemişti, hâlâ her yazdığı şiir laik gazetelerde de tam sayfa haberlerle duyuruluyor ve okurlarını heyecanlandırıyordu. Ama Özel, bir yandan da günlük, ideolojik yazılara başlamış, İslami kesimin en önde gelen teorisyeni halini almıştı. Bu tam 26 yıl sürdü. Özel'in toplantıları tıklım tıklım dolu salonlarda, rock konserlerindeki gibi bir hayranlık isterisi eşliğinde gerçekleşiyor, onun dizeleri ve davudi sesinden etkilenen birçok genç, kendine İslami mücadele içinde bir anlatı oluşturma kararı alıyordu.
Ancak İsmet Özel, geçen hafta pazartesi Milli Gazete'de yayımlanan "Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı" başlıklı yazısı ile İslami hareketle bağlarını fiili ve ideolojik olarak kopardı. Bu karar Türkiye'nin entelektüel dünyasında tam bir şok etkisi yaptı. Şair, bu konudaki ilk ve son röportajını Milliyet'e verdi. İşte, Özel'in çarpıcı açıklamaları:
'Sıkıştıklarında vazgeçiyorlar'
Türkiye'de Cumhuriyet'in neye dönüşeceği sorusu 60'tan sonra sosyalizm olarak cevaplandırıldı. Bu cevap 80'den sonra İslamiyet oldu. Çoğunlukta olan okuryazar insan birinci aşamada, "Sosyalizm gelecek madem, benim payıma ne düşer, ne vermeliyim bunun için? Sosyalizm gelecek madem, ben buradaki yerimi nasıl elde etmeliyim?" düşüncesiyle hareket etti. İşler bu entrikayla yürüdü sosyalist hareket içinde yani.
Ve sonra aynı şey İslamiyet için de söz konusu oldu. Ama bir farkla: "Bu devlet bir İslam devletine dönüşecek madem, o halde benim payıma ne düşüyor, ben ne yaparsam bu işler daha iyi yürür?" sorusunu kimse sormadı kendisine İslami çevrelerde. İslamcılar, sadece "Madem bu devlet İslam devleti haline gelecek, öyleyse ben nereyi kapatayım da, güme gitmemeyim?" düşüncesiyle hareket ettiler. İslamcıların, sosyalistlerden farkı şuydu: Sosyalizm, Batı'nın vicdan azabıdır. İşin içine vicdan girince mesele biraz değişiyor. Şüphesiz ki o zaman bina etme, binaya harç taşıma işi daha acil, daha zaruri bir şey oluyor.
Ama İslamiyet söz konusu olduğunda bir mirasyedilik durumu oluyor. Türk toplumunun kültürel değeri zaten İslamiyettir. O yüzden de İslami siyaset yapan insanlar hazır bir şeyi kullandıkları ve bu yüzden de sosyalistler gibi harç taşımak zorunda olmadıkları için bu hareketi bir yerinden yakalayıp kullanmakla geçirdiler vakitlerini. Aynı bugünkü felaket AKP yönetiminin yaptığı gibi.
Sosyalistler mücadelelerinde büyük sıkıntıya girdiler, öbürleri ise sıkıştıklarında hemen "Tamam, ben savunmuyorum, zaten bu İslamdır" deyip bırakıyorlar. Sosyalistler, İslamcılardan daha samimiydi. İslami hareket, sadece pastanın peşinde.
'İnsanlara konum teklif ediyorlar'
İslami kesimdekiler benim kendilerine benzediğimi sanarak gurur duydular. "Bak, kömünist şair de bizim gibi oldu" dediler. Bu bana bir yıldızlık sağladı. Ama bu aynı zamanda benim ne dediğimi anlamama şartlarını da yarattı. Oysa ben İslamı onların şartlanmalarından bağımsız olarak öğrendiğim için 12'den vuruyordum hep. Ben onların korunma mekanizmalarına ihtiyaç duymadığım için asıl meseleye yöneliyordum. Ben, İslami hareket içinde çok prestijli ama söylediği kulak arkası edilen bir adam olarak yaşadım. İslami kesimde birtakım şeyleri kullanıp sivrilmek soldan çok daha kolaydır. Çünkü Necip Fazıl'dan beri bir tek adamlık, bir üstatlık mertebesi olmuştur bu kesimde. Ve isim sahibi olan insanlar, gizli ve açık olarak buna oynuyorlar. İslami kesimde insanlara asıl meseleden uzaklaşmaları karşılığında birtakım konumlar teklif ediliyor. Ve sonuçta da işte AKP oluyor.
'AKP pastanın peşindeydi, kaptı'
AKP'liler pastayı kapmak isteyen insanlardı. Ve kaptılar da. Kapmak istedikleri şey pasta olduğu için krema da bende olduğu için benim kitaplarımla dolaşmaya başladılar. Bana katılmam için teklifte bulundular mı? Hayır. İsmet Özel'e teklif edilmez çünkü. "Nasıl olsa kabul etmez" diye düşünülür. Ve "Ya, kabul ederse" diye korkulur. Kanal 7'de üç sene program yaptım, bant yayına geçtiler ve "Biz canlı yayında sizden korkuyoruz" dediler. Ben bugün en hafifinden şunu söyleyebilirim ki, AKP'liler içten pazarlıklıdır. Çok daha ağır şeyler söylenebilir tabii. (Bu sırada konuştuğumuz kafenin önünden göbeği açık, derin göğüs dekolteli bir genç kız geçiyor. İsmet Özel, onu işaret ederek sürdürüyor konuşmasını.) Başörtülü kızların bir kısmı bu. Amaçları bu yani. Göbeklerini açan kızlarla aynı amacın peşindeler başlarını örterken.
'İslamcı kesim artık yozlaştı'
Şimdi artık gazetelerde ideolojik yazı yazmayacağım için çok rahatlamış durumdayım. Ben, hayatımı İslami ölçüler içinde düzenlemiş olmaktan pişmanlık duymuyorum. Ama ben bunun bir de yanımda, yöremde benim gibi yaşayan insanlar olması durumunda güzel olacağını düşünerek yaptım. Eğer bende şimdi bir rahatsızlık oluyorsa, bunun nedeni budur. İnsan, kendini biraz soyutlanmış hissediyor. İslami kesim, AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte yozlaştı, kelimenin tam anlamıyla yozlaştı. Artık, İslami kesimde bütün öncelik fakirler için de, zenginler için de çıkar hesabında. Gariptir, nezaket bile kayboldu.
'Ben edebiyatın hasını yaptım'
Ben, edebiyatı hep has, tamamen dünyevi endişelerden arınmış bir çerçeve içinde değerlendirdim. Benim için edebi üretim, o işi dünya ölçüsünde iyi yaptığını göstermekle eşanlamlıydı. Ama benim şiire başladığım yıllarda, yani 60'larda, Türkiye'de edebiyat "Acaba, gerçekten Türkiye'yle ilgili bir yeni endişeye bulaşmalı mıyım?" sorusunu sordu kendisine. Ve sosyalist hareketle bağlantılandırdı kendini. Ben de sosyalist harekete katıldım ama ben Türk edebiyatı için yeni bir şey de yaptım: Devrimci şiir yazdım ve bu yine de şiirdi. O zamana kadar edebiyatçılar Türkiye'de "Sol tandanslı edebiyat sol değerler dışında edebiyat olarak ne taşır?" sorusunu cevaplandıramıyordu. Benim şiirimle beraber bu soru cevaplanmış oldu. Benim edebiyatta yaptığım bu dönüşüm daha sonra bir aşama daha geçirdi. Benim kendimi 1975 yılında Müslüman olarak adlandırmamla birlikte eski arkadaşlarım da dahil olmak üzere birçok insan "Artık şiir yazamaz. Ne yazacak ki; oldu gerici!" dediler. Ama yeni kitabım çıkınca insanlar baktılar ki, "Adam hâlâ şiir yazıyor." Çünkü ben hangi sebeplerle sosyalist olduysam, aynı sebeplerle Müslüman oldum.
· 'İSMET ÖZEL ASLINDA HİÇ DEĞİŞMEDİ' / HABER: BELMA AKÇURA
(11 Ağustos 2003 - Milliyet)
Şair İsmet Özel'in İslami çevrelere ağır eleştiriler yönelterek bu camiadan kopuşunu sol görüşlüler, "O aslında hiç değişmedi" diye açıkladı. Bazı İslami çevreler de kararı ve yönelttiği eleştirileri "haklı" buldu.
Sol hareketten 1975'te koparak İslami harekete yönelen şair İsmet Özel'in bu kez de İslami çevrelere ağır eleştiriler yönelterek bu camiadan kopuşu farklı yorumlandı. Eski Fikir Kulüpleri Federasyonu'nun da yöneticilerinden olan şair Özel'in önce soldan, sonra İslami hareketten kopuşunu sol görüşlüler, "O aslında hiç değişmedi" diye açıkladı. Bazı İslami çevreler de bu kararı ve yönelttiği eleştirileri "haklı" buldu.
Hüseyin Ergün (Eski Fikir Kulüpleri Federasyonu'nun ilk Genel Başkanı): "İsmet aslında hiç değişmedi. İsyancı tavrını hep korudu; sosyalist iken de dindar iken de aynı isyancı tavrını hep sürdürdü. Onun isyanı insan değerlerinin hiçe sayılması insanın incitilmesi ile ilgili. Ben İsmet'in İslami hareket içerisinde arılığı, duruluğu, içtenliği bulamayacağını biliyordum. Yine de islami hareketin içerisinde bulunması uzun sürdü diye düşünüyordum ama böyle olacağını da biliyordum. Bu kopuşu ve eleştirileri İsmet'in isyancılığına ve dobralığına uygun bir davranış. İsmet'i yine birşeyin içerisinde olursa insanın incitilmesine karşı akımların içinde görmek mümkün olur. Öyle bir gidişin içinde olur diye düşünüyorum."
Veysi Sarısözen (Eski Fikir Kulüpleri Federasyonu yöneticisi): "İsmet benim çok eski arkadaşım; 1960'lar da o Fikir Kulüpleri Federasyonu'nda yönetici iken ben de federasyonun sekreteriydim. Yurtdışında iken İsmet'in mistik bir dünyaya yöneldiğini duyduğumda bu bana tuhaf gelmedi. Çünkü İsmet'in politik yaşamını belirleyen şiir dünyası. Bence zaten şiir sanatında mistik bir yan var her zaman. İsmet şiirleriyle, şiirdeki mistik öğeyle tutarlı olmaya çalıştı. Dolayısıyla bu durum onun o çevreye kaymasını doğal kıldı. Ancak onun düşündüğü mistik dünya, şiir dünyasının içinde var. Politik hayatın içine girdi ve bu kez de İslami politik çevre onun şiir dünyasıyla çatışmaya düştü. Sanırım İsmet hiçbir zaman politikacı olamayacak. Onun yeri kendi şiir dünyasının içinde, başka bir yerde yeri yok."
'Yerini koruyor'
Abdurrahman Dilipak (Vakit Gazetesi Yazarı): "İsmet Özel'in eleştirisi, yozlaşma üzerine. Türkiye Müslüman bir toplum, ancak büyük bir bölümünün hayatında İslamın etkisini göremiyorsunuz. Bu bir gerçek. Dolayısıyla burada İslam'a ve gerçek anlamda Müslümanlara yönelik bir eleştiri yok. Müslüman kesimdeki yozlaşma, yabancılaşmaya karşı bir eleştiri var. AKP'yi eleştirirken de, bu yozlaşmış kesimin rant kaygıları ile AKP'ye yöneldiğini ve AKP'nin bu kesimi temsil ettiğini söylüyor. Benzer eleştirileri Mehmet Akif'in Safahat'ında, ya da Muhammed İkbal'in şiirlerinde de görebilirsiniz. Şevket Eygi de benzer eleştiriler getiriyor. Yoksa Müslüman kimliğe genel bir eleştiri yok. İsmet Özel bir şair. O yerini koruyor."
'AKP hakkındaki değerlendirmeleri çok önemli'
Afet Ilgaz (Milli Gazete yazarı): "İsmet Özel gibi önemli bir şair ve yazarın samimiyetinden şüphe etmek de değerlendirmek de bana düşmez. Özel'in Milli Gazete'den ayrıldığını belirttiğinin ertesi günü, duyduğum üzüntüyü kendi köşe yazımda dile getirdim. Özel'in 'Türklüğüme bir müşteri bulamadım' sözleri gerçekten çok önemlidir. Çünkü bizi Türk olduğunu söylemekten adeta çekinir hale getirdiler. Türklüğe sahip çıkanlar da müslümanlığımızı anlayamadılar. Yani bu konuda büyük bir oyuna getirilmiş bulunuyorduk. İsmet Özel'in düşüncelerine derin bir saygı duyuyorum. Kendi hesabıma konuşursam sosyalist iken de, müslüman iken de aynı samimiyeti taşıdım. Ayrıca Özel'in AKP hakkındaki değerlendirmelerini de son derece dikkate değer ve önemli buluyorum."
· İSMET ÖZEL VE NEZAKET / NEVVAL SEVİNDİ
(12 Ağustos 2003 - Zaman Turkuaz)
İsmet Özel'i yıllar önce TRT 2'de yaptığım bir programa çıkardım. İlk kez devlet televizyonuna çıkıyordu ve bir yığın kuşkuyu atlamak zorunda kalmıştım.
Yaptığımız söyleşi tam bir şiir ziyafetiydi. Tadı damakta kalan lezzette bir şairin dünyasıyla tanışmanın keyfini yaşamıştık.
Şiiri ve kendisi ile olan tanışıklığım nedeniyle geçen gün yaptığı röportajda tek cümle beni vurdu: "Gariptir, nezaket bile kayboldu."*
İslamcı kesimin eleştirisini açık yüreklilikle yapması tebrik edilmeli. Bizde bir gruba, klana, çeteye yaslanmayan aydın yok denecek kadar azdır. İsmet Özel, gerçek bir aydın yalnızlığına sahip ve bundan korkmuyor. Gerçek bir aydın olarak kendine özgü duruşu var. Bu, onu cesur ve bildiğini söyleyen konumda tutuyor. "Aman, kol kırılır yen içinde" ya da "arkadaşımızdır şimdi dursun" gibi saçmalıklar onu ilgilendirmiyor. Doğu ve Batı medeniyeti farkını yazarken bunu belirtir zaten: "Batı medeniyeti kendini Prometeus olarak gören aydınların eseridir. Bilimi de "ateş hırsızlığı" olarak anlar."**
İslamcıların da, solcuların da zaman problemi var ayrıca. Solcular uzun yıllar "1917"de yaşadılar. Bu hayali zamanlar İslamcılar için de geçerli. Hiç bugüne gelemeyen bu insanların teori oluşturması da mümkün değil.
Alev alev yanan ve topluma bu yangınını taşıyan aydına hasret bu topraklarda özeleştiri zaten yapılmaz, eleştirene de hayat hakkı tanınmaz.
İslamcı kesimin yozlaşması, çıkar hesapları, popülist örtünme eğilimleri, gösteriş merakları, koltuk bulunca şişinmeleri, iktidara sövüp yer bulunca sevinmeleri de beni pek etkilemiyor aslında. Bu toplumun bir parçası olan İslamcıların diğer bütünden farkları olmadığını çok iyi biliyorum. Şekil değişikliği de hiç mi hiç beni ilgilendirmiyor. Onların din deyince genç yaşlı demeden cemaat kurallarına uymayı anladığını, sadece görünür olanla ilgilenmesini eleştiren İsmet Özel, İslami yaşam kurallarına uygun yaşayan çevre bulmakta zorlanmış. Çünkü farklı söyleyip farklı yaşayan insanların neye inandığını çözmekte güçlük çekmiş.
Beni vuran cümle, "Gariptir, nezaket bile kayboldu" hırslı gençleri, onlardan hırslı yaşlıları arkasına almış güruhları deste deste getirdi önüme serdi. "Senin burada çalışanlardan ne farkın var?" diyen nezaket yoksunu cahil cühela geçti gitti gözlerimin önünden.
Oysa eski tasavvuf ehli toprağa bile yumuşak basarmış, toprağın başı (zemin) rahatsız olmasın diye. Hangi ruh ikliminde olan adam "İslamcı"dır? İslamcı sadece tesettürlü bir eş, beş vakit namaz ve yılda bir ay tutulan oruç demek mi? Nefis terbiyesinde hiç yol almamış, kompleksi taşmış, yalan söyleyen, arkadan konuşan, dedikodu yapan, iktidarsever ve terbiye kurallarını sadece üstlerine layık gören insana ne denir? Bu insanın nerede olduğunun ne önemi vardır?
"Haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanla ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye" diyen İsmet Özel, nasıl bu kayıtlara geçer ki? "Yaşamak debelenir içimde kıvrak ve küheylan" satırlarını yazan şaire gerekli olan nezaketten başka nedir ki?
Ülkemizde nezaket ve incelik kaybolup gitmiştir. Bunun anlamı şiirsiz hayatlar, şiirden uzak ruhlar demektir. Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve de Kanuni gibi büyük padişahları bile şair olan bir ecdat ve kültürden gel sen, sonra nezaketi "iktidarda olmak" sanan sefillere kal.
Bir şaire bunu anlatmak zor. Ruhu olmayanın aklı olur mu ki? Sor, sor!
"En mutlu insanlar belki de baca temizleyicileridir öyle dar, öyle kara karanlık bir yerdedirler ki yüreklerini geniş, dayanıklı aydınlık tutmak zorundadırlar."
Baca temizleyiciliği yapmak aydının işi. Bu ruhlar arasında dolanıp karanlığı aydınlığa çevirmek bıkmadan. Mevlana'ya sormuşlar 'Tasavvuf nedir?' diye. 'Dar zamanlarda geniş gönüller sürebilmektir' demiş.
Okumadan aydınlanmak, kendine iç dünya kurmadan dışarıyı anlamak, kendinle hesaplaşmadan elalemle hesaplaşmak, ruhsuz akıl satmak, gönül olmadan bilim yapmak, sevmeden Müslüman olmak, aşkı bilmeden bilgelikten söz etmek, kimseyi fark etmeden farkına varmak mümkün değildir zinhar.
İşte, böyle geldi vurdu beni kalbimden o cümle: "Gariptir, nezaket bile kayboldu".
Nezaketi kaybolmuş bir dünyada nefaset ne arar!
--------------------
* Ahmet Tulgar, Söyleşi, Milliyet ** Üç Mesele, İsmet Özel
· ŞAİRİN KUYUYA ATTIĞI TAŞI KİM ÇIKARACAK? / MEHMET BEKAROĞLU
(22 Ağustos / 28 Ağustos 2003 - Gerçek Hayat)
Anlaşılmadığı gerekçesiyle, önce Gerçek Hayat sonra da Milli Gazete'de yazmayı bırakması, arkasından Milliyet Gazetesi'nde Ahmet Tulgar'a verdiği röportajda İslami kesimi "yozlaşma" ve "çıkarcılık"la suçlaması, bazılarınca Şair İsmet Özel'in "İslami camiadan kopuşu" olarak yorumlandı. Halbuki İsmet Özel, ne Gerçek Hayat ve Milli Gazete'deki son yazılarında ne de Ahmet Tulgar'a verdiği röportajda böyle bir şeyi söylüyor. Aksine "Ben, hayatımı İslami ölçüler içinde düzenlemiş olmaktan pişmanlık duymuyorum" diyerek konumuna açıklık getiriyor. Yine kendi ifadesine göre İsmet Özel'in rahatsızlığı, "yanında, yöresinde kendisi gibi yaşayan insanları" bulamaması.
Otuz yılı aştı, bilmiyorum kaç kişi hatırlar Ankara Emek Mahallesi'ndeki öğrenci evimiz 44/1'i; Ahmet Kot ve Nabi Avcı'nın 44/1'e Cinayetler Kitabı'nı getirdikleri gün tanıdım İsmet Özel'i. O gün Yılmaz Güney, Hüseyin Hüsnü Yazıcı ve Necmettin Altay'la birlikte bir soluk okumuştuk "Amentü"yü. "Üç Mesele"den başlayarak yazdıklarını takip eden birisi olarak derim ki, İsmet Özel'in yazı yazmayı bırakması, sadece "İslami kesim" için değil, Türkiye için bir kayıptır. Daha ileri gitmek haddime değil ama İsmet Özel, yıllarca yazarak anlatamadığını, bu davranışıyla anlattığını düşünüyorum. Elbette Milliyet'in yaptığı gibi, bunu, "İslami kesimden, hatta Müslümanlıktan kopma" diye uyduruk bir sansasyon malzemesi yapacak olanlar çıkacak ama aslında İsmet Özel, sadece "İslami kesim" için değil, "sosyalist sol kesim" için de önemli mesajlar vererek yazı yazmayı bıraktı. Bir daha ideolojik yazı yazmayacağını ve Milliyet'teki röportajının da ilk ve son olacağını ilan ettiğine göre, şimdi ortada Şair'in kuyuya attığı taşı çıkarmak gibi bir mesele var.
İsmet Özel, İslami kesime, yabana atılmayacak önemli ithamlar yöneltiyor: Çıkarcılık, istismarcılık ve yozlaşma. Aslında bu tespitler, Türkiye'deki muhalif hareketlerin tamamı için geçerlidir; ama özellikle sosyalist sol ve İslami muhalefet bu eleştiriler üzerinde uzun uzun düşünmeli.
"Ben buradaki yerimi nasıl elde etmeliyim?". Sosyalist solun "ben" üzerine yaşadıklarını konuşmayı kendilerine bırakalım. Bizim yaşadıklarımız; üstelik "Hayırda ve hizmette yarışma" adına. "Benim cemaatim, benim dergahım, benim dergim, benim gazetem, benim partim, benim şirketim, benim kabilem, benim ..." sonra "Ben üstad olacağım, ben başkan, ben vekil olacağım, ben danışman, ben yüksek memur olacağım, ben ihale alacağım, ben işe gireceğim, ben ..." diye nasıl birbirimizle didiştik, nasıl en çirkin entrikalarla birbirimizin ayağını kaydırdık, nasıl insanları bıktırdık, yorduk, hayal kırıklığına uğrattık?
Elbette İsmet Özel haklı; "Ben ne yaparsam bu işler daha iyi yürür?" sorusunu çok azımız sorduk, o nedenle çok azımız bu işlerin daha iyi yürümesi için bir şeyler yaptı, o nedenle ortada yapılan çok az şey var, o nedenle bina eksik kaldı, dökülüyor. Doğrudur; bir çoğumuz mirasyedi gibi davrandı, hazır olan her şeyi bitirdik, sadece siyasetçiler mi, üstadlar, entelektüeller, şeyhler, cemaat liderleri, kanaat önderleri... herkes hazır olanı tüketti, "toplum zaten Müslüman" diye diye ortada Müslümanlık adına bir şey kalmadı, her şeyden önce de güven.
Bütün bunların adı istismarcılık değil mi, bütün bunlardan dolayı çoğumuz tepeden başlayarak aşağıya doğru çıkarcı olmadık mı?
Kim diyor "Bizi 28 Şubat savurdu". Hayır, bizi zorluklar, baskılar savurmadı. Bizim savruluşumuz iktidarda oldu, bizi yokluklar değil, imkanlar bozdu, biz iktidarda kaybettik. Ta başından beri biz "iktidarsever"dik. Önce "iktidar"ı fitneyi elimizle kaldırmak için istiyorduk, araçtı bizim için "iktidar". Ona yanaştıkça amaç oldu, fitneyi elimizle kaldırmak için talip olduğumuz iktidar, bizim için bizzat fitnenin kendisi oldu.
Mutlaka iktidara gelmemiz gerekiyordu; iktidara gelmemiz ve iktidarda kalmamız için ne gerekiyorsa o yapılmalıydı. Daha önce Müslüman olarak yaşamak için yaptığımız hesapları 90'ların başında iktidar üzerine kurmaya başladık. 12 Eylül İhtilali ve Sovyetler'in dağılması ile solun geri çekilmesinin ne anlama geldiğini hiç düşünmedik. Sıra bize gelmişti, şimdi yükselen değer Müslümanlıktı, biz iktidar olacaktık. Olduk da, 1994'te elde edilen yerel yönetimler iktidarı bizim başımızı döndürdü. "Yozlaşma", makam ve para ile birlikte kendini hissettirmeye başladı. Hayır işleri, yardımlaşma, öğrenci okutma, konferans, seminer, sempozyum... daha önce kör topal yapılan işler, kurumlara devredildi, sadaka için gelenleri bile belediyelere gönderir olduk. Her şey Allah için yapılıyordu, yani öyle söyleniyordu; belde belediyelerinde bile Allah rızası için havuzlar kuruldu, yüzdeler vakıf için, kurs için, yurt için, burs için havuzlarda toplandı. Sonra vakıflara, yurtlara, kurslara, burslara az gider oldu. Derken bazılarının hayatı değişti; küçük evlerde oturanlar büyük evlere, büyük evlerde oturanlar sitelere, sitelerin içindeki villalara taşındı, küçük arabalara binenler büyük arabalara binmeye başladı, markalardan giyimler, tesettür defileleri, beş yıldızlı otellerde iftarlar, düğünler, haftasonları grup halinde brunch'lar... müthiş bir yarış, şatafat aldı başını gitti.
"Aramızda bir grup bulunsun... ki sizi uyarsınlar" konumunda olanlar, yani bilgi sahipleri bile bir şeyler kapmanın peşine düştüler, akademisyen, yazar ve çizerler, danışman, kanaat önderleri şirketler grubu yöneticisi oldular... Bir kısmı da bu duruma fetvalar üretti: "Enflasyon oranında faiz alınabilir, kar ortaklığı faiz sayılmaz, başörtüsü esastan değildir..." Bazı hocalar, hatta tarikat önderleri holding temsilcisi olup Avrupa'ya gittiler. Bütün bu olup bitenlerden hoşnut olmayanların çoğu da "kol kırılır yen içinde kalır" diye sustu, bazılarımız "Ne oluyoruz?" dese de o gürültü arasında sesleri duyulmadı.
Bu arada merkezi yönetim de nasip oldu; imkanlar ve hareket alanı genişledi. Bu durum, daha çok yarış, daha çok gösteriş getirdi; kendimizi daha çok unuttuk. Adalet, hak, haram-helal, merhamet, kanaat, ölçü, had bilme, mütevazılık, şükür, cesareti sabır... bütün bu İslami hasletler bizden uzaklaştı.
Bazı şeyler hatırlattı ama 28 Şubat bizim için bahane oldu, bize rahatsızlık veren Müslümanlık adına hatırladıklarımızı ertelememizi sağladı. Din için, Allah için bu imkanlara ulaşmıştık ama imkanların sunduklarını doya doya yaşarken "din" sorun çıkarıyordu. 28 Şubat dini kovarken en çok biz "din için iktidar elde edenler" rahatladı. Aslında iyi de oldu, evet İmam-Hatip Okulları ve Kur'an kursları kapandı ama biz de rahatladık, açıkken çocuklarımızı göndermemenin eleştirisine muhataptık.
Oh oh ne iyi, şimdi yine iktidarız, şimdi daha çok imkanlarımız var. Üstelik "din" baskısını da üzerimizden attık. Artık herkes biliyor ki din üzerine siyaset yapmak doğru değil, nasıl da boş yere uğraşmışız hurafelerle, komplo teorileriyle dünyamızı karartmışız!
Evet, Müslümanlık için mutlaka iktidara gelmek gerekiyordu. İktidar için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. İktidara gelmek için gerekenleri yaptık ve iktidarı elde ettik, iktidar da Müslümanlığımızı elimizden aldı götürdü. Hiç şüphe yok, kaybedenler bizleriz. Herkesin canı çok sıkılacak ama haber şöyle:
"Ey iman edenler, ne oldu ki size, Allah yolunda seferber olunuz denildiği zaman, yerinizde ağırlaşıp kaldınız? Ahiretten (cayıp) dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama ahirettekine (göre) bu dünya hayatının yararı pek azdır.
Eğer Allah yolunda çalışmazsanız, O, sizi pek acı bir azapla cezalandıracak, ve yerinize bir başka topluluğu getirip değiştirecektir..." Tevbe Suresi, 38-39.
· ÇOK "ÖZEL" BİR HİKAYE / SAMİ HOCAOĞLU
(25 Ağustos 2003 - Yeni Şafak)
İzinli olduğum 15 gün içerisinde, gündemi meşgul eden bir yığın şey oldu. Fakat benim için İsmet Özel'in Milli Gazete'deki yazılarına "Türklüğüme müşteri bulamadım" diyerek son vermesi, bu 15 günün en ele alınmaya değer olayıydı. Çünkü İsmet Özel hepimiz için önemli ve değerliydi. Doğru ve yanlış yaptıklarıyla, yapmadıkları ve yapamadıklarıyla, şair, düşünür ve yazar yönüyle biz Müslümanlar'ın bir parçasıydı o. İslam kardeşliği hukukumuz, doğrusuna sahip çıkmayı, eğrisine istiğfar etmeyi gerekli kılar. Bir muharririn istiğfarı, işte böyle yazı suretinde tecelli eder.
4 Ağustos 2003 Pazartesi tarihli yazı "Ben sizin durduğunuz yerden tedirgin oldum, başka yere gidiyorum" diye bitiyordu.
Ben "Acaba nereye gidiyor?", "Sesi nereden çıkacak?" diye merak edip dururken, Özel'in sesi 6 gün sonra Milliyet gazetesinden geldi. Muhabire inanacak olursak şair "bu konudaki ilk ve son röportaj" için Milliyet'i seçmişti. Milliyet'in Ahmet Tulgar adlı muhabirinin "İslami kesimin önceliği: Çıkar" başlığını münasip gördüğü mülakatında İsmet Özel, hayli acı konuşuyordu. Bu "acılık" bazen "acıklılığa", yer yer de "acımasızlığa" kadar varıyordu.
Bir haksızlığa ve yanlış anlamaya meydan vermemek için, en iyisi şairin sözlerini aynen aktarmak:
"İslamcıların, sosyalistlerden farkı şuydu: Sosyalizm, Batı'nın vicdan azabıdır. İşin içine vicdan girince mesele biraz değişiyor. Şüphesiz ki o zaman bina etme, binaya harç taşıma işi daha acil, daha zaruri bir şey oluyor.
Ama İslamiyet söz konusu olduğunda bir mirasyedilik durumu oluyor. Türk toplumunun kültürel değeri zaten İslamiyet'tir. O yüzden de İslami siyaset yapan insanlar hazır bir şeyi kullandıkları ve bu yüzden de sosyalistler gibi harç taşımak zorunda olmadıkları için bu hareketi bir yerinden yakalayıp kullanmakla geçirdiler vakitlerini. Aynı bugünkü felaket AKP yönetiminin yaptığı gibi.
Sosyalistler mücadelelerinde büyük sıkıntıya girdiler, öbürleri ise sıkıştıklarında hemen "Tamam, ben savunmuyorum, zaten bu İslam'dır" deyip bırakıyorlar. Sosyalistler, İslamcılar'dan daha samimiydi. İslami hareket, sadece pastanın peşinde.
İslami kesimdekiler benim kendilerine benzediğimi sanarak gurur duydular. "Bak, komünist şair de bizim gibi oldu" dediler. Bu bana bir yıldızlık sağladı. Ama bu aynı zamanda benim ne dediğimi anlamama şartlarını da yarattı. Oysa ben İslam'ı onların şartlanmalarından bağımsız olarak öğrendiğim için 12'den vuruyordum hep. Ben onların korunma mekanizmalarına ihtiyaç duymadığım için asıl meseleye yöneliyordum. Ben, İslami hareket içinde çok prestijli ama söylediği kulak arkası edilen bir adam olarak yaşadım. İslami kesimde birtakım şeyleri kullanıp sivrilmek soldan çok daha kolaydır. Çünkü Necip Fazıl'dan beri bir tek adamlık, bir üstatlık mertebesi olmuştur bu kesimde. Ve isim sahibi olan insanlar, gizli ve açık olarak buna oynuyorlar.
AKP'liler pastayı kapmak isteyen insanlardı. Ve kaptılar da. Kapmak istedikleri şey pasta olduğu için krema da bende olduğu için benim kitaplarımla dolaşmaya başladılar.
Başörtülü kızların bir kısmı bu. Amaçları bu yani. Göbeklerini açan kızlarla aynı amacın peşindeler başlarını örterken.
Şimdi artık gazetelerde ideolojik yazı yazmayacağım için çok rahatlamış durumdayım. Ben, hayatımı İslamî ölçüler içinde düzenlemiş olmaktan pişmanlık duymuyorum. Ama ben bunun bir de yanımda, yöremde benim gibi yaşayan insanlar olması durumunda güzel olacağını düşünerek yaptım. Eğer bende şimdi bir rahatsızlık oluyorsa, bunun nedeni budur. İnsan, kendini biraz soyutlanmış hissediyor. İslamî kesim, AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte yozlaştı, kelimenin tam anlamıyla yozlaştı. Artık, İslamî kesimde bütün öncelik fakirler için de, zenginler için de çıkar hesabında. Gariptir, nezaket bile kayboldu." (Milliyet, 10 Ağustos 2003, Pazar)
Hemen söyleyeyim, "AKP'liler", hassaten haklarında söylenenleri kendileri cevaplasınlar. O benim vazifem değil.
Eleştirilerin isabetli ya da yanlış yerlerini bir bir sayıp dökecek de değilim. O bahs-i diğer. Fakat ben, bu hep karşısındakini suçlayan satırlarda en ufak bir "tevbe" kırıntısı dahi göremiyorum. Ya da ne bileyim, "özeleştiri" babından bir istiğfar... Muhammedi edebin, Kur'ânî ahlakın gerektirdiği, "herkesi" ve "her şeyi" suçlarken, bir biçimde "kolektif" olmuş yanılgıları dile getirmek de gerekmez miydi?
Madem bundan böyle "26 yıllık politik yazı serüvenine son nokta konulmuştu", bu 26 yıl içerisinde İsmet Özel neler demişti? Bu dediklerinin ne kadarı isabetli, ne kadarı isabetsizdi? Suçladıklarının yetişmesi üzerinde Özel'in etkisi ne kadardı? Eğer hiç etki etmemişse, bunun sebepleri nelerdi? Etmişse, bu suçlamalarda bir pay da suçlayana düşmemeli miydi? 26 yıldır konuşup yazıp da hiç kimsenin sizi anlamadığını iddia etmek de, problemli bir durum değil miydi?
Şairler makul değil mahsus akılla konuşur deyip geçsek bile, indirgemecilikle birleşen genellemeci dilin, sahibinin sözünü "acı" olmaktan çıkarıp "acımasız" kıldığı da bir gerçek.
Şimdi asıl soru şu: Bu neden hep böyle oluyor?
Cevabı, daha önce bu köşede yayımlanan bir makalede, "soğuk savaş düşünürleri" adını verdiğimiz kuşağa ilişkin yazdığımız satırlarda saklıydı.
Onu da önümüzdeki yazıda ele alalım.
· HİÇ KİMSE HEP "12'DEN" VURAMAZ / SAMİ HOCAOĞLU
(29 Ağustos 2003 - Yeni Şafak)
İsmet Özel'in giderayak yaptığı son çıkışlar üzerine açtığımız bahis sürüyor. Geçen yazıda, onun Milliyet'e verdiği röportajın büyük bölümünü köşemde aktarmıştım. Benzerleri gibi onun da günah keçisi hazırdı: "İslamcılar..."
Sahi, her önüne gelenin esip yağdığı bu "İslamcılar" kimlerden müteşekkildi? Düne kadar "İslamcılar" denilen kitlenin akıl hocası sayılmaya itiraz etmeyenler, neden asapları bozulduğunda bizzat kendileri de "İslamcılar..." diye söze başlayıp, verip veriştirirlerdi? Üstelik kendilerinden her daim tahfif ve tahkir yollu "İslamcı" diye söz eden malum bir yayın organına? Şu mevhum "İslamcılar", İslamcılar'ın "akıldanesi" sayılanların bile şamar oğlanı mıydı? Onlar bile kendilerini bu kadar kolay soyutlayabildiğine göre, yoksa bu "İslamcılar" sanal varlıklar mıydı?
Geçelim bunları da, geçen yazıda sorduğumuz "Bu, neden hep böyle oluyor?" sorusunun cevabına dönelim.
Söz konusu cevabı yine bu köşede yayımlanmış olan "Militer Müslümanlık Üzerine" başlıklı yazıda vermiştik. Üstelik o yazı AK Parti liderinin o günlerde verdiği "Ahlaki önceliğimiz barış, siyasi önceliğimiz Türkiye" demecinin üzerine oturduğu iki başlı tasavvurun gayr-ı İslamiliğini dile getiren bir yazıydı. "Ahlak ve adalet"i, "güvenlik ve Türkiye'nin çıkarı" ile zıt kefelere koyan hiçbir tasavvuru Kur'an'ın inşa edemeyeceğini savunmuştuk o yazıda.
Peki o halde, bu türden bir tasavvuru kim ya da kimler oluşturmuşlardı?
İşte bu çerçevede, "soğuk savaş düşünürleri" adını verdiğimiz bir İslamcı düşünürler çizgisinden bahis açarak, bu çizginin hep bir tasavvur problemi olageldiğini söylemiştik. Şu satırlar o yazıdan:
"1950'den sonra yetişen Müslüman kuşaklar üzerinde inkar edilemez bir etki bırakan bu düşünürler, genellikle edebiyat, özellikle de şiir dünyasından kopup gelmişlerdi. Yine genellikle tasavvurları başkaları tarafından inşa edilmiş olarak yeni mekanla "şereflenmekten" çok, yeni mekanı "şereflendirmek" üzre 'teşrif etmişlerdi'. Her mühtedi için geçerli olduğu gibi, onlar da elinde ihtida ettikleri kişi ya da grubun "din kapısından" girmişlerdi İslam'a. Yine hasbelkader, "talebe" olmadan kendilerini Müslüman kitlenin önünde "üstat" olarak bulmuşlardı. Cemaate dahil olmadan, münhal bulunan imam mahalline geçmiş ya da geçirilmiştiler. Oradan minbere ve kürsüye yürümek zor olmadı."
Paraşütle gelme yöntemi hep siyasette cari olacak değildi ya. Bu da düşünce dünyamızda aynı yöntemin kullanılmasıydı. Dolayısıyla bu kişiler câmiaya kendilerini hiç borçlu hissetmediler. Bir tür ailenin imtiyazlı çocuğu muamelesi gördüler. Ailenin diğer çocuklarının en küçük yaramazlıkları anında tepki alırken, imtiyazlı çocukların yaramazlıkları "sevimli" bile bulundu.
Burada, İsmet Özel'i ya da bir başkasını suçlamak doğru değil. Suçlanması gereken, Müslüman camianın bu müzmin aşağılık duygusu. "Hadi gözünüz aydın, falan da iman etti" tavrı doğru değil. İman edenin kendi gözü aydın olsun. Her Müslüman İslam kardeşliği çerçevesinde bir iman kardeşi daha kazanmanın sevincini duyar, o kadar. Fakat kimsenin, "gelişiyle İslam'a şeref kattığı" zehabına kapılmaz. Bu marazi hal, inandığı değerden emin olamama halidir. Oysa "mü'min"in anlamlarından biri de "inandığı değerler manzumesinin hakikat, hakikatin de bizatihi kendiliğinden şerefli ve aziz olduğundan emin olmak" değil midir?
Bunların başında 'İslam'cılarla sosyalistleri karşılaştırması gelir. Sosyalizme "Batı'nın vicdan azabı" dedikten sonra, bu ülkede "sosyalistler"den söz etmenin iç tutarlılığını sorgulamayı bir tarafa bırakalım. "Batı'nın vicdan azabını -devşirilmiş de olsa- Doğu'nun çocukları nasıl ve ne kadar çekebilir?" sorusunu da sormayalım. Ki zaten görünen köy kılavuz istemez; Türk sosyalizmiyle Türk şovenizminin Kemalist militarizm ortak paydasında nasıl birleştikleri cemi cümlenin malumu. Halihazırda Özel'e "Sosyalistler 'İslam'cılardan daha samimiydi" sözünü söylettiren başka, daha derin bir saik olmalı. Ve sorulmalı: "Hangi sosyalistler... Hangi 'İslam'cılardan?"
Özel diyor ki "ben İslam'ı onların şartlanmalarından bağımsız olarak öğrendiğim için 12'den vuruyordum hep." Cümlenin başına katılıyorum. Doğru olan da bu. Fakat, ya sonu...
Hep 12'den vuran, hangi İsmet Özel?
Abdülkadir es-Sûfî'nin Cihad'ını çeviren mi, yoksa bir müddet sonra "Ben onu ihtiyacım olduğu için cevirdim" diyen mi?
Üç Mesele'de "Medeniyet"in Müslümanlar'ı bozduğunu işleyip "medeniyetsiz İslam" projesini öne çıkaran mı, yoksa son dönemlerde "Türk olmak Müslüman olmaktır" deyip, "Türklüğüne müşteri arayan" mı?
"Sivas Semalarında Sırp Tayyareleri" makalesiyle göz dolduran mı, "Tahran Müslümanlar'ın Moskova'sı mı?" haksızlığına imza atan mı?
Hiç kimsenin hep 12'den vuramayacağını İsmet Özel değilse kim bilir?
ABD karşıtlığı nedeniyle solcuların ağzıyla konuşmaya başlayan Necmettin Erbakan hoca efendinin özel partisi "Saadet", gazetelerden öğrendiğimize göre, İslam ülkelerini ve İslamcıları topa tutmaya başlamış.
Erbakan hoca bu, topa da tüfeğe de tutar. Kendi çıkarlarına uygun düştüğü zaman şeytanla, iblisle bile özel anlaşma yapar.
İşte, Erbakan hocanın danışmanlarından SP Genel Başkan Yardımcısı Ertan Yülek, Irak politikaları yüzünden İslam ülkelerini eleştiriyor:
"İslam ülkeleri ölmüş. Tahtımız gider diye ABD'ye ses çıkarmıyorlar. Bir kısmı zaten işbirlikçi!"
Bir süre önce "ABD'lileri denize atan solcu gençleri arıyoruz" da diyen danışmanlar danışmanı Ertan Yülek AKP'ye de ağzının payını veriyor:
"Türkiye'de de islamcıların sesi çıkmıyor. Cami cemaati nerede, niye tepki göstermiyorlar... 'Solcu gençleri arıyoruz' dediğim için birçok solcudan tebrik telefonu aldım. Sağcı-solcu kavgası varken ben komünistlerle mücadele ediyordum. Şimdi bakınca bunların hepsinin oyun olduğunu gördüm. Biz oyuna gelmişiz, bunların hiçbiri olmamalıymış."
Türkiye'de İslamcılığı AKP'nin öldürdüğünü ileri süren Ertan Yülek ilginç şeyler söylemekte:
"Irak olayları yaşanırken Türkiye'de hiçbir cami cemaati 'Ne yapıyorsunuz' demedi. Solcu arkadaşlarım bana 'Sizin cemaatler nerede?' dedi. Hiçbir İslamcının sesi çıkmıyor. İslami gençlik ortada yok. RP'nin eski gençleri vardı. MSP'nin akıncıları vardı. Bütün kesimler omurgasızlaşmış. Hiçbir yiğitlik kalmamış. Teslim olmayacak arkadaşlara ihtiyaç var."
***
Ertan Yülek belki de hayatında ilk kez doğruları söylüyor. Ama anlamadığı bazı şeyler var ki bunları ben açıklayacağım:
1. Ertan Yülek'i solcular neden tebrik ediyorlar, doğruları söylediği için mi? Elbette hayır! Türkiye gerçeklerini kırk yıl gecikmeyle de olsa sonunda anlayabildiği için kutluyorlar muhteremi...
2. İslamcıların, cami cemaatlerinin siyasal parti ve hareketlerden bağımsız bilinç ve iradeleri yok. Bunlar ancak emir ve buyruk aldıkları zaman tekbir getirerek sokaklara dökülürler. Saadet Parti'nin yakınması da gösteriyor ki Erbakan hocanın cami cemaatlerini sokağa dökecek kadar gücü yok artık.
3. Vakti zamanında RP'nin eski gençleri ve özellikle Milli Selamet Partisi'nin (MSP'nin) Akıncıları ne yapıyordu? ABD'ye, emperyalizme karşı çıkan, toplumsal adaleti, ulusal bağımsızlığı savunan gençleri denize dökmeye, ellerindeki sopalarla kafalarını yarmaya çalışıyorlardı.
Erbakan Hoca'nın yönettiği partiler TBMM'de sol düşmanlığını doruklara taşıyorlardı.
4. Şimdi kalmış sola yağ çekmeye, kaçırdıkları trenlere binmeye çalışıyorlar.
5. Ulusal bilincin dinle-kitapla, cami ve medrese ile ilişkisi yok. Ulusal bilinç, çağının çağdaşı olmakla, laik cumhuriyetin bilinçli vatandaşı olmakla doğrudan ilgili.
6. Ulusal bilinç yaşanır, taklit edilmez.
7. İslam ülkelerinin ve Türkiye İslamcılarının ulusal bilinç sahibi olmak için kırk fırın ekmek yemeleri gerek.
8. Ulusal bilinci olmayan uluslar ve halklar sonunda esir ve köle olurlar. Bunun en son örneği Irak'tır.
9. Ertan Yülek, Erbakan hoca, eski ve yeni İslamcılar gördüklerinden ders çıkarmalıdır.
10. Böyle bir şey yapacaklarını hiç mi hiç sanmıyorum.
· İSMET ÖZEL - SEVDİĞİ OYUN: KUKA. SEVMEDİĞİ OYUN: SAKLAMBAÇ* / AHMET GÜNTAN
(Eylül 2003 - Kitap-lık)
İsmet Özel'in yaşadığı en önemli ayrılık bu ikincisi, kopuş değil ayrılık, birincisi de ayrılıktı, o da kopuş değildi. İkincisi, yani ne demek istediğini daha iyi anlatabilmek için sosyal fon olarak Bilal Erdoğan'ın düğününü seçtiği yeni ayrılığı (1) birincisinden daha önemli, çünkü nereye gideceği bu kez açıkta. Bu nasıl anlaşılıyor? Nerede konuştuğuna bunca dikkat eden şairin ayrılık sonrası verdiği ilk demeci Aydın Doğan gazetelerinden biri olan Milliyet'in Pazar ekine vermesinden anlaşılıyor, İsmet Özel bunu atlayacak dağınıklıkta bir yazar değil.
Belki de bu üçüncü ayrılık demek daha doğru olur. Kayseri Kastamonu'dan Ankara'ya uzanan gençliğini şekillendirmiş olan hamurdan ayrılığı sosyalizmle olmuştur. Sosyalizm onu Kayseri Kastamonu'dan ayırmıştır. Sonra ikincisi, sosyalizmden ayrılığı Kayseri Kastamonu'ya geri dönüşü olarak yorumlanabilir. Kayseri Kastamonu da bu defa aynı Allah'ı paylaştıkları için onu kabul bile etmiştir. Muhteşem bir kale içinde yapayalnızdır. İETT otobüsüne saklanmış bir radikal. Sosyalizmden İslam'a geçerken çok kısa süren, saçlarını uzattığı savruk bir dönem söylentisi vardır ama bunu İsmet Özel dahil kimse yazmamış, anlatmamıştır.
Son yazısında "Hal-i hazırda kimin terbiyesi altında bulunuyorsak (bir zamanlar bulunmuşsak değil) rabbimiz odur" diyor, Bilal Erdoğan'ın düğününe bakarsak rab hal-i hazırda para. Yıllar önce Yeni Şafak'ta "Yatırım fikri çürük ahlakın nişanesidir" diye yazmıştı. Ortalık para kokunca, bugün 26 yıldır bindiği İETT otobüsünden radikal bir durakta indi.
İndiği durağın neresi olduğu şu an muğlak. Kayseri Kastamonu olabilir mi? Mutlaka, artık oradan kopmaz, Kayseri Kastamonu da onu bırakmaz. "İnsan eşref-i mahlukattır" diyen bir babanın oğlu olarak sosyalizm idealinden hiç ayrılmamış, her zaman eşitlikçi olmuştur. Bu durak o durak da sayılabilir. Allah'a, Allah'ın kitabına olan inancı ise onun için her zaman etik bir bağlanma olmuştur. Bu durak o durak da sayılabilir. Gazete yazıları kalkınca taşlar yerli yerine oturmuştur. Meselesi dünyaya gezgin değil, bu sabit topraklardan bakarak anlamak olan bütün düşünenlerin yaşadığı ayrılıkları, kavuşmaları yaşamıştır. Bunları da kaydetmiştir. Çağının önemli şahididir.
Son yazısı böyle bir şairin önünde açılan düz bir ovayı müjdelediği için Türk şiirinde önemli bir belgedir. Yazının siyasi bakışı da çok önemlidir (2) ama bir şairin önünde açılan düzlük her zaman en önemli haberdir. (3) Bir ayrılık yaşamıştır, bu ayrılık şiirine bakışımızı değiştirmiştir. Şimdi herkes onun sosyalizmden İslam'a niçin geçtiğini daha iyi anlayacaktır. Arayış, bir şairin arayışıdır, bu unutulmamalı.
Şiirin çorak ülkesine geri hoş geldin İsmet Özel. Bu durak o durak.
--------------------
* İsmet Özel'in Oğlak Yayınları'ndan çıkan kitaplarındaki hayat hikayesinden.
(1) İsmet Özel 4 Ağustos 2003 tarihli Milli Gazete'deki son köşe yazısında "gazete yazarlığı bağlamındaki seyahatinin tamamlandığını" yazdı, gazete yazarlığı ile birlikte bir sürü şeye de elveda dedi. Milli Gazete'yi İsmet Özel'i okumak için internetten takip edenler bilir, solda yazarların isimlerini sıralayan bir sütun vardır. O sütunda bir gün İsmet Özel'in isminin biraz üstünde üçkağıtçı din bilgini Harun Yahya'nın ismini görünce çüş artık diye düşünmüştüm, İsmet Özel'e bu yapılır mı? İsmet Özel'in yeni ayrılığını sevinçle karşıladım, yaptığı büyük bir şey.
(2) Türkiye'de yaşayanların ne kadarı Türk'tür? Önemli bir soru. Tam da güzel hayat yaşamak isteyen, bütün dünya bize Radikal 2'nin "öyle olması gerekir" diye anlattığı gibi olsun isteyenleri rahatsız edecek bir soru. Aslında o daha ötesini, Kayseri Kastamonu'da yaşayanların Türklüğü de tehlikede demek istiyor. İstiklal tehlikede dediği de bu. Söz siyasetten açılmışken, Irak'ın işgali sırasında Mehmet Barlas bir televizyon kanalında İsmet Özel'e "Burası Reha Muhtar'ın Ateş Hattı değil, burada bağrılmıyor" dedi. Program o noktada kesildiği için İsmet Özel ne cevap verdi bu duyulmadı, kimse de bu ayıbı yazmadı, söylemedi, ben Mehmet Barlas'ın bu davranışını cahilce, sınıfına çok yakışır buluyorum.
(3) Düşünmesini seven çoğu şairin modern babası sayılabilecek Turgut Uyar, iki tehlikeden bahsediyor, biri konuya yaslanmak, ikincisi biçim oyunlarına girmek. İkincisi İsmet Özel'e hep uzak oldu, ama Bir Yusuf Masalı'nı okuyanlar birinci tehlikeyi hatırlamıştır. Bu yeni durağında görünen o ki artık "Şiiri sözle gerçekleştirilen bütün diğer faaliyetlerden ayıran onun sözü töze ilişkin bir biçimi yakalayarak belirgin kılışıdır" diyen şair İsmet Özel'i göreceğiz. (14 Ağustos 2003)
· HERKES NEDEN BURADA? / MEHMET BUTAKIN
(Eylül 2003 - Milliyet Sanat)
'60 sonrası toplumcu şiirimizin önde gelen isimlerinden biri olarak beliren İsmet Özel, 1970'lerde, toplumcu dünya görüşünden uzaklaştı ve kendi ifadesiyle "Müslüman" oldu. İsmet Özel'in gerek duygu dünyasında gerekse politik tavrında beliren bu değişim uzun yıllar varlığını korudu. Ancak 4 Ağustos 2003 tarihli Milli Görüş Gazetesinde "Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı" başlıklı yazısıyla İslamî kesim ile de politik bağlarını koparan Özel, ağustos ayına tam anlamıyla damgasını vurdu. Hem sol hem sağ kesimde üzerinde çokça konuşulan bu kararıyla İsmet Özel, politik yaşamında bir kez daha isyancı bir tavır sergiledi. Bu konuyla ilgili olarak ilk ve son kez Milliyet Gazetesi'nden Ahmet Tulgar'a konuşan Özel, İslamî kesimin önceliğinin 'çıkar' olduğunu söylediği röportajda "Ben hangi sebeplerle sosyalist olduysam, aynı sebeplerle Müslüman oldum," dedi; ayrıca AKP'yi içten pazarlıklı olmakla suçladı. Sol kesimin bu gelişmeye ilişkin yorumu "Aslında İsmet Özel hiç değişmedi," şeklinde yansıdı. Sağ kesimden yazarlarsa -genel olarak- Özel'in tavır değişikliğinin ciddiye alınması gerektiğini, yaptığı eleştirilerin /değerlendirmelerin samimi ve önemli olduğunu belirtti.
"YANLIŞ hayat doğru yaşanmaz," der Adorno. Modernizmin birbirine benzeyen evleri arasında yaşadığımız yeri bulamamak ne kadar acı. Ya da bulduğumuz her yeri yaşanacak aşkın bir mekân sanmak. 1970'li yıllarda Marksist militan şiirin önemli bir ismiydi İsmet Özel, bir bilinç kırılması sayılabilecek "Amentü" şiirine dek. Bu şiirin amentü değeri yalnızca İslamcı kesimde değil, sol kesimde de büyük bir etki ve hayranlık uyandırdı uzun bir süre: Az değil, 1975 - 2003. Yalnızlık pahasına da olsa büyük, ideallerle geçen bir yirmi sekiz yıl. Bu zaman dilimi içerisinde dahi sadece İslamcıların değil, yaklaşık bütün genç şairlerin heyecanla okuduğu bir karşı şiir'in şairi oldu.
Ancak karşı şiir olmasına karşın sistemle köklü bir etkileşimi olmayan, sadece mırıldanan bir içsel muhalefetin şiiri. İsmet Özel'in dolaylı bir dil ve söyleme yaslanan şiiri, kurumsal sistemden ziyade insanın varoluşunu ve evrensel trajedisini sorgulamaya yöneldi bu yirmi sekiz yıllık zaman diliminde de. Marksist düşünce biçiminden büyük bir gürültüyle ayrıldığında, herkesin merak ve iddia ettiği o kötü şiirleri hiçbir zaman yazmadı İsmet Özel. Asıl sorun bu değildi.
İslamcılık ve ulusal medeniyet
Türkiye'de legal siyasal İslamcılığın kendini Kemalizm üzerinden, en azından Kemalist imkânlar ve modernizm üzerinden var ettiğini biliyoruz. Cumhuriyet ideolojisi, 1950'lere kadarki toplumsal yaşamda İslam'ı öngörülen milli medeniyetin sınırlarına dahil ederek onun siyasal boyutlarını yontmak suretiyle modernist argümanlarla yaşanabilir kılmaya çalışmıştı. Ancak her şey planlandığı gibi gitmeyebilir; gitmedi de. 1950'de Demokrat Parti'nin, yani çevre'nin merkeze karşı kazandığı zaferle işler tersine döndü. Çevresel iktidar, Cumhuriyet ideolojisini dönüştürerek Kemalizm'i bir yumuşama sürecine soktu.
Aslında Türk siyasal İslamcılığı varoluşunu sözünü ettiğimiz çevresel sağ iktidara borçludur. 1960'lı ve 70'li yılların toplumsal hareketliliği içinde İslamcılar'ın kendilerini sağcı olarak tanımlamaları konjönktürel olsa da bunda Kemalist Cumhuriyetçiler karşısında Demokratlar'ın kazandığı çevresel zaferin büyük etkisi olduğu söylenebilir. Ancak 1970'li yılların ortalarına doğru İslamcılığın büyük yapısal değişimler geçirmesi ve Ortadoğu'da kolonyal yönetimler karşısında bir alternatif olarak ortaya çıkması, Türkiye'de de İslamcılığın siyasal yönlerinin gelişmesine ve iktidar talebinde bulunmasına neden oldu.
Sünni şairlik
İşte İsmet Özel böyle bir zamanda "Amentü" dedi. Bu Amentü'nün büyük ideallerle ve devrimci bir ruhla söylenildiğinde hiç kuşku yok. Ece Ayhan İslamcı şairlere "Sünni şair" demenin daha doğru olduğunu söyler: "Onlara Sünni şairler dersek böyle bir kullanım daha yerinde olur. Onların yalnızlıklarından yakınmadıkları doğrudur. Sünniliği ben çoğunluk anlamına alırım, buna karşın ve yine de yalnız ve ıssız oluşları benim hep dikkatimi çekmişti... Onlar sıkı şair olabilirler. iş burada değil". İlhan Berk ise İslamcı şairlerden söz ederken her şeye rağmen İsmet Özel için ayrı bir ayraç açmanın mümkün olduğuna işaret eder. (Bkz. Ece Ayhan, "Kolsuz Bir Hattat")
İsmet Özel, bu yirmi beş yılı aşkın zaman diliminde şiirini ideolojik bir aygıt olarak kullanmadı. Ancak İslamcılık üzerinden geliştirmeye çalıştığı milli medeniyetçilik, onun bütünsel kimliğinde ideolojik bir kırılma yaratarak şiirinin ön plana çıkmasını engelledi: "Müslümanlığımızı nevrotik bir muhalefet olarak değil, her adımı kendimiz için kazanç olan bir mücahede süreci olarak kavrayabiliriz". ("Zor Zamanda Konuşmak")
Bu cümleler, İsmet Özel'in İslamcı kimliğinin ve İslam algısının bir işareti olmakla birlikte Türk modernizminin öngördüğü medeniyet tahayyülünün de izlerini taşıyor. İsmet Özel, aslında modern uygarlığın insan zihninde tekabül ettiği algılardan duyduğu utancı da yazdı. Ancak "Amentü" dedikten sonra İslamcıların toplumsal yaşamda varolma mücadelesinin reel koşullarını aramaktan da alıkoyamadı kendini. Özel'in gelinen noktada geliştirdiği söyleme bakılacak olursa, onun muhalif duruşunu içsel pratiklerle koruduğunu gösterse de şair kimliğiyle olmasa bile ideolog kimliğiyle modern ve etik bir Milli Medeniyet'e kapı araladığı görülebilir. Ancak bu medeniyetin sığınmaya elverişli bir çatı olup olmadığı çok da önemli olmayabiliyor kendi yalnızlığıyla yetinmeyenler için. Yağmur yağıyorsa kaçılacak yer çatının altıdır diyordu, Özel. Çatının altında fazla beklemek ise zatürreeye neden olabilir. Ancak yağmur da yağsa, medeniyetin çatıları da çökse kimsenin "Bütün günahlar affedildi, eve dön!" demeye hakkı yok.
Şiirin ve şairin toplumsal işlevinden söz etmenin hiçbir anlamı yok. Sokrates "Şair devlete hiçbir faydası dokunmamış kişidir." der. Gelinen noktada İsmet Özel'in İslamcı iktidara yönelttiği eleştirilerin haklılığını sanırım herkes teslim edecektir. Ancak onun bunca zamandır ulusal İslamcılar'a iktidarın yüceliğini anlatmadığını kim iddia edebilir? Bunun şairin işleviyle ne ölçüde örtüştüğünü tartışmaya gerek var mı? Kaldı ki şiirin ulusal ve ideolojik bir aygıt olarak kullanıldığı yıllar geride kaldı. Bugün şiirin belki de yalnızca bir işlevinden söz edilebilir: İnsanın kendi büyük yalnızlığını anlamlandırma işlevinden. Böylelikle insanın kendi toplumsal günahlarını azaltmasına katkıda bulunmak ve iştahsız muhalif bir ahlâk geliştirmek...
İktidara yürümenin yollarını göstermek hiçbir şiirin ve şairin işi değildir. Çünkü en iyi iktidarlar bile doğalarında zulümden parçalar taşırlar. İsmet Özel, bunca yıl çoğunluk içinde bir yalnızlığı yaşadı. Hep anlaşılamamaktan yakındı. Oysa anlaşılması gereken hiçbir şey yoktu, insanın ve özellikle şairin yalnızlığı dışında.
İsmet Özel'in giderayak söylediği sözleri üçe ayırmıştık: Acı, acımasız ve acınılası. Acı sözlerine, "dost acı söyler" demiştik ve öğüt alınması gerektiğini belirtmiştik. Acımasız sözlerini eleştirmiş, adalet ve itidalle bağdaşır bulmadığımızı belirtmiştik. Geçen yazımız "Hiç kimse hep 12'den vuramaz" başlığını taşıyordu. Hep 12'den vurduğunu söyleyen İsmet Özel'in de "hiç kimse" arasında yer aldığı aşikardı.
Bu yazıda ele alacağımız sözler "acınılası" kısmına giren sözler. Bunlar sadece 12'den vuramayan değil, bizce hedef tahtasını ıskalayan sözler.
"Şimdiye kadar elimden, dilimden ve sair azalarımdan ne kadar gavurluk (!) sadır oldu ise hepsinin bir alıcısı çıktı. Gel gelelim, Türklüğüme müşteri bulamadım. Bu başarısızlığı devam ettirerek daha çok rezil olmaya katlanamam." (M. Gazete, 4 Ağustos)
Kendi payıma, Müslüman olduktan sonra İsmet Özel'in dilinden bir 'gavurluk' sadır olduğuna şahit olmadım. Farz-ı muhal olmuş olsaydı dahi, bilinçli hiçbir Müslüman şöhreti ve konumu ne olursa olsun bir başkasından sudur eden 'gavurluğa' müşteri olamazdı.
Olsa olsa İsmet Özel'in elinden ve dilinden hepimizin elinden ve dilinden sadır olduğu gibi hatalar sadır olmuştur. Ondan sadır olan en büyük hatalardan biri, bunca şey söyledikten sonra, Türklüğüne müşteri aramaya kalkmaktır.
İsmet Özel'i İsmet Özel yapan Üç Mesele'de İslam'ı her tür beşeri bagajdan arındırma adına "medeniyeti" bile dışlayacak kadar radikal bir söylem, nasıl ve nice bir evrilme sürecinden geçmişti de "Türklüğüne müşteri arama" noktasına gelmişti? Özel'in müşteri aradığı Türklük anlayışının, şovenlikle bir alakasının olmadığı açık. Özel'in savunduğu Türklük, İslam'dan bağımsız düşünülemeyecek olan bir Türklük. Son dönemde (ama yalnızca "son dönemde") yazdıkları dikkate alındığında, söz konusu Türklük tanımının İslam'la neredeyse eşanlamlı olarak kullanıldığı bir Türklük bu.
Şu tanıdık Türk-İslam sentezinin 28 Şubat sıcağında olgunlaşmışı da diyebiliriz. Bu tezin yeni olmadığı bilinen bir gerçek. Bu tezi hem de aynı argümanlarla biz bir yerlerden hatırlıyoruz. Mesela 1970'lerde ortaya çıkan Yeniden Milli Mücadele Birliği'nden.
Tezin içeriği belli: Türk demek Müslüman demektir. Avrupalı Türk deyince Müslüman anlar. Türklük'le Müslümanlık etle tırnak gibidir. Müslümanlığını kaybeden Türklüğünü de kaybeder. Bulgarlar ve Macarlar buna örnektir. O halde Müslümanlık bize lazımdır. Çünkü Türklüğümüzü ancak bu sayede koruyabiliriz...
İslam'ı Türklüğün koltuk değneği olarak gören bu tezin tutarlılığını tartışmak yersiz. Yukarıdaki önermelerin öncülleri ne kadar doğruysa bu tez de o kadar doğru. M. Abid Cabiri de bu tezin Araplar'a uyarlanmışını savunuyor. Her Müslüman kavim içerisinde bu tezin kendi kavmine uyarlanmış biçimini savunanlar var. Bu bir yerde anlaşılabilir bir şey.
Fakat İsmet Özel'in bu saatten sonra benzer bir teze uyanarak Türklüğüne müşteri aramaya kalkması anlaşılamaz bir şey. Müslümanlar kendilerine Türklük satın almaya kalkacaklarsa, satıcıdan bol ne var? Yeni tezgaha ihtiyaç mı var? Özel'in tezgahına koyacağı hiçbir şey, Müslümanlar'ı o tezgahta görecekleri Türklük kadar şaşırtmaz. Bu kötü bir şeyse (bizce asla değil), kendini takip edenlere bu kötülüğü işleten bizzat Özel'in kendisidir. Özel şikayet yerine tebrik etmeliydi. Onu okuyanların yaptığı şey, "imamın dediğini tutup gittiği yola gitmemekten" ibarettir, o kadar.
Unutmayın, bu tezi savunan kimse şu cümlenin sahibidir: "Çünkü ben hangi sebeplerle sosyalist olduysam, aynı sebeplerle Müslüman oldum." (Milliyet)
Bunun anlamı, "Şimdi de aynı sebeplerle Türkçü oldum" mudur?
Ben, yukarıdaki cümleyi Özel'in acınılası cümlelerinden biri olarak görüyorum. Bu cümlede çok derin bir tasavvur problemi yatıyor. Özel'in son değerlendirmelerinde düştüğü yanılgı da aynı tasavvurdan neşet ediyor.
Soralım kendi kendimize: Bir insan nasıl sosyalist olduğu sebeplerin aynısıyla Müslüman olur?
Sosyalizm seküler bir dünya görüşüdür. Her izm gibi bir vicdan inşa edemez. Çünkü eskatolojisi/ahireti yoktur. Kaynağı beşeridir. İslam ise kaynağı ilahi bir dindir. İdeolojisi vardır, fakat kendisi salt bir ideoloji değildir. Ahireti vardır. Muhatabında bir vicdan inşa eder. İnsanın varoluşsal duruşudur. Bir insan nasıl bir ideolojiyle bir dinden aynı şeyleri bekler? Bu durumda ya önceki ideoloji "din", ya da sonraki din "ideoloji" gibi algılanmış olur. Ki benim kaygım Özel'in tasavvur probleminin bu ikincisinden kaynaklandığıdır. Kanımca son dönemdeki hayal kırıklıkları ve aşırı tepkinin temelinde de bu yanlış yatmaktadır. Dindardan tüm beklentilerini ideolojik olana indirgemiş olmanın hayal kırıklığı var onda. Bu yanlışın bir yansımasını da Üç Mesele'de İslam'ın mülkiyet yaklaşımını yansıtırken görüyoruz. Kur'an servet eşitsizliğini zekat, sadaka ve infak yoluyla dengelemeye çalışsa da, kökten redci bir yaklaşımı hiç benimsemez. Fakat Özel "servet aranızda devlete dönüşmesin için.." ibaresine dayanarak, ideolojik bir "zorla söyletme"ye girişir.
Özel, Gerçek Hayat'a veda ederken şöyle demiş: "Beni sevmeyenlere gelince... onların da canı sağ olsun demeyeceğim. ... Allah onların kalplerindeki hastalığı artırsın."
İşte bu olmadı. Ben kendi payıma onun imanını hep sevdim ve severim. Biz ondan kendisini sevmeyenlere dahi Yunusça yaklaşmasını beklerdik. İşte Yunus farkı:
Çerağıma kastedenin Hak yandırsın çerağını
Allah ve Rasulü dışında, hiç kimseyi sevmek imanın vâcibâtından değildir de...
· ŞAİRİN KUYUYA ATTIĞI TAŞ / HAYRETTİN KARAMAN
(5 Eylül / 11 Eylül 2003 - Gerçek Hayat)
Soru: Sayın M. Bekaroğlu'nun, derginizde çıkan "Şair'in kuyuya attığı taşı kim çıkaracak?" başlıklı yazı hakkında ne diyorsunuz; bu yazının muhtevasına katılıyor musunuz?
Cevap: Rahatsızlığım sebebiyle dinlendiğim için İsmet Bey'in yazıyı bırakması üzerine yazdıklarını, konuştuklarını ve bunlara verilen cevapları, yapılan tartışmaları takip edemedim. Ama İsmet Bey'in yazmayı bırakmasına üzüldüm. Bizim inancımıza göre bir Allah vardır, O'nun gönderdiği son Peygamber de bir tanedir, vahye dayalı sözlerinde ve yaptıklarında yanlış, Allah rızasına aykırı bir şey bulunmaz. Allah ile Peygamberi dışında kalan bütün insanların söylediklerinde ve yaptıklarında hem yanlışlar, hem de Allah rızasına aykırı olanlar bulunabilir. İsmet Bey de, bütün güzel hasletlerine rağmen bu hükme dahildir, ancak onun konuştukları ve yazdıklarına genel olarak baktığımda bu kalemin durmaması gerektiğine hükmediyorum, durmasına üzülüyorum.
Sayın Bekaroğlu'nun yazısını okudum. Kendisi aynı zamanda bir siyasetçi olduğu halde bu yazıda taraf tutmadığını, samimi ve tutarlı bir nefis muhasebesi yaptığını gördüm. Dost acı söyler, bu söylenenler üzerinde herkes düşünmeli, vicdanı rahatsa Allah'a şükretmeli, değilse tövbe ederek inanç ve iddiası ile tutarlı hale gelmeye gayret göstermelidir.
Sayın Bekaroğlu'nun yazısında katılmadığım birkaç noktaya burada temas etmeyi uygun buldum. Şöyle diyorlar: "... Bir kısmı da bu duruma fetvalar üretti: "Enflasyon oranında faiz alınabilir, kar ortaklığı faiz sayılmaz, başörtüsü esastan değildir... Evet, Müslümanlık için mutlaka iktidara gelmek gerekiyordu. İktidar için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. İktidara gelmek için gerekenleri yaptık ve iktidarı elde ettik, iktidar da Müslümanlığımızı elimizden aldı götürdü."
Bana göre:
1. "Enflasyon oranında faiz alınabilir" cümlesi yanlıştır; enflasyon oranındaki fazlalık faiz ise alınamaz, faiz değilse buna "faiz" denemez. Banka ile mevduat yatırma, kredi alma gibi faizli işlemler yapılamaz. Yapılırsa, alınan faiz enflasyondan az da olsa bunu almak caiz değildir, çünkü başta faizli akit yapılmıştır ve yatırılan parayı banka reel faizli kredi olarak müşterilerine vermiş, elde ettiği faizin bir kısmını da mevduat sahibine intikal ettirmiştir.
Banka dışında borç ilişkisi kurulduğunda borçlu, nakit borcunu vadesinde ödememiş olursa, ödediği zaman enflasyon farkını da ödeyecektir; işte bu farka faiz denemezi bu sadece bir rakkam farkından ibarettir, borcun satınalma gücü (bu mânada değeri) bakımından bir fazlalık yoktur.
2. Kâr-zarar ortaklığı akdi yapmak caizdir ve kâr faiz değildir. Ortaklık islâmî bir alternatiftir.
3. Başörtüsü "esastan" değildir diyen bundan "usulü" yani dinin "inanç kısmını" kastediyorsa; yani "kadının başını örtmesi itikad alanına değil, amel (fürû) alanına girer, bunu kasten ve meşru mazeretsiz terkeden bir kimse de dinden çıkmaz, yalnızca günah işlemiş olur..." demek istiyorsa söylediği doğrudur. Ama bu söz, başörtüsünün "önemsiz, olmasa da olur" bir şey olduğu mânasına gelmez, gelmemelidir.
4. "...iktidar da Müslümanlığımızı elimizden aldı götürdü" şeklindeki hükme de katılmıyorum, "müslümanları uyarmak için abartılı bir ifade kullanılmış, bu konuda hüküm vermek için henüz erken..." diyorum.
Şiir'le yol arkadaşlığı kuranlar, İsmet Özel'i, onun keskin yön değiştirmesini de bilirler. Herkesin olduğu gibi Özel'in de seçme konusundaki istencine karışılamaz; hem ideolojik bağlamda, hem dinsel bağlamda. Ama bu her çark edişte, bir önceki seçtiği yerin insanlarına acımasızca saldırma hakkını vermez ona. Bu saldırı ateşini, karşı tarafa geçtiğinde hangi Amentü'yle söndürebilir; düşünmeliydi, düşünmedi!
Özel, 1969 yılının Aralık ayında, "Devrimci Genç Şairler Savaş Açıyor" başlıklı açıkoturumda, devrimci şiir adına dönemin şiirine ve şairlerine karşı çıkar. Yanında, "Halkın Dostları" adlı dergiyi birlikte çıkardığı arkadaşı Ataol Behramoğlu ve Süreyya Berfe ile Özkan Mert de vardır. Özel, İkinci Yeni şiirini kıyasıya eleştirir:
"... Gerçekten de Türkiye edebiyatında bugün iki tür gericiliğin sözü edilebilir. Bunlardan birincisi sağcı, idealist düşüncenin uzantısı, kokuşmuş bir edebiyattır. (...) Bir de gerici gibi görünmediği halde gerici olan bir başka edebiyat anlayışının varlığı görülmektedir. Bu da kendini hayatla yenileyemeyen, hayat tarafından eskitildiği için gerici olan edebiyattır. (...) İleri sanat, emperyalizme karşı döğüşte yerini alırken, bu arada yeni bir kültür ve ahlâk da oluşturmak zorundadır. Bizlerin, bu görevleri yerine getiremeyecek olan gerici, dejenere edebiyata karşı çıkarken getirdiğimiz, önerdiğimiz yeni değerler vardır. Burada bize kaynaklık edecek olan şeylerin başında, halkımızın değerleri gelmektedir." (1)
İkinci Yeni'yi gerici olarak nitelendiren Özel, bu akımın önde gelen şairlerine de ağır saldırılarda bulunur. Onların Lautréamont'dan, Apollinaire'den, Pound'dan yararlanarak şiir dünyası kurmaya giriştiklerini söyler ve Halkın Dostları dergisinin 1970 yılı mart sayısında şunları yazacaktır: "... ne bu toplumların gelişimi, ne diyalektiği, ne de kendi toplumunun varlığından, T.S. Eliot'tan haberdar olduğu içindir ki sonuçta şiirin yeni tadından duyduğu heyecan dönemi geçince ya Turgut Uyar gibi toplumun tutucu, gerici safında yer alıyor, ya Cemal Süreya gibi niteliksiz bir anlama bel bağlıyor, ya da Edip Cansever gibi bir şiir fetişisti olup çıkıyor." (2)
Kuşkusuz İkinci Yeni de her şiir akımı gibi eleştirilmez değildir. Dönemin bir çok şairi ve daha sonra gelen şairlerce de eleştirilmiştir. Açıkoturumda, onunla birlikte konuşan arkadaşları gibi o da, bu eleştirileri (!) yapmadan önce İkinci Yeni doğrultusunda şiirler üretmiş olmasına rağmen, en acımasız saldırılar ondan gelmektedir. Yazımızın bu bölümünde, dönemin tanıklarından Asım Bezirci'nin bir yazısına (3) kulak verelim:
"Özel, faşizme karşı direnmesi, yolundan sapmaması için Ataol Behramoğlu'na öğütlerde bulundu, 'Yıkılma Sakın' şiirini yazdı.
"Yılgı yanımıza yanaşmazken Bizi kıvıl kıvıl bekliyorken hayat Yıkılmak elinde mi?"
Behramoğlu, üzgülere göğüs gererek arkadaşını utandırmadı, fakat 'budandıkça fışkırdığını' söyleyen Özel, iki yıl geçmeden toplumcu inancından cayarak sağcı dergi ve gazetelerde yazılar yayımlamaya başladı."
Özel'in, konuşmalarında sıkça vurguladığı faşizmin 12 Mart'ı gelip çatmıştı.
O, yüksek sesle dillendirdiği devrimciliğini terk edecek ve kendi sözleriyle, "12 Mart 1971 müdahalesiyle doğan siyasi rejim, bağlanma kavramıyla köktenci bir hesaplaşmaya girmesine" neden olacaktı.
İslamcı bir şairdi artık ve Sezai Karakoç'un Diriliş dergisinde yayımlanan Amentü'sü, bu doğrultuda yazılmış şiirlerden biriydi.
Mehmet H. Doğan, bu noktadan sonraki şiir serüvenine ilişkin, yıllar sonra şu değerlendirmeyi yapıyordu:
"... 1971'den sonraki kesin dönüşten sonra şiirinde önce nicelik, daha sonra da nitelik yönünden düşmeler görüldü." (4)
Milli Gazete'de yazmaya başlayan İsmet Özel, İslamcı kesim tarafından, sol'a karşı, hidayete ermiş bir büyük şair olarak lanse edildi. Geçmişte sol adına keskin sözler söylemiş ve "Evet, İsyan" demiş bir şairin durumundan kendilerine artılar çıkarır olmuşlardı. Öyle ki, Sivas katliamını onaylayacak kadar sivri bir tutum içine girmişti. Bu kadarı da, bir çok çevre için şaşırtıcıydı.
Sivas yangınında yaşamını yitiren Asım Bezirci, Özel'in yıllar önce yaptığı, "... Doğrusu, Türk şiirinin halsizliğini gençler meselesi olarak anlamak yanlış. Genci de, yaşlısı da içinde olmak üzere, kelimenin her iki anlamıyla da 'parazit' bir şiirle karşı karşıyayız bugün" (5) şeklindeki eleştirileri karşısında, "... Özel, yoksa -sık sık yaptığı gibi- bu keskin yargısından da sertçe dönecek mi?" (6) diye soracaktı.
4 Ağustos 2003 tarihinde Milli Gazete'deki "Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı" başlıklı yazı ile başlayan dönüşten sonra, en taze ve ayrıntılı değerlendirmelerini Milliyet Gazetesi'nde açıkladı:
"... Türk toplumunun kültürel değeri zaten İslâmiyettir. O yüzden de İslami siyaset yapan insanlar hazır bir şeyi kullandıkları ve bu yüzden de sosyalistler gibi harç taşımak zorunda olmadıkları için bu hareketi kullanmakla geçirdiler vakitlerini. Sosyalistler, mücadelelerinde büyük sıkıntıya girdiler, öbürleri ise sıkıştıklarında hemen 'Tamam, ben savunmuyorum, zaten bu İslamdır' deyip bıraktılar. Sosyalistler, İslamcılardan daha samimiydi. İslami hareket, sadece pastanın peşinde." (7)
Yıllar sonra, İsmet Özel'in sözleriydi bunlar. İki tarafta da yer almış bir şairin sözleri.
Asım Bezirci, "... bu keskin yargısından da sertçe dönecek mi?" diye sormuştu ya...
"Döndü" diyenlere yine de sormalı:
"Döndü mü acaba?"...
KAYNAKÇA:
(1) Ant Dergisi, 2.12.1969, 16.12.1969... (2) Halkın Dostları, Mart 1970... (3) Yazko Edebiyat, Ekim 1982... (4) Yüzyılın Türk Şiiri, 2. Cilt. S. 387... (5) Sanat Olayı, Ocak 1982... (6) Yazko Edebiyat, Ekim 1982... (7) Edebiyat ve Eleştiri, Eylül 2003'ten aktarım...
· İSLAMİ MEDYADA TENEZZÜLEN YAZDIM BENİM ONLARA TEK KURUŞ BORCUM YOK / RÖPORTAJ: NURİYE AKMAN
(14 Eylül 2003 - Zaman)
İsmet Özel, Faydasız Yazılar kitabında Chuang Tzu'nun peşinden giderek meyveleri için dallarını kimsenin taşa tutmadığı, çok budaklı olduğundan marangozların kesmeye değer bulmadığı, dokusu gevşek olduğu için yakmaya da yaramayan, kimsenin bahçesine dikmek istemeyeceği, şehrin bulvarlarına sokulmayan bir ağaç olmak istediğini anlatmıştı.
Kıraç bir ıssızlıkta, bunalmış bir yolcu, dibinde oturacağı, sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye ferahlarsa bunun ona yeteceğini söylüyordu.
Bu uzun söyleşi, bu portrenin bir izdüşümü oldu sanki. Okurlar, İsmet Özel gerçekten faydasız bir ağaç olabilmiş mi? Yoksa 'Meyvem var diye taşlanıyorum, kerestem mükemmel diye marangozların saldırısına uğruyorum, herkes beni bahçesine ekmek, şehri benimle süslemek istiyor' mu dediği test edilsin. Milliyet'ten Ahmet Tulgar'a İslami kesimden koptuğunu açıkladıktan sonra ortalık birbirine girmiş, soldan, sağdan ve de ortadan pek çok kalem bunun ne anlama geldiğini sorgulamıştı. Bu söyleşi İsmet Özel'in ruhunun temel koordinatlarını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor ve yeni tartışmalara aday görünüyor. İsteyen onun dev egosuna takılır, isteyen İslamcılıkla ilgili sözlerinin içeriğine kafa yorar. Sadece şunu söyleyeyim; söyleşi boyunca çok neşeliydi, öfkesini coşkuyla yansıttı, en mahrem sorulardan kaçmadı. Öyle ki ben daha ileri gitmekten çekinip bir noktada durmak zorunda hissettim kendimi. Söyleşi bitiminde, Türk sanat müziğinin çok ağır parçalarından oluşan bir dizi şarkı söyledi. O an, masum bir çocuk gibiydi...
Demek İslami kesimle yollarınızı ayırdınız, öyle mi? Bu eyleminiz, aşağıdakilerden hangisini kapsıyor? A) Bu kesimden insanlarla görüşmemek, B) Bu kesimin yayın organlarında görünmemek, C) Ne halleri varsa görsünler deyip İslami sorunlar üzerinde düşünmemek, D) Merkez medyaya kucak açmak, E) Sadece şiirle ilgilenmek.
Merkez medyaya kucak açmak, küçümseyebileceğim bir şey. Asıl beni bir ahlaki zaaf içinde göstermek isteyen insanların ne halleri varsa görsün diyorum. 59 yaşındayım, itibarlı çevrelere girmek için birçok imkanla karşılaştım. Hiç umrumda olmadı. Ben bir zaman, birileri tarafından itilip kakılmışım da, şimdi, birilerinin imkanlarına mı talibim yani? Asla. Ben tenezzülen, lûtfen yazdım.
Bu ne kibir böyle?
Yıllarca insanlar bana 'Buralarda neden yazıyorsun?' diye sordu. Benim çapımda bir yazarın, o yayın organlarında görülmesi zaten şaşırtıcı bir şeydi. Bu sadece kalite değil, aynı zamanda tutum meselesidir. Yazı yazdığım yayın organlarının politikasıyla benim yazdığım şeyler arasındaki konu, tavır, üslup farkına bakın. Ben fiilen kaç kere yazmayı bıraktım. Ama hayatımı idame ettirmem için bir yerden para almam lazım ve yıllarca yaptığım öğretmenlik de bunu bana sağlamadı.
O zaman nasıl, size ekmeğinizi veren yerde tenezzülen yazdığınızı söylersiniz?
Kim benim ekmeğimi vermiş? Rezzak olan Allah'tır. Ben merkez medyada da çalışabilirdim. O zaman onlar mı benim ekmeğimi vermiş olacaktı? Diyelim bir bankada veznedarım. Bana teslim edilen paraları iç etmedikten sonra, banka idaresinin bana ödediği para lûtfen mi olmuş olur? Hem ayrıca alacaklıyım ben o insanlardan.
Ne alacağınız var?
Ben yıllarca onlara 'İsmet Özel bizim gazetemizde yazıyor' deme imtiyazını bağışladım. Onlar beni beslemek yerine, ben onlara yayın imkanlarının bir şekilde tezkiye edilmesini sağladım. Yıllarca insanlar, bana müracaat etti. Kimileri gelip, dizi konuşmalarının ilkini benim yapmamı, birinci sayıda mutlaka yazımın olmasını istedi. Dolayısıyla onlar bana borçludur. Benim onlara kuruş borcum yok.
Kopmak için neden bunca yıl beklediniz?
Ben sadece sabrettim. Taşmayan sabır sabır değildir, o tahammüldür. Ben o insanların kalitece yükselmelerini bekledim. Ve nitekim, Milli Gazete'yi yazılarımı bastığı için, düşünce özgürlüğüne saygılı bir yer olarak kabul ettim. Hatta şöyle bir olay oldu: Necmettin Erbakan, 'Atatürk sağ olsaydı, Refah Partili olurdu' dediği günün ertesinde, ben Milli Gazete'de şu başlıklı bir yazı yazdım: 'Atatürk sağ olsaydı, İsrail'i durdurur muydu?' Bu, okuyucunun tepkisini çekti. Hatta bir kısmı gazeteye telefon edip, 'İsmet Özel aleyhinde imza toplayalım' teklifinde bulundu.
Bardağı ne taşırdı?
Bardağı, MSP, RP, SP çizgisinin ve tabii AKP de bunun içinde, siyasi bakımdan nasıl bir tezgâhın ürünü olduklarını izah eden bir yazımı Milli Gazete'nin basmakta tereddüt etmesi taşırdı. 'Bu İsmet Özel'in yazısı, ne olursa olsun basılır.' Böyle düşünmelerini beklerdim. Erbakan'ın uyguladığı bir sansür yok. Bilakis, bir keresinde bunlar benim istediğim parayı vermeye cesaret edemediler, Erbakan'a danıştılar, o da rıza gösterdi.
Ayrıldıktan sonra 'Niye ayrıldın?' dedi mi size Erbakan?
Demez. Tam tersine, Erbakan'la bir anlaşma alanımız yok. İsmet Özel isminin bir prestij ürettiğini biliyor, ona itirazı yok. Siyasi kamp bakımından da benim ona muhalif olan bir kampın bir elemanı olmadığımı da biliyor tabii. Erbakan'la bir sorunumuz yok.
Milli Gazete'deki tezgâh nedir?
Türk siyasi hayatındaki ihtiyaçlara cevap verecek bir mekanizmanın bir parçası, siyasal İslam dediğimiz şey. 1973'te AP oylarının bölünmesi gerektiği için MSP'ye yol verildi mesela. 80 sonrasında neyi dolduracaktı, onu tekrar tartışmamız lazım.
Saadet Partisi ile AKP arasında bir fark var mı?
Arada bir fark var. Birisi iktidarda, diğeri değil. İktidarda olduğu için birileri bazı imkanları kullanıyor, öbürleri sanki biz olsak başka türlü yapardık gibi karşılıyorlar. Ben genellikle AKP'nin bir siyasi parti olduğu ve birtakım görüşlerin savunmasını üstlenerek ve bu görüşler adına iktidara geldiği fikrini taşımıyorum. Belli güç odakları tarafından kendi uygulamalarına vesile olabilecek bir kadroyu, daha doğrusu kadrolaşma diyelim... Hazır bir kadro yoktu. Bunlar belli örgünün birer parçaları. Mesela ANAP'lı bir dalga oldukça baskın, MSP'den ziyade. O mânâda ben AKP'yi bir siyasi görüşleri billurlaşmış insanların faaliyetlerinin bir sonucu olarak değil, bir emir yerine getiren konumda görüyorum.
Kimin emrini?
Onu olaylarda görüyoruz. Mesela Irak'a asker gönderme meselesi, gündeme geldiğinde kararsızlığı ortaya çıkan; ama AB konusunda yapmayacağını bırakmayan bir performans sergiledi AKP. Bu demektir ki, sözünü dinlediği bir merkez var.
Türk derin devletini mi?
Ben Türkiye'de devletin, hiçbir derinliği olmadığı kanaatindeyim. Derin olmayan ama birçok unsurun etkilediği bir ortam var. Pervasız olarak bir politik çizgi sunmuyor AKP. Net olarak şöyle yapabilir, sınırları şudur diyemiyoruz. Kendisine bir şey söylenirse ancak yaptığını çıkarıyoruz buradan.
Daha önce de Gerçek Hayat'taki yazılarınıza son vermiştiniz. Oradaki problem neydi?
Onlar beni sadece bir malzeme, bir flaş isim olarak gördü. Ben Gerçek Hayat'ın önerisi üzerine, 'Toparlanın, gitmiyoruz' konuşmaları yaptım. Bunlar, Gerçek Hayat'ta özetle dahi olsa yansıtılmadı. Ki o konuşmalara giriş bileti, Gerçek Hayat'tı. Yeni Şafak'taki problemim de, gazetenin Müslüman olmayan yazarlarına tanıdığı hem maddi, hem manevi yer olmuştur.
Orada Hıristiyan yazar mı var?
Müslüman olmayan deyince Hıristiyan mı anlıyorsunuz?
Bir kulun Müslümanlığını başka kulun ölçmesini doğru mu buluyorsunuz?
'Ben Müslüman kimliğimle öne çıkıyorum' demeyen yazarlar diyelim. Yeni Şafak gazetesinin ortaklarından birinin, gazetede alenen, 'Bundan böyle İslamcı bir gazetede çalışıyorum demeyeceksiniz' dediğini de biliyoruz.
Siz sadece bir yazarsınız. Gazetenin bütün yayın politikası ile ilgili kararı sizin vermenizi nasıl beklersiniz? İstediğine yazdırır. Size ne? Yazınızı yazın geçin.
Tamam helal olsun, ben Yeni Şafak ile o gün bana verilen ücretlerin en üstünü, yani yazarlara ödediklerinin üstünde, üstelik bir misli para vermesi şartıyla kabul etmiştim. Bir yıl sonra zam yapılması gerekti. Yüzde 30 herkese zam yaptılar ve bana yapmadılar. Alenen yüzüme dediler ki: "Biz filanca yazara yüzde yüz zam yapıyoruz, ama onun aldığı, senin almakta olduğuna hâlâ yetişmiyor." Ben de onlara dedim ki: "Ben bu para için yazıyorum, para için yazmıyorum." Çünkü o sırada borçlarım vardı. Ondan sonra birkaç yıl daha sürdü Yeni Şafak'ta çalışmam.
Yani zamsız yazmaya devam ettiniz.
Yo yo hayır. Onlar yaptılar zammı. Ne münasebet? Hiçbir zaman kendimi birilerine mecbur hissetmedim. O yüzden de ayrılmam çok şaşırtıcı olmamalı.
Milli Gazete'den ne alıyordunuz?
En son 635 milyon alıyordum.
İslami kesimden ayrılmanın diğer şıklarına dönelim mi?
İslami kesimle ilişkim neymiş? Ne zaman kurulmuş, ne yapmışım onlarla ortak da bunu ayıracağız? Ben Müslümanlarla müşterek dergi bile çıkaramadım. Bunu istedim, fakat hiç kimse, bir kişi bile arkamda, yanımda olmadı. Siyasi olarak dönen bir dolap var ve ben bunun içinde hiçbir zaman olmadım. Kendim de bir dolap çevirmedim. O bakımdan çok rahatım, hiç dert değil bana İslami kesimin yayın organları. Kanal 7'de üç sene, haftada bir 'İsmet Özel ile Başbaşa' programı yaptım. Ama onlar hiçbir zaman rahat olmadılar bu konuda. 'İsmet Özel acaba ne der, bizi ne bakımdan zor durumda bırakır' endişesiyle, bir süre canlı olan yayın, kısa sürede bant yayına dönüştü.
Ama bir kurum, her şeyiyle, A'dan Z'ye size göre kendini dizayn edemez ki.
Valla edemez ise çok kaybeder.
Siz de kaybedebilirsiniz.
Ben niye kaybedeyim ki? Bir şey elde etmek istemişim de başarısız mı olmuşum? Türkiye'nin ileri gelen ailelerinden birine mensup değilim. Herhangi bir yarışmada birinci gelmedim. Benim İsmet Özel olmamda, Türkiye'nin tutacağı istikamet açısından sıhhatin nerede olduğunu bilip, ona göre zahmet çeken bir kimse olmanın harcı var.
SOSYAL BİR ÇEVREM HİÇ OLMADI
O kesimden insanlarla görüşmeyi de bıraktınız mı?
Benim sosyal bir çevrem hiç olmadı. İnsanlarla temas ettim, ama o insanlar baktılar ki, bu adamla işleri devam ettirmenin fiyatı çok yüksek.
Nedir o fiyat?
Yaşadığımız ortamın eleştirisini üstlenme fiyatı. Yani perhiz yapacaksınız ve lahana turşusu yemeyeceksiniz. Bu perhiz çok ağır geldi insanlara.
İslamcılığı terk ettiniz mi peki?
Hayır, ben sözlerimi İslamcılığı terk edenlere karşı söyledim. İslamcılarla eğer aramda bir mesele varsa onların İslamcı olmayışı yüzünden.
Onlardan kopuşunuzu medyatik bir gösteriye dönüştürdüğünüz yolunda eleştiriler oldu.
Valla bunu eleştiri kabul etmek doğru değil, bu bir tespit.
Niye böyle bir gösterişe ihtiyacınız var?
Gol atmak için.
Vay be! Bu ne hınç?
İçimdeki kırgınlık, bu hıncın daha üstünde. Çocuklarımın başkalarının çocukları yanında daha az imkanlar içinde büyümelerine sebep olacak bir aralıkta yaşadım hayatımı. Çocuklarımın hakkını yedim bir bakıma.
İslami medyada yazıp az para alarak mı?
Tabii. Davama sadık kalmaktan pişman değilim. Ama insanlar orada burada kuyruk sallarken ben belli bir yolu yürüdüm. Hem de ayak seslerimin duyulacağı bir şekilde.
· VAKURUM, ASLA KİBİRLİ DEĞİLİM! / RÖPORTAJ: NURİYE AKMAN
(15 Eylül 2003 - Yeni Şafak)
Ahmet Tulgar'ın söyleşi diye sunduğu şey, düz bir metindi. Orada bir çarpıtma var mıydı?
Orada birçok çarpıtma var. Mesela, benim sosyalistlerle İslamcılar arasında bir kıyaslama yapıp, sosyalistleri daha samimi adlandırmam konusundaki çarpıtma. Ben şöyle dedim: Herkes Türkiye'de siyaseti, Türkiye'nin alacağı siyasi resim doğrultusunda yapıyor. Sosyalistler, 'Bir gün Türkiye sosyalist olacak, ben de burada bir yer kapayım' diye, Müslümanlar da 'Bir gün Türkiye İslami bir yer olacak, ben de burada bir yer kapayım!' diye siyaset yaptı. Herkes aslında dünyalığa talipti. Ben bunu söyleyince Ahmet Tulgar araya girip, 'Ama.' dedi, 'Sosyalistler daha samimi değiller miydi İslamcılara göre?' Ben bunun üzerine dedim ki, oradaki fark, sosyalizmin Türkiye'de Batılılaşmanın vicdan azabı olması yüzündendir. Orada yazıldığı gibi Batı'nın vicdan azabı demedim. Sosyalistler, bir bina kurmak üzere, kendi yaptıklarının isabetli olduğunu kanıtlamak için buraya harç taşımak zorundaydı. İslamcıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü, hazır bir İslami kültür var. Türk toplumunun başka bir kültürü yok. İslamcıların bunu istismar etmeleri daha kolay. Sosyalistler ise sosyalizmin haklılığını, Türkiye için yararlı olduğunu göstermek için birçok malzeme taşımak zorundalar buraya. Bir İslamcının, İslamiyet'in Türkiye'nin lehine olduğunu göstermek için birtakım malzemeler taşımasına ihtiyaç yok. Böyle bir fark var arada dedim. Ama bu böyle yansımadı.
Neden tekzip yoluna gitmediniz?
Dedim ya, goldü bu zaten. Milliyet gibi bir gazetede böyle birinci sayfada, Pazar eki bile olsa benim böyle beyanlarımın olması benim için yeterliydi.
Neden Milliyet'i bu kadar önemsediniz?
Milliyeti mi önemsedim? Yok canım, Ahmet Tulgar benimle ilgili bir mülakatı yapmaya razı olacağını bildiğim için ve o da Milliyet'te çalıştığı için. Yani Hürriyet'te olması biraz rahatsız ederdi beni.
Patronları aynı, ne fark eder ki?
Ne bileyim, yani hava meselesi biraz.
Dergah'ta yayınlanan Of Not Being a Jew adlı şiirinizde Müslümanlar arasında kendinizi diasporada bir Yahudi gibi hissettiğinizi öğrenmiştik: "Yükün ağır / He is so heavy / Just because his your brother / Kardeşlerin pogrom sana / Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan." Bu kadar trajikti yani sizin durumunuz?
Evet ama, bu sadece Müslümanları kapsayan bir şey değil, Türkiye'de yaşayan hatta Türkiye'de yaşamayan Türkiye kökenli insanları bile kapsıyor.
Bu şiir 93'te yayınlandı. On yıl daha beklediniz, köprüleri atmak için.
Köprüleri atmak yanlış. Bir köprü kurmuş değiliz.
Ama kurmuş gibi davrandınız.
Türkiye'de İslamiyet'in posası çıkmak üzere kullanıldığı bir dönem var. Ve ben bu dönemde 'Bu, posası çıkarılacak bir şey değildir'in mücadelesini tek başıma veriyorum. 'Müslüman'ım' diye ortaya çıkan insanları işe yaramaz hale getirmek üzere bir siyasi program uygulandı. Ben bu programın başarısızlığa uğraması için çaba sarf ettim. Benim son yazdıklarıma, 'Vay canına herif neler söylüyor!' diyenler, merak edip, önce yazdıklarıma baktı ve 'Aaaa adam zaten bunu söylüyormuş.' dedi. Bu mücadelemin farkına varmayan insanlarla köprü mü kurmuş oldum ben şimdi? 'Hey ahmaklar' dedim ben onlara. İşin rengi, sizin bildiğiniz gibi değildir. Bunu dilimde tüy bitene kadar söyledim. Dilimde tüy bittikten sonra da artık yeter dedim.
Ama 'tenezzülen yazıyor olmak', o tevazudan yoksun oluş, yazılarınıza siniyordu demek ki.
Ben tevazuyu elden bırakmadım. Tevazu, insanın kendi yerini bilmesi demek.
Lizy Behmeoras'a dediniz ki, 'Müslümanlıkla ilgili aşkın gerçekleri bir Müslüman'la konuşamıyorum.' İyi ama abi, 'En hakiki Müslüman' sen misin?
Ben 'Türkiye'de Müslüman var mı?' sorusuna hep şöyle cevap verdim: Aynaya baktığım zaman bazen görüyorum.
Kendiniz bile her zaman Müslüman değilsiniz yani.
Ben kimseyi tekfir etmiyorum, bu dince haramdır. Pekala bütün Müslümanlar yanlış bir rüzgara kapılmış olabilir, ki bu kanaatteyim. Ben hayatının orta yaşlarında İslamiyet'i seçmiş bir insan olarak çok daha bilinçliyim birçok insandan. Yıllar önce, İzmir İlahiyat Fakültesi'nde konuşuyorlar. 'Niye İsmet Özel, İslamiyet'e bu kadar kıskançlık gösteriyor?' diyor biri. Öteki şöyle diyor: 'Herkesin gözü görüyor. Ama gözü sonradan açılmış olan adam mı gözüne ihtimam gösterir, yoksa doğuştan beri zaten görmekte olan adam mı?'
Sık sık Hz. Ömer'i örnek göstermekten hoşlandınız.
Çünkü Hz. Ömer, İslam'a büyük bir düşmanlık gören bir yerden, İslam aleyhindeki her şeye büyük bir rahatsızlık duyan bir noktaya geldi. Dolayısıyla hiç umrumda değil. İnsanlar, 'Sosyalistti, İslamcı oldu, şimdi de Türkçülük tellerini çalıyor' diyorlar. Hepsi salakça şeyler. Komünist olmam, bugünkü durumumla tıpa tıp yerine oturan bir şey. Ben pozitivist kültür içinde yetişmiş bir insan olarak, o gün komünist olmadığım takdirde, bir gün Müslüman olamayacaktım. Ben de onlara söylüyorum: 'Behey salaklar, ben komünistken siz niye değildiniz? Ben sosyalist değilim demedim hiçbir zaman. Sosyalist olmayı geride bıraktım dedim. O zaman, 'Hah İsmet Özel bak, sen bu kadar zaman vakit kaybettin. Biz bu sırada buradan buraya gelmiştik, gel bunu sana gösterelim' diyemediler. Tam tersine, ben ihtida ettikten sonra, onlara 'Bakın kardeşim, oradan buraya gelmek lazım' diye yol gösterdim.
'Niye o zaman onlar komünist olmadı?' sözünü açmak lazım. Yani dinlerini mi bıraksalardı?
Dinlerini bırakmaları gerekmiyormuş demek ki. O sırada Türkiye için sosyalizm, bugün Irak'taki işgale 'hayır' demek gibi bir şeydi.
Bunun için sosyalist etiketine gerek var mıydı?
Eee... Yok işte, görüyorsunuz. O gün Müslüman kimliğinde olmak, kirli ilişkiler içinde olmaktan ayrılamıyordu. Benim verdiğim karar, bunun üzerine zaten. Şimdi de ayrılamıyor. Ben niye, bu kadar ter dökeyim, gırtlağımı yırtayım yani?
O şiirin sonunda 'Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön' diyorsunuz. Ev neresi, nereye dönüyorsunuz şimdi?
Oradaki sıralama içinde eve ve şarkıya dönmenin, kalbine dönmedikçe, bir üretken alan türetemediği tezi işleniyor. Eve dönmek, ülkesinin asli kültürüne dönmektir. Şarkıya dönmek, insanlık için söylenebilecek en güzel şeyi terennüm etmektir. Bütün bunlar kalbe dönmenin aşamalarıdır.
Kalp dediğiniz vahiy mi?
Hayır, Kâbe. Vahiyle, Resullullah'a inen vahyi kastediyoruz. Ama Kâbe'yi Hz. İbrahim yaptı. Ve Kâbe kalp şeklindedir.
Kare şeklindedir.
Benim Muhammed Hamidullah'tan öğrendiğim şekliyle o kalptir. Köşelerden birisi bükümlüdür, ilk yapıldığında mı artık, bakmak lazım metne.
Hep anlaşılamamaktan yakınıyorsunuz ya, şöyle düşündüm. Foucault, Joyce, Baudrilliard, Lacan da çok zor okunan, çok ağır metinler yazan insanlar. Ama hiçbiri sizin gibi anlaşılamamaktan yakınmadı. O kadar öfke dolu olmadılar insanlara karşı. Siz niye böylesiniz?
(Gülerek). Bu entelektüel sahtekârlıkla alakalı bir şey. Bu adamların hepsi şarlatan.
Hadi ya!
Çetin metin yazıyor olmaları, lafı eveleyip gevelemelerinden dolayı. Yoksa sarahaten bazı şeyleri söyleyebilirler, cesaret edemiyorlar. Politik yerlerini tespit ettiğiniz zaman, bunların şarlatanlığını fark edebiliyoruz. Habermas, NATO kuvvetleri tarafından Belgrad'ın bombalanmasının yerinde olduğunu, çünkü Belgrad'ın vahşet odağı olduğunu söylüyor. Daha geçenlerde yine Habermas bir metin yazdı. Bunu da Derida imzaladı. O zaten şarlatanların başı. Bu imzaladıkları şey de, Irak'taki işgali haklı görmek. Baudrilliard dediğiniz adam, Fransız devletine Birinci Körfez Savaşı sırasında danışmanlık yapan adam. Faucoult, Halkın Mücahitleri'yle iş tuttu İran Devrimi'nden önce. Erken öldü. Yaşasaydı ne herzeler yerdi bilmiyoruz. Lacan'ın numarası çok daha derinlerde. Onu söylemeyeceğim. Söylersem işin büyüsü bozulur. Merak etsin millet.
James Joyce'a nasıl şarlatan dersiniz?
James Joyce bugünleri göremeden öldü yazık. James Joyce şarlatan değil. Tam tersine şarlatanlık postmodernlere mahsus.
Siz sanki hayal kırıklığına uğramaktan gizli bir mutluluk duyuyorsunuz. Çünkü herkes sizi anlarsa elinizde onları eleştirme gücü kalmayacak.
Bu kesinlikle doğru. (Gülmeler)
O zaman niye 'anlaşılamıyorum' diye afra tafra yapıyorsunuz?
Ben yanlış anlaşılmayı bile nimet kabul ediyorum. Rahatsız olduğum şey, beni yanlış bile anlamıyorlar, hiç anlamıyorlar şeklinde. Yoksa beni gerçekten anlayacak olsalar, hiç konuşmam. (Gülüyor)
Siz anlaşılmak istediğinizden emin misiniz?
İnsan anlaşılmak ister mi? İnsan ancak sevgilisi tarafından anlaşılmak ister ve bu da mistik bir şeydir. İnsan, 'Rabbim Allah' dediği andan itibaren, yaratıcısı ile kendisi arasında bir sır doğar. Bu sır mutlaka saklanmalıdır. Ve bu anlaşıldığı zaman insan kalitesizleşir. O yüzden beni hiç anlamıyorlar. 'Beni bari yanlış anlayın' diyorum.
Ama canım söz oyunu var burada.
Tabii. Söz oyunu nasıl olmasın? Oyunsuz nasıl yaşanır? Ayet-i Kerîme demiyor mu ki, 'Dünya bir oyundan, oyalanmadan ibarettir' diye. Wittgenstein ne demiş, 'Language games', yani dil oyunları.
Bu kadar dil oyunu yaparsanız, samimiyetiniz sorgulanır hale gelir.
Samimiyetimi sıkıysa sorgulasınlar. Ben gençlik yıllarımdan beri edindiğim tecrübe sonucunda, işkence altında söyleyecek sözümün olmaması dikkatini gösterdim.
Başkalarına durmadan çuvaldız batırıp bir iğneyi bile kendinize çok görmekte hastalıklı bir taraf yok mu yani?
Ben buluğa erdiğim zamandan itibaren yaşamanın dayatmalara boyun eğmekle değil, seçenekler arasında yaptığım tercihle yürütülmesi gerektiğine inanarak yaşadım. O bakımdan birçok yanlış yaptıysam eğer, bu yanlışların hepsini bile isteyerek yaptım. Yani ayağım kaymadı, bir kaza olmadı. Neden acaba ben her zaman haklıyım?
Çünkü çok kibirlisiniz.
Ben vakur bir insanım, kibirli değilim. Benim vakarımdan başka tutunacağım bir dünyevi güç yok. Babam zengin değil. Param, ilmî kariyerim yok. Onun için benim bir vakarım var, onu da elden çıkarmak istemem.
TÜRKİYELİLİK, TÜRK OLUNMAYINCA GÜLÜNÇ KALIYOR
İslamcılardan sıtkınız sıyrılmasaydı, Türklüğünüze müşteri arar hale gelir miydiniz?
Benim İslamcılığımla, Türkçülüğüm arasında hiçbir mesafe yok. İnsanlar anlamak istemiyor. Başlangıçta Türklükten söz etmek, İslam'dan uzaklaşmak içindir. Batılılaşma serüveni içinde Türklüğünü öne sürenler, İslamcılığı yok saymayı mümkün kılar ümidiyle buna yamanmışlardır. Bize Yahudilerin öğrettiği Türklükten bahsetmiyorum ben. Yaptığım Türklük tarifi şu: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir. Bu adam Malezya'da da olsa budur, Filistin'de de olsa budur, İzlanda'da da olsa budur. Belçika'da bir Türk köyü var. Modern çağın başlarında, kâfir devlet, bir vergi koymuş. Bu köy demiş ki 'Vermiyoruz bu vergiyi.' Devlet bunlara, 'Nasıl olur da vermezsiniz, Türk müsünüz siz?' demiş. 'Evet' demişler, bu fırsatı yakalayıp, 'Evet Türk'üz vermiyoruz.' Türk köyü olarak kalmışlar, bu vergiyi de vermemişler. Bu köy, Türk köyü adıyla hâlâ Belçika'da var. Demek ki kâfirle çatışmayı göze alan herkes Türk'tür.
Özetle Türklük vurgusuyla şu anda Müslümanların emperyalizmle işbirliği halinde olduğuna mı işaret etmek istiyorsunuz?
Emperyalizm ile işbirliği halinde olan Müslümanlar vardır. Olmayanlar da Türk'tür.
Tayyip Erdoğan'ın başlattığı 'Türkiyelilik' tartışmasına ne diyorsunuz?
Türkiyelilik, Türk olunmadığı takdirde gülünç bir şey. Mesela Bulgaristan'daki Türk diyor ki, ben Bulgar değilim, ama ben Bulgaristanlıyım. Bunun manası ne olabilir? 'Ben Türk'üm' dediği anda, Türk olmanın yükümlülükleri var. 'Ben Türk'üm, ama Müslüman değilim' diyen insanlar, bir şeye ihanet ediyorlar. Neye ihanet ettiklerini kendileri keşfetsinler!
İnsanlarla ilişkilerinizde biraz paranoyak mısınız siz?
Biraz değil, çok! Lizy Behmeroas, bana Yahudiler hakkında paranoyam olup olmadığını sordu. Dedim ki, 'Hayır, Yahudiler hakkında paranoyam yok, ben zaten paranoyakım.'
'Delidir, ne yapsa yeridir' sözünden yararlanmak için mi bu yolu seçtiniz?
Bakınız, paranoyak, komplocu, bunlar birtakım namussuzlukları saklama için birilerinin başkalarını suçladıkları şeyler. Bırak o paranoyak! Neden? Çünkü o diyor ki, filanca işi yapanlar, filanca adamlardır. O ilişkiyi keşfetmiş. Adamın yalan söylediğini kanıtlayamıyorsunuz, ne yapacaksınız? Paranoyak diyeceksiniz ona. Ben bu manada bayıla bayıla paranoyakım.
· ERKEKLER ÖKÜZ OLMADIĞI SÜRECE BEN KADINLARA 'İNEK' DİYORUM / RÖPORTAJ: NURİYE AKMAN
(16 Eylül 2003 - Zaman)
İslami kesimdeki imamlık, hocalık, üstatlık, abilik sistemini eleştiriyorsunuz. Yerden göğe kadar da haklısınız. Ama İslam'ı, sizin gibi anlamadılar diye, hırçınlaşarak üstatlık rolüne talip olan siz değil misiniz?
İslami eğitim tarzında hocaya talip olunur. Onun için talebedir onun adı. Ama hoca da talebesini seçer. Yani bir insan, filancadan ders almak isteyebilir, fakat o ders verecek olan da, 'Sen bu dersi almaya müsaitsin veya değilsin' diye karar verir. Hatta tasavvufta, şeyh bazı insanların peşine düşer, müridi olsun diye. Yani çünkü vereceği şeyi o alabilir ancak. Ben şeyhlik, müritlik, üstatlık, ağabeylik sistemini eleştirirken, böyle bir ilişki kurulmadığını, işin tam tersine, hakimiyet ve yararlanma ilişkisi olarak devam ettiğini söylemeye çalıştım. Ben üstat falan olmadım. İlgilendiğim meseleler dolayısıyla uygun çizgiyi tutturacak birisi olsaydı, bunu ret mi edecektim?
Siz ederdiniz valla!
Hayır. Nitekim birçok deneme de benim haklı olduğum şekilde tezahür etti. Tıpkı yayın organlarında olduğu gibi, bireyler de bana yaklaşırken benim havamı, taşıdığım şeyden daha önemli buldular. Şimdi yarım bıraktığım şeyleri tamamlamaya çalışacağım. Çünkü ben bütün bu süreç boyunca, takınılacak tavır konusunda insanlarla yardımlaşmayı, dayanışmayı-elbette benim farkına vardığım şeylerin-onların da farkına varmasını sağlamak için uğraştım.
Ama yine de sizi idol etmelerine müsaade ettiniz. Hiç mi kusurunuz yok bunda?
Başka bir formu yok bunun. Bir adam kahve gürültüsü içinde konuşup, sözlerinin neye değdiğini anlatamaz. Diyelim ki bir kahvehanedeyiz. Herkes patır kütür konuşuyor. Bir adam da 'Biraz sonra bu kahvehane bombalanacak' diyecek. Bu adam, 'Yanındakine söylesene bu kahve bombalanacak' diyemez.
Sandalyenin üstüne çıkıp......
'Susun lan!' der. 'Laga luga yapmayın. Biraz sonra bu kahve bombalanacak!' Böyle demezse hiçbir şey anlaşılmaz. 'Ey muhterem kahvehane sakinleri' diye lafa başlasa herkes ticari kaygılarla böyle konuştuğunu, sirk palyaçosu olduğunu düşünür. Benim de bir şekilde 'Bakın, bu böyledir' demeyi sağlayacak bir üslup tutturmam gerekir.
Bunda, ruhunuzun saygı ve hürmete fazlaca ihtiyacı olmasının bir rolü yok mu?
Yok. Amerikan sosyologlarının haberdar olduğum araştırmalarına göre, politikacılar bu mesleği, daha ziyade anne şefkati arayışı için seçerlermiş. Yakın ilgi bulamadıkları için bunu kitle ilgisi ile telafi etmeye çalışırlarmış. Bu belki isabetli bir yorum olabilir. Mesela Hitler'in Führer olmadan önceki hayatı oldukça karışık. Çok özel sebeplerden dolayı, o siyasi yaklaşımı benimsemiş olabilir. Çünkü J. P. Taylor diye bir İngiliz tarihçisinin söylediğine göre Hitler, en samimi beyanlarını kitleler karşısında yaparmış. Yani Hitler'le konuşmak, onun gerçek görüşünü öğrenmek için yeterli değilmiş.
Sizde de psikolojik bir boşluk var mı?
Varsa bile, benim şiir alanında yaptıklarım, bu psikolojik sorunlarımla baş etmem için yeterlidir. Benim ayrıca bu ideolojik kelam ile bazı şahsiyet problemlerime çözüm aramam, bana göre aydınlatıcı bir bilgi sayılmaz.
Sizin şahsiyet problemleriniz neler ki?
Kendi psikanalizimi mi yapmamı bekliyorsunuz?
Varsa cesaretiniz!
Ben bunları yapıyorum. Ve bu bende kalıyor. Sonra kendimi tedavi etmeye çalışıyorum. Biraz ipucu verin.
O zaman bu sır olmaz. Ben size bir hikâye anlatayım. Anadan doğma bir kör varmış. Ama hayatını iki gözü gören bir insan gibi yaşarmış. Merak etmiş herkes tabii. Ama o, bu konuda hiçbir bilgi vermemiş. Günün birinde kıramayacağı kadar yakın birisi çıkmış karşısına. Demiş ki 'Sen nasıl oluyor da, iki gözü gören bir adam gibi yaşıyorsun?' Ona cevap vermezlikten kaçamamış. Demiş ki, 'Benim, önümde iki tane koç beliriyor. Mesela şu bardağı tutmak istedim değil mi, iki tane koç, bardağın iki yanında duruyorlar, ben ortadan bardağı tutuyorum. Hangi yoldan gitmem gerektiğinde o iki koçun arasında gidiyorum.' Ama sözünü burada kesmiş. Demiş ki, 'Bunları söyledim, koçlardan birisi kayboldu. Bunu söyledim, ikincisi de kayboldu.' Ve adam günün geri kalan kısmını bir âmâ gibi geçirmiş. İnsanın ayakta durmak için kendisiyle ve Rabbiyle sır olan kısmı, başkasına söylemesi, aleyhine olur. Onun için İslam'da bütün hükümler zahire göre verilir. Rüyalar göreni bağlar.
Ama verdiğiniz örnekte sır, pozitif. Ben sizin huysuzluğunuzun sırrını istedim. Yoksa sizin önünüze de size dev aynası tutan şeytanlar mı çıkıyor?
(Kahkaha) Benim önüme çıkan şeytan dünyayı kundaklamaya beni kışkırtıyor.
Özel hayatınızda mutlu bir adam olsaydınız, size sizi yumuşatacak bir kadın eli değseydi böyle bir İsmet mi olurdunuz?
Bu Freud'un sublimasyon yani yüceltme tezi. Freud der ki, 'İnsanlar, sanat eserleri gibi, bilim çalışmaları gibi yüce şeyleri, hayatlarındaki mahrumiyetleri, özellikle cinsel doyumsuzlukları telafi etmek için yaparlar.' Buna gençliğimde ben de inandım. Ama böyle olmadığını Freud'un talebesi Jung'dan öğrendim. O diyor ki: 'Evet, şairler birçok cinsel problemler taşıyan insanlar. Ama aynı problemleri yaşayan insanlar şair olmuyorlar ki.' Yani insanların cinsel tatminsizlik içinde olmaları eğer birtakım davranışları benimsemelerine sebep olsaydı, o zaman o tatminsizlikler kimde varsa onun da bir numara çekmesi lazımdı. Sadece şair olması lazım değil. Mimar olabilirdi. Ama böyle bir şey yok.
Şairliğinizi sorgulamaya ne cüret ederim, ne böyle bir niyetim var. Ama söyleyin, aşkı yaşayan bir insan olsaydınız, bu kadar öfkeli olur muydunuz?
Bilakis, ben bu manada birtakım tatmin fırsatları elde etmiş biri olsaydım belki çok daha cüretkâr ve saldırgan olurdum. Mesela Arapça bilmeyişimi de Allah'ın lütfu olarak yorumluyorum. İyi bir Arapça bilgim olsaydı, şimdi olduğundan çok daha ukala olurdum.
Bundan ötesini ben düşünemiyorum!
Öyle mi? Olsaydı da görseydiniz.
Siz mutsuz bir insansınız, doğru mu?
Çok doğru. Çünkü mutluluğun daha ziyade ineklere yakıştığını düşünüyorum. Saman bulan ineklerin hepsi mutlu olur.
Ama sublimasyonu şimdi yaptınız. Sahip değilsiniz diye küçümsediniz mutluluğu, kendinizi yücelttiniz.
Mutluluğu küçümsediğim yok.
Ama ineklere layık gördüğünüze göre küçümsüyorsunuz.
Boğalar mutlu değil, inekler mutlu.
Mutlu olan boğalar inekliğe mi dönüyor yani?
Herhalde onlar da mutluluğu boğalığı devam ettirmekte bulamayacaklarını anlıyorlar.
Açık konuşun, siz kadınlara inek mi diyorsunuz?
Erkekler öküz olmadığı sürece evet. Çünkü erkek olmasına rağmen öküz, erkekliğini kullanamaz.
Kadınlardan nefret mi ediyorsunuz?
Nefret demeyelim de hınç diyelim. Çünkü ben sevdiğim kızla evlenemedim. Hıncım onun gibilere. İnsan tercih edilmek, seçilmek istiyor.
Ondan yola çıkıp bütün kadınlara hınç mı besliyorsunuz?
Beni seçmeyen bütün kadınlara hınçlıyım. (Gülmeler)
Hiçbir kadını yanınıza yaklaştıracak kadar yüreğinizin sıcak olduğuna inanmıyorum.
Ben de hiçbir kadının benim yüreğime yaklaşacak kadar cesur olduğunu sanmıyorum.
Fırsat verdiniz de yaklaşamadılar mı?
Tabii ki. 'Yanarım' diye çekildiler. 'Bu adamla, onun istediği şekilde bir ilişki kurduğum takdirde ben ne olacağım?' dediler.
Sunduğunuz format neydi?
Kölelik. Bunu gönüllüce, çok arzulayarak yapması lazım.
Eşiniz köleniz olmadı diye mi küstünüz ona?
Köle olmak şöyle dursun, beklediğim yardımı bile alamadım. İyi evlilik kolay elde edilebilen bir şey değil. Bunun yanı sıra çocuklar Allah'ın bize emaneti.
Peki köleniz olmasını istediğiniz kadının siz de kölesi olacak mısınız?
Hayır. Çünkü bir ilişkide iki köle olmaz.
Neden siz değilsiniz köle de, kadın oluyor?
Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de 'Kadınlar sizlerin tarlalarınızdır' diye yazıyor.
Bu, 'kadın köledir' değil ki. Siz oradan ürün alacaksınız, soyunuz ilerleyecek anlamındadır.
Ayet-i kerîme nasıl devam ediyor: 'Onlara istediğiniz zaman girebilirsiniz.' Kadın benim tarlam olacağına kölem olduğu takdirde, daha avantajlı durumda. Çünkü köleyle bir diyalog kurmak mümkün. (Suat Yıldırım'ın mealinde ayetin doğrusu şöyle: 'Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Kendiniz için ilerisini düşünerek hazırlık yapın. Allah'ın haram kıldığı şeylerden korunun ve onun huzuruna varacağınızı iyi bilin.' NA)
Kadınları Tanrı'nın muradı dışında aşağılıyorsunuz. O, böyle adaletsiz olamaz.
Tanrı'nın adaletsiz olduğunu kim söylemiş? Demek ki adalet bu.
Çok hastalıklı bir yorum bu. İstemesem bile, erkeğim benimle olmak istiyor diye buna müsaade edeceğim ha?
İnsanın fiziki zorlukları dışında evet.
Ne diyorsunuz ya siz? Psikoloji diye bir şey var.
Neden bir kadın kocasından bağımsız bir psikoloji sahibi oluyormuş?
Siz delirdiniz mi? Niye olmasın?
O zaman niye onun kocası, niye onun karısı? Evlilik bir birlik değil mi?
Sizin anlattığınız birlik değil ki.
Bir insan evlendiği zaman, evlenmeden önceki insan değildir.
Bu neden sadece kadın için geçerlidir?
Erkek için geçerli olmadığını kim söyledi? Siz bana deseniz de, kadın erkekle beraber olmak istedi, ama erkek onu reddetti. Buna erkeğin de hakkı yok tabii ki.
Köleyse, kadın efendisinden nasıl bir şey talep edecek?
Şarkıda söylendiği gibi, efendi, ihsanını köleden esirgemez.
O zaman niye kadını köle olarak adlandırıyorsunuz da, 'Erkek de onun kölesi olmalı' demiyorsunuz?
Bir iş bir türlü yapılır. Beş türlü yapılmaz.
Bir iş İsmet Özel, bin türlü yapılır.
Hayır, her biri başka iştir onların. Her biçim, başka bir özdür.
Yine söz oyunu. Bir erkeğin kölesi olma mantığıyla hiç işim olmaz!
Erkeğinin kölesi olmayan kadın, o erkekle niçin evlenmiştir?
Eğer böyle bir eşitlik kurduysanız, erkek de kadının kölesi olabilir.
Bunun nöbet defterini kim düzenleyecek?
Onların psiko-kimyaları.
Demek ki kadın ve erkeğin birliğinin üstünde bir makam belirliyorsunuz siz.
O sizi ilk başta reddeden harika kadın, belli ki köle olmak istemedi. Aferin ona. Ama siz Bir Yusuf Masalı'nda acı acı feryat ediyorsunuz, 'Gel ey kadın beni bul' diye. Kalbinizin soğukluğunu giderecek bir kadın arayışı bu kitapta çok belirgin. Ama siz 'bulunan' olmayı tercih ediyorsunuz. Arayıp bulmaya cesaretiniz yok.
Vaktim yok. (Gülüyor) Belki cesaretim de.
Çünkü rekabete girmek istemiyorsunuz.
Kesinlikle. Bunun da tabii psikolojik, derin sebepleri vardır.
Oralara girmeyeyim artık. Özetle ihtiyacım yok diyorsunuz kadınlara.
Yahu altmış yaşıma geldim ben. (Gülüyor)
Allah Allah. Her şey cinsellik değil ki. Bir paylaşımdır, bir şefkattir.
Her şey cinsellik değildir ne demek? Walt Whitman'ın bir mısraı var biliyor musunuz? Sex contains all-Cinsiyet her şeyi içerir.
O halde siz şu anda bir hiç misiniz yani?
Nerede bende o şans? (Gülüyor) Hiç olmak öyle herkese nasip olmuş mu? Ben bir şeyim ve işe yarayan bir şey değilsem, işe yarayan bir şey olmak istiyorum. Hiçlik bunun üstünde. Hiç olamıyorum, hiç olmayı çok isterdim.
Madem ki seks her şeyi içerir ve sevdiğiniz bir insan yok. O halde, zaten hiç olmuşsunuz da farkında mı değilsiniz acaba?
Olabilir. Ama farkına varmadığımız şeyler, pek bize yakın şeyler değildir.
Siz sadece kadınları değil, hiç kimseyi sevmiyorsunuz sanki.
Belki de öyledir bilmiyorum. Ama sevmeyi isteyen bir adamım en azından. Ben sevginin herkese kolayca dağıtılabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Sevgimi de kıskançlıkla en uygun kişiye vermek istiyorum.
Ama veremiyorsunuz.
Veremiyorum.
Çünkü sevgi yok sizde.
Ha o zaman bende bir kabahat yok. (Gülüşmeler) Olmayan şeyi nasıl vereyim?
BENİM GÖREVİM TEBLİĞ DEĞİL Kİ
Sizin bu kendini beğenmiş tarzınızı sorgulamaya devam edeceğim. Peygamberimiz insanlara tebliğini sunarken daha anlayışlı, daha merhametliydi. Hatta Allah onu uyardı, 'Ey Muhammed, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim' diye. Sizin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkınız var?
Bu soruyu tersine çevirmek lazım. Peygamber bile bir âmâya tebliğde bulunmak konusunda ihmalkâr davrandığı için Allah tarafından azarlanmışken, benim hiç peygamber olmadığım halde, hatta evliyadan biri de olmadığım halde......
Ama Peygamberimiz üzülüyordu, hidayete ermiyorlar diye, 'Senin görevin sadece tebliğ' dedi Allah.
Benim görevim tebliğ değil ki.
Eee, tebliğ yapıyormuş gibi davranıyorsunuz ama.
Hayır, ne münasebet. Ben Müslümanlığın yaşanması üzerinde hiçbir şey söylemedim. Hiç kimseye şunu yapma, şunu yap demedim. Ben sadece şartların ne olduğunu izah etmeye çalıştım insanlara. Hiçbir zaman hüküm verip, 'Kardeşim bu yanlış oluyor, şöyle yapın' demedim.
Hadi canım, basbayağı dediniz. Üstelik Gerçek Hayat'taki son yazınızda, 'Beni sevmeyenlere gelince, onların da canı sağ olsun demeyeceğim. Allah onların kalplerindeki hastalığı artırsın' diyorsunuz. Bu, Müslümanca bir tavır mı? Kusurlu bile olsa, insan böyle beddua eder mi, din kardeşlerine? Peygamberimizin geçtiği yola taşlar döşediler. Ayaklarından kanlar akarken bile böyle beddua etmedi. Siz niye bu kadar merhametsizsiniz?
Yoo ben merhametsiz değilim. Eğer, beni sevmemek bir hastalıksa, e tabii ki yani, 'Beni sevsinler' mi diyeyim?
Ama 'Canları sağ olsun demeyeceğim', büyük bir aşağılama. Peygamberimiz kimseyi aşağılamadı. 'Onları affet, ne yaptıklarını bilmiyorlar' dedi.
Onu Hz. İsa söyledi. (Gülüyor)
Hz. İsa da Allah'ın peygamberiydi, Hz. Muhammed de hiç beddua etmedi.
Acaba? Resullah hiç beddua etmedi, öyle mi? Ben peygamber değilim. Kur'an-ı Kerîm'de diyor ki, 'İnsan hayra olduğu kadar, şerre de dua eder.' Ben insanım ve bu konuda da böyle bir dua ediyorum. Kendimden çok eminim. Yani Türkiye için doğru hatt-ı hareketin ne olduğunu tespit konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Benim söylediklerim konusunda yamru yumru şeyler söyleyen ve beni bu sebepten ötürü sevmeyen insanların, Allah kalplerindeki hastalığı bin kat artırsın.
Allah aşkına, insanların hastalıklarının artması, sizin murat ettiğiniz nihai amacın gerçekleşmesine nasıl bir katkıda bulunur?
Ben yaşadığım ülkenin ve insanlarının, dünyada haysiyetli ve itibarlı bir yere kavuşmasını öngörüyorum. Çünkü bu insanlardan birisi benim. Eğer benim yaptığım şey, Türkiye'nin aleyhindeyse, Allah benim bin belamı versin. Ama benim yaptığım şey, Türkiye'nin lehinde bir şey de insanlar bu sebepten dolayı beni sevmiyorsa, Allah hepsini kahretsin.
· YAPTIĞIM BÜTÜN İŞLERE BAKINCA 'BUNU ANCAK BİR DÂHİ BAŞARABİLİR' DİYORUM / RÖPORTAJ: NURİYE AKMAN
(17 Eylül 2003 - Zaman)
Daha alçakgönüllü olamaz mısınız?
Asla! Çünkü alçakgönüllülükte alçaklık vardır.
'Allah hepinize selamet versin, hadi bana Allah'a ısmarladık' deyip, niye edeplice veda etmiyorsunuz da, kapıları çatur çutur milletin suratına kapatıp, 'Allah belanızı versin' diye bir ayrılışı seçiyorsunuz?
Ha! Ayrıldık ama dost kalalım! (Gülüyor) Bu kadar iğrenç bir şey düşünemiyorum. Niçin ayrıldık? Dostluğumuz sona erdiği için.
O kadar kapıyı sert çarpmayın, sonra bir gün tıklatmak zorunda kalırsınız.
Allah beni tekrar tıklatmak zorunda bırakmasın. Kalırsam da layık olayım bu işe. Amerikalılar derler ki, merdivenden yukarı çıkarken aşağı inenleri küçük görmeyin, çünkü bir gün rolleri değişebilirsiniz. Eğer hayattaki rolümüz, bir merdiveni çıkmak ve o merdivenden inmek şeklindeyse sadece, biz Amerikalı gibi daha çok para kazanmaktan başka hiçbir değer tanımıyorsak, tabii bizim başımıza gelenler, müstahaktır. Beter olalım.
Bu hastalığın artmasının dünya barışına katkısı ne olacak?
Dünya barışına katkısı, bu beni sevmeyenlerin manyak bir pozisyonda kalmaları, dolayısıyla Türkiye'nin artık aklı başında insanlarla daha yüksek bir hayata geçmesi.
Sizin dünyanızda hiçbir zaman sizden sevgi alabilen bir insan olmayacak.
Olmayacaksa boş ver, çekiver kuyruğunu gitsin. Peki ben öyle bir insansam, nasıl oldu da bu kadar adım duyuldu? Şöhretli biri olmak için, küçük parmağımı bile kıpırdatmadım. Hiçbir zaman nabza göre şerbet vermeye çalışmadım. Ne mevki olarak yüksek insanlara, ne benden maddi imkanları daha büyük olan insanlara tebessüm ettim. Tam tersine, onların tebessümlerinin bir gün hatalarını fark etmeye yol açacak olmasını gözeten bir davranış rotası izledim. Yani şimdilik bunu terslemiyorum. Bir gün inşaallah anlarlar diye. Yoksa, başından terslemem lazımdı birçok şeyi. O yüzden bugünlerde olup bitenler, sadece bazı şeylerin açığa çıkmasıdır. Bundan otuz sene önce, Türkiye'de namaz kılan bir insan, düzenin adamları tarafından, şüpheyle karşılanan bir insandı. Aynı insan bugün düzenin adamları tarafından küçümsenen bir insan. Bu durumda ben kimi ne gözle göreceğim. O yüzden söylediklerime pişman değilim.
Sizin şöyle bir sözünüz var. 'Dikkatler, benim yazdıklarım vesilesiyle, Kur'an-ı Kerîm üstünde yoğunlaşmadı.' Siz onun ölçümünü mü yaptınız?
Tabii ki yaptım. Yazı yazmaya, inançlarına sadık kalan bir insan olarak bir İslamî yorum getirmenin İslam'a uygun olmadığı görüşüyle başladım. Hiçbir ferdin, İslam'ı kendi şahsına ya da şartlara göre yorumlama imtiyazı yoktur. İslam neyse odur. Dersin ki, 'İslam budur, ama ben uymuyorum.' Ben bu inançla işe başladım. Bunun böyle olduğu konusunda görüş birliği içinde birçok insan var gibi görünüyordu. Hayatımızı yaşarken, asr-ı saadetteki insanların vizyonlarını değerli bulmak otuz sene önce birçok insanın, olağan, isabetli karşıladığı bir şeydi. Şimdi, bu insanlar sahabenin anlayışını ihmal edilebilir bir şey olarak bir kenara itti ve Kopenhag Kriterleri çok daha önemli oldu. O zaman beni sevmeyenlere ben niye gülücük dağıtayım?
Otuz yıl az bir zaman değil. Bu süre içinde kaç kişinin elinden tuttunuz? İyi bir entelektüel yetişmemesinde sizin de payınız var. Kimseye destek çıkmadınız. Hışmınıza uğramamak için takma adlarla yazılar yazdılar. Bir korku odağı oldunuz.
Neden benden korkuyorlar? Çünkü, ben Türkiye'de söz söyleyecek bir mevkideysem, bu mevki hiç kimse tarafından bana armağan edilmedi. Dolayısıyla aleyhimde söz söyleyecek adamın, önce o söz söyleme mevkiine nasıl geldiğinin sorgulanması lazım: 'Sen kim oluyorsun da nereden çıktı da İsmet Özel aleyhinde konuşmaya başladın?'
Bu kadar dokunulmazsınız ha!
Yo, dokunan dokunsun! Son olayların ardından Konya'dan bir kitapçı bana telefon etti ve dedi ki, 'Ben Kur'an-ı Kerîm'i ve İsmet Özel'i okumaya aynı zamanda başladım. Ve Kur'an'ı, İsmet Özel okuduğum için daha iyi anladığım kanaatindeyim. Ruz-i mahşerde bunu söyleyeceğim.' Bu bana yeter. Ben böylelikle otuz yıl değil, otuz yüz yıl boyunca yapılmış bir şeyin üstünde bir şey yaptığıma kanaat getirdim. Yazı dünyasında iyi ki, hiç kimseye destek olmamışım. Çünkü olduğum takdirde, sahte birtakım insanları hak etmedikleri avantaja kavuşturacaktım. Bu, benim terk olayımdan sonra hemen ortaya çıktı. Bir kişi bile aleyhimde yazılanlara cevap verme gereğini duymadı.
Zaman'da Nevval Sevindi olumlu şeyler yazdı sizin için.
Biliyorum, ama o benim aleyhimde yazılanlara cevap değildi. O sadece 'Bu adam iyi bir şey yapıyor.' dedi. Yoksa çirkin denebilecek saldırılar oldu. Öyle insanlar vardır ki şu dünyada, onlara gerçekten faydam olmuştur. Hiç biri, 'Ya etmeyin, eylemeyin' demedi. Ben neyle övüneceğim? Kalkıp 'filancaya şunu yaptım, bunu yaptım' mı diyeceğim? Gördüm ki, iyi ki yapmamışım.
Ece Ayhan'ın şöyle bir sözü varmış sizin için. 'Silgiler silerken, silinirler de.' Sizin silgi gibi çalıştığınızı ima etmiş, böyle bir şey doğru mu?
Onun böyle bir sözü olduğunu, dolaylı olarak biliyorum. Bütün bu laflar Sivas olaylarından sonra çıktı. Benim ahlayıp vahlamamış olup, tam tersine, 'Sivas göklerinde Sırp tayyareleri uçacak mı?' diye sormam sol görüşlülerin benim asla savunulacak bir tarafım kalmadığı fikrinde toplanmalarına neden oldu. Bundan da hiç şikâyetçi değilim.
Ama sizin için insanların yakılmasını onayladınız gibi bir anlama oldu.
İnsanların yakılmasını onaylamam için, benim o yakanların ekibine dahil olmam lazım. Otelin kuşatılması ile yanması arasında yedi saat var. Herkes Ankara'yla temasa geçildiğini gayet iyi biliyor. Ve bu olay oluyor. Ne Müslümanların, ne İsmet Özel'in birtakım insanların yanarak ölme hadisesinde bir dahli var. Burada bir kasıt var, ama bu kasıt kime ait ve kimin icraatı bu? Bu hiç konuşulmuyor. Demek ki bundan faydalanan birtakım insanlar var. Hemen akabinde Başbağlar olayı. Ve biri diğerine hiç benzemeyen iki şey. Ama sanki intikam hadisesi gibi. Şimdi bütün bu karışıklıklar içinde Türkiye'nin lehine bir ses olmak, eğer kötü bir şeyse, ben bu kötülüğün tamamını üzerime alıyorum. Ve Sivas olayları için hâlâ ahlayıp vahlamıyorum.
Öyle demeyin.
Derim. Bunun Alevi-Sünni çatışmasını çıkarmak için çok özel bir çalışma olduğunu düşünmemek mümkün mü? Daha önce Maraş olayları var. İstanbul'da Gaziosmanpaşa olayları yaşandı. Ve mesela o sırada ben 'Eğer ajanlar devredeyse Alevi'siyle Sünni'siyle hepimiz devletiz' diye bir yazı yazdım ben. Neden insanlar bunu öne çıkarmıyor? İnsanların salaklığına saygı mı duymam lazım?
İnsanların yanmasından memnun olan bir adam görüntüsü verdiniz.
Benim insanların yanmasından memnun olduğumu ilan edenler, o yanma dolayısıyla bir provokasyonu gündeme getirememiş olmanın sıkıntısındadır. Böyle tuhaf bir duygu manipülasyonu ile Türkiye üzerine oynanan oyunlara alet olmak, güzel bir şey ise güzellik onların olsun. Çirkinlik nerede, ben oradayım. O yazı gazetede yayınlandığı zamanlar, hiç tanımadığım insanlar, bu yazıyı afiş haline getirip, duvarlara yapıştırdı. Bunu yapanlar kimlerdi? Onun için ben, elveda deyip, elimi yıkadım bu işlerden.
Şimdi tamamen şiire mi döndünüz?
Şiir öyle bir şey ki, yazmadığınız zaman bile bir parçanız olarak yaşar. Siz sadece şiir yazdığınız zaman şairseniz, hakiki şair değilsiniz.
Bir şair gibi yaşamadığınızı, hiç riske girmediğinizi, karavana atmadığınızı, evinizin yolunu hiç şaşırmadığınızı, daima hesaplı olduğunuzu, bu nedenle de şiirden uzaklaştığınızı düşünenler var.
Beethoven de öyleydi. Biraz tutumlu olduğu söylenir Beethoven'in. Çünkü sakat olan kardeşlerine de bakmak zorunda. Çalışmaktan başka bir şey yapmadı. Yani öyle maceralı bir hayatı yok. Şairlerden örnek vereyim. Mesela Wallace Stevens... Ben gençliğimden beri keşke onun gibi olabilsem derim. Onun sigortacı, bankacı gibi hayatı var. İnsan, yazdıklarıyla şairdir. Oscar Wilde ne demiş, 'Ben, dehamı hayatıma koydum. Eserlerimde sadece kabiliyetim vardır.' Hatta Amerika'ya girerken gümrük memuru, 'Deklare edeceğiniz bir şey var mı?' diye sormuş. O da, 'Dehamdan başka deklare edeceğim hiçbir şey yok' diye cevap vermiş.
Oscar Wilde ultra sanatçı hayatı yaşadı. Onun için de eserleri o kadar parlak değil. Sadece kabiliyeti olmasına rağmen, dikkate değer şeyler yaptı. İddia üzerine yazmıştır Dorian Grey'in Portresi'ni. Birisi demiş ki, 'Sen roman falan yazamazsın.' 'Öyle mi?' demiş. Efsaneye göre birkaç gündür, ama bu imkansız tabii. Çok kısa bir zamanda yazmış.
Kendinizi dâhi mi kabul ediyorsunuz?
Ben kendimi dâhi saymıyorum. Fakat, yaptığım şeylere bakıyorum ki, bunları ancak bir dâhi yapabilir. (Gülüşmeler)
Bir de şöyle deniyor: 'O kadar çok politikayla, nesirle, teoriyle uğraştı ki, düş kuracak hali kalmadı. Şiire dönse ne olacak bundan sonra, çok geç olmayacak mı?'
Valla göreceğiz. Bu adam, bütün bu düz yazı süreci içinde acaba dünyayı bir şair gözüyle mi değerlendirdi, yoksa başka bir şey mi yaptı? Reel politik diye bir şey var. Reel politik, bir çeşit ahlaksızlıktır. Demek ki politik diye bir şey var, reel olmayan. Benim bütün politik yazılarım, reel politik değildir. O yorumu yapanlar, benim ne kadar açık uçlu bir metin ürettiğimi okumadıkları için bunu söylüyor.
BİR DAHA GAZETEDE YAZMAK MI? ALLAH KORUSUN!
Artık yazı yazmayacak mısınız?
Allah korusun! İnşaallah yazmak zorunda kalmam.
'Ben hep 12'den vurmuştum. Çünkü İslam'ı onların şartlanmalarından bağımsız öğrendim' dediniz. İslam'ı dışarıdan öğrenmek nasıl 12'den vurmanın garantisi olabilir?
Ben hep 12'den vurdum. Çünkü Müslümanlığın millet olarak bizi düze çıkaracak bir düşünce olduğu kadar yaşama biçimi olduğuna da inanarak işe başladım. Halbuki, birçok insan, gelenekten böyle olduğu için, İslam'la Türkiye arasındaki bağı kurmuş olabilir, mutaassıp bir çevreden gelebilir. Yani İslam'la olan ilişkisi fonksiyonel değildir. Benimse sadece bu ilişkim var. Zaten ben, Allah bana hidayet nasip ettikten sonra, bugünkü durumuma gelmek istemiştim, 1974'te.
Yani nasıl?
Hiç yazı mazı yazmayan. Fakat ne oldu? Benim ihtida ettiğimi öğrenen insanlar, bana öyle bir ilgi gösterdiler ki, ben şöyle düşündüm: Bu insanlara bir faydam dokunabilir. Bu, benim 11'den vurmamı önledi. Faydam olmuyorsa zaten yapmadım onu. Yani annemden babamdan gördüğüm şeyi yapmadığım için, sadece bu insanlara ne faydam olur düşüncesinde olduğum için, 12'den vurmazsam, onu vurmuş olmuyordu yani. Açın 1977'de Yeni Devir'de yazdığım yazıları, görürsünüz bugün yaşadıklarımızın o günden tohumları olduğunu. Diyelim ki, ben İETT yazmışım. Onun İstanbul, elektrik, tramvay, tünel olduğu bugün anlaşıldı. Yani bunları böbürlenerek söylemem bana rahatsızlık vermiyor. Çünkü ben bunları yaptım.
Şimdi yazı yazmayacağınıza göre, gelirlerinizde bir düşme olacak.
Evet. Trajik durum. Gelirim, üçte iki oranında azaldı. İçim birazcık titremiyor değil. Ama gayet eminim, Allah hem kapı açar, hem beni besler. Eğer sıkıntı yaşayacaksam, demek ki hak etmişimdir. Ben mutlak mânâda kaderciyimdir.
Ne kadardı yazı gelirleriniz?
Daha önce Milli Gazete'den 635 milyon aldığımı söyledim. 1,5 milyar da Gerçek Hayat'tan alıyordum.
Hocalığınız var, bir de emekli maaşınız.
Evet. O kadar. Ama hocalığım da part time.
Tek eviniz var. Onu yazı gelirlerinizle mi almıştınız?
Tabii. Gerçi, babamın Söke'deki evinin satılması sonucunda da elime geçen, çok cüzi bir para da oldu. Ama genel olarak alnımın teriyle yaptım. O günlerde beni bir yere davet ettiklerinde, 'Kusura bakmayın' diyordum, 'haftanın 14 günü işim var.' Evimin borçları bittiği gün, televizyondaki programlara son verdim.
İsmet Özel'in "son çığlığı" hakkında elbette bir gün yazacaktım. Ama bu konuda yazılanlar, benim yazma vaktimi geciktirdi. Artık vakti geldi yazmanın. Çünkü hep aynı anlayışsızlık, kavrayışsızlık ve sığlık tekrarlanıyor hâlâ; dolayısıyla benim tüm bunlara daha fazla tahammül edebilmem mümkün değil/di elbette ki.
İsmet Özel, en büyük kaygıları "vartayı atlatmak, vaziyeti idare etmek, böylelikle sağduyulu hareket etmek yani mevcut vaziyetlere ve söylemlere itiraz etmek yerine uyumlanmak" olan insanlar için anlaşılması zor bir insandır. Oysa parantez içinde özetlediğim bu kaygı, aslâ kıymet-i harbiyesi olabilecek bir kaygı değildir; aksine düpedüz bir "kaygısızlık", "kayıtsızlık", "kaypaklık", "uy/uzlaşmak" ve dolayısıyla sıradanlaşmak hâl-i pür melâli ve işâretidir. O yüzden, sadece İsmet Özel'i anlamakta zorlanmıyoruz; aynı zamanda Bediüzzaman'ı da, Necip Fazıl'ı da, Sezai Karakoç'u da, Nurettin Topçu'yu da, Nuri Pakdil'i de, Rasim Özdenören'i de anlamakta zorlanıyoruz. Bu nedenledir ki, hepsini de ya putlaştırıyoruz; ya da bizim gibi sıradanlaşmış insanlar derekesinde görmek istiyoruz.
Buna hakkımız var mı, gerçekten? Hakîkat, sıradan insanların elinde ne hâle gelir, hiç tahayyül ve tasavvur edebiliyor muyuz acaba? Oysa, ulvî bir makamdan bize bahşedilen ve lûtfedilen hakîkat, insanı sıradanlaşmaktan kurtarmak için "varedilmiş" ve vaz'edilmiş bir AŞK ATEŞİ değil de nedir ki? Hakîkatin gücü, insanı sıradanlıktan kurtarabilmesinde gizli değil midir? O halde, bu hakîkati bize hatırlatan hakîkat âşıkları, keyfimizi ve rahatımızı kaçırıyorlar diye onlara ve dolayısıyla çilesini çekerek keşfettikleri hakîkat söylemlerine sırt çevirmekle, burun kıvırmakla ne kadar sıradanlaştığımızı göremiyor muyuz hakîkaten?
Bu insanlardan bizim gibi sıradanlaşmalarını istemek, bizim istediğimiz, kabul edeceğimiz, keyfimize keyif katacak şeyler söylemelerini talep etmek, hem bu insanları anlayamamak; hem de daha da önemlisi, bizim hakîkatle kurduğumuz ilişkinin sahih ve sahici bir ilişki olmadığını farkında olmaksızın ifşâ etmek; dolayısıyla bizim hakîkati talep edecek bir iradeye sahip olamadığımızı ilan etmek demek değil midir? O yüzdendir ki, son yarım asrın her biri kendi semasının yıldızları olan bu "anıt şahsiyetler"e mevtâ muamelesi yapıyoruz; ama bu umurumuzda değilmiş gibi hareket etmekten de çekinmiyoruz. (Sezai Karakoç'u, bütün zamanların çocuğu olması ve bütün zamanları çocuğu kılması gibi esaslı bir çilenin eri olması bakımından bu semada bir kutup yıldızı olarak gördüğümü tüm samimiyetimle hatırlatmama izin verin lûtfen). Bu insanların ümmet adına, ama hakîkate talip ümmet adına çektikleri oluş ve varoluş çilesinin ne kadar yakıcı ve sarsıcı olduğunu kavrayabilmemiz için hakîkate onlar kadar olmasa bile onlar gibi şeksiz ve şüphesiz vâkıf ve vâsıl olmamız ve iman etmemiz şart.
Oysa yapabildiğimiz en "iyi" (!) şey, onların fanatiği olmak. Onlar bize kendimiz olmamız çağrısında bulunuyor; bizse fanatiği oluyoruz onların! Bu, sıradanlık ve sıradanlaşmak değil de ne peki? Oysa büyük insanların fanatiği olunmaz; olunduğu andan itibaren asıl zararı bu insanlara ve bu insanların çilesini çektikleri, kavgasını verdikleri hakîkat'e vermiş oluruz.
Yazıyı İsmet Özel özelinden sürdüreyim... İsmet Özel, tıpkı diğerleri gibi, hakîkatin ışığı tarafından sarsılan sarsılmaz bir hakîkat âşığıdır; Nurettin Topçu'nun deyişiyle "sonsuzluk iradesi", Bediüzzaman'ın deyişiyle ise "geçmiş ve gelecek zamanları yutabilme" gücü demek olan hakîkatin gücünün, mümin olduğunu söyleyen herkesi de sarsması gerektiğini düşünen ama nasıl olup da mümin olduğunu kabul, iddia ve ilan eden kişileri de bir türlü sarsmadığına anlam veremeyen, o yüzden isyan eden bir hakîkat cengâv/eridir.
Kaygan ve kaypak zeminlere, konjonktürlere rağmen İsmet Özel'in hakîkatle kurduğu ilişkideki sebatını ispat etmesi, bizden de aynı sebatı ispat etmemizi istemesi yegane kaygısı "vartayı atlatmak, vaziyeti kurtarmak" olan bizim gibi sıradan insanları sarsmış ve şaşırtmıştır.
Peki, İsmet Özel'in yanlışları yok mu? Elbette ki var: Meselâ Türklük meselesinde söylediği şeyler esas itibariyle yanlış şeylerdir. İsmet Özel'in yazılarında başından bu yana Türklük vurgusu olduğunu söylemek, hem büyük bir "ayartma yardakçılığı"dır; hem de İsmet Özel'in şimdiye kadar söyledikleriyle kabul edilmesi, telif edilmesi ve hazmedilmesi zor bir çelişkiye düştüğünü görememek demektir. Bu, İsmet Özel gibi biri için bir kuyudur; İsmet Özel, bu kuyuyu görecek ve bu kuyuya düşmeyecek çapta bir kafadır...
Ayrıca modern paganların meselesi olması gereken teknik, medeniyet ve yabancılaşmadan oluşan "üç meselesi" de esas itibariyle külliyyen "yanlış bir mesele"dir. Yani, esas itibariyle Batılı modern paganların icat ettikleri ve iliklerine kadar sonuçlarını yaşadıkları bu üç mesele, hakîkatin hâkim olduğu vasatın ürünü olan meseleler olmadığı için bizim neden olmadığımız, bu nedenle de bizi doğrudan değil, dolaylı olarak ilgilendirmesi gereken meselelerdir. İsmet Özel, bu hakîkati gördüğü için bu meselelere daha sonraları "daha mesafeli" yaklaşmayı bilmiştir.
İsmet Özel'in Türklük ekseninde söyledikleriyle de arasına aynı mesafeyi koyacağını umuyorum. Ancak İsmet Özel'in etrafında İsmet Özel'den (isminden ve gölgesinden) nemalanmaya çalışan, meselesi sadece İsmet Özel'den nemalanmak olan ve İsmet Özel'deki hakîkat aşkından zırnık kadar nasipdâr olamayan ve zaten ahlâken de nasipdâr olmaları pek mümkün olmayan "veletler", İsmet Özel'i fena halde ayartıyorlar; İsmet Özel'in ayartıldığını hissettiğini iliklerime kadar hissediyorum; ama İsmet Özel, bu ayartmalara karşı sarsıcı bir şey söylemedi henüz. Ama yarın söyleyecek. Bu "çocuklar"ın da sarsılmaya ihtiyacı var çünkü. Yarın, İsmet Özel, "kim var burada?" diye sorunca o zamana kadar oradaymış gibi görünenlerin neden orada olmadıkları, olamayacakları, sıvıştıkları sarahatle açığa çıkmış olacak çünkü.
Özetle, İsmet Özel hiçbir şey söylememiş olsaydı bile, herkesin patır patır döküldüğü, oraya buraya savrulduğu şu kıblesini yitirmişlik ve pergelini şaşırmışlık vakitlerinde, onun bu hakîkat aşkında sebat etme kaygısı ve iradesi göstermesi, İsmet Özel'i özel yapmaya yeterdi, diye düşünüyorum.
İsmet Özel'le Sezai Karakoç arasındaki tabiî farka, İsmet Özel'deki "modern" ve "postmodern"e; İsmet Özel'de kibir gibi görünen şeyin neden ve nasıl hakîkat aşkının verdiği bir asâlet'e işaret ettiğine; son yarım asrın İslâmcı düşünürlerindeki bu asâlet ve hakîkat kaygısının dört büyük sahabe-i kiram efendilerimizdeki izlerine, izdüşümlerine dair söyleyeceklerim var; onları da Çarşamba günü musahabe edelim artık...
· "ÇILGININ BİRİ" KONUŞTUKÇA...
(18 Eylül 2003 - Vatan)
"Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata görmedim orda çinko damların ve plastik sürahilerin tanrısını yerimi yadırgadım yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka çılgının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı..." Evet, şair İsmet Özel geçtiğimiz günlerde yine yerini yadırgadı; yine "çılgının biri sanılmaktan" sakınmaksızın yerini değiştirdi. Gazeteler, dergiler de günlerdir ondan söz ediyor. Solcu'ydu 60'larda. 70'lerin başında hidayete erdi. Buraya bir not koymalıyım: Bizim bu işlere pek yakın olmayan arkadaşlanmız o zaman da, şimdi de olayı anlatırken İsmet Özel'in "İslami harekete geçtiğini" yazıp durdular. Oysa ihtida etmekle (Bilerek seçim yoluyla Müslüman olmak) belli bir siyasal ideolojinin savunucusu olmak arasındaki farkı unutmamak gerek. Tabii ki ardından Türkiye'de o yıllarda gelişip zenginleşmeye başlayan İslamcı düşünce ve siyaset platformunda İsmet Özel de kendine özgü yerini aldı.
Görüşlerine katılınrsa da, katılınmasa da "İsmet Özel ne diyor?" sorusu hep heyecan verici oldu. Doğrusu o da aydın çevrelerdeki bu heyecanı iyi kullandı!.. 80'lerde medeniyet hakkında radikal teoriler geliştirdi. Batı'nın teknolojik kalitesine karşı Müslümanları, tek tek insani kalitelerini geliştirdikleri bir düzen kurmaya çağırdı. Batı medeniyetini tümüyle dışlamaktan çekinmedi. 90'larda İsmet Özel'in düşüncelerinde yeni ve alışılmadık kıpırdanmalar başladı. Müslüman kavramı yerine sık sık Türklüğü öne çıkarır olmuştu. O çevrelerdeki egemen bakışın aksine Cumhuriyet'in insanlık tarihindeki önemini vurguluyordu. (Bu aslında eski Türk-İslam sentezi tezlerinin 28 Şubat sonrası yeniden ve şairane dirilişi mi, yoksa özgün bir tez mi, ayrıca tartışılmalı!) En sonunda da Milli Gazete'deki ve Yeni Hayat'taki köşelerini bıraktı; "Bundan böyle yazmayacağım" dedi. "İslami kesime derdini anlatamadığını, anlaşılmadığını" öne sürerek, o platformdan da çekildi. Gürültü koptu. Televizyon söyleşileri, gazete söyleşileri, havalı fotoğraflar, iddialar.... Benim aklıma o söyleşileri gördükçe İsmet Özel'in şu dizeleri geldi durdu hep: "Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta"
İsmet Özel muhafazakâr-İslami kesim tarafından anlaşılmıyor muydu, yoksa anlaşılmak istemiyor muydu? Ben epeydir doğru yanıtın ikincisi olduğunu düşünüyorum. İsmet Özel doğruları mı anyordu, "hep haklı olmayı" mı istiyordu? Bu sorunun yanıtı da benim için ikinci şıktı. İsmet Özel hep sivri olmayı istemişti, şimdi "beni sivri buldular, kendime aralarında yer edinemedim" tavrını anlamam zor. Fakat bunlan bırakıp bugün asıl konu etmek istediğim noktaya gelelim. Zaman Gazetesi'nde geçen hafta Nuriye (Akman) öyle bir söyleşi yaptı ki İsmet Özel'le, inanılır gibi değil. (Karşısındakinin bütün korkularından çılgınca cesur laflar üreten bir söyleşi tarzı! İletişim okullarında ders olacak türden!) İşte orada şu sözleri söyleyiverdi İsmet Özel. "Kadınlara sunduğum format kölelik. Bunu gönüllüce, çok arzulayarak yapması lazım. Eşimden köle olması şöyle dursun, bekledğim yardımı bile alamadım. Erkeğin kölesi olmayan kadın, o erkekle neden evlenmiştir ki? Bu iş bir türlü yapılır. Beş türlü yapılmaz." Özel bu, düşüncesini en çarpıcı biçimde ifade ediyor. Buyrun işte! "Kadınlar inektir. Boğalar mutsuz, inekler mutludur."
Ve son olarak da şu saptama: "Cinsellik her şeyi içerir." Böylece popüler basının aradığı malzeme de bulunmuştu. Bu kez İsmet Özel medya arenasında dişi aslanların önüne atılıyor. Profesörler, toplumbilimciler, feminist olmayan ve fakat kendini feminist sananlar öfke kusuyorlar şimdi: "Dikkate almaya bile gerek yok." "Psikolojik tedaviye ihtiyacı var onun." "Bu insan haklan için ihlaldir." Bence Özel'e böyle karşı çıkanlar bir yerde ciddi yanlış yapıyorlar. Bu sözler bakkal İsmet Amca'nın laf arası saçmalıkları veya kocanızın, sevgilinizin bir sarhoşluk esnasında öfkeyle içini boşaltması veya bir sadistin itirafları filan değil ki! Bir düşünce adamı cesaretle bir şeyler söylüyor. Kızarsınız, katılmazsınız, beğenmezsiniz. Tamam. Ama böyle tezlere karşı hem "bana ne" deyip hem de bu konularda fikir yürüten birisi olamazsınız. Kaldı ki, bu sözler Bukowski, D. H. Lawrence'ın filan sözleri olarak gündeme gelseydi, böyle sırtımızı kolayca döner miydik? Merak ediyorum. İsmet Özel'in açıklamalarını konuşmaya devam edeceğiz, umarım, yarın...
· İSMET ÖZEL NE DEDİ? / HAŞMET BABAOĞLU
(19 Eylül 2003 - Vatan)
Dün İsmet Özel'le ilgili düşüncelerimi bu köşeye aktardıktan hemen sonra farkettim ki, VATAN Gazetesi okurunun bunlardan haberi yok. Milliyet, Yeni Şafak, Hürriyet, Zaman ve dergilerde süren "Önce solcu, sonra İslamcı İsmet Özel şimdi nereye doğru koşuyor?" patırtısına bizim gazete hiç aldırmamış. Ya da yazı işlerimizin Özel'den haberi yok. Ancak benim açımdan ortaya çıkan durum şu: Ben okurumun önüne belki de tamamen habersiz olduğu bir tartışmayı getirip koymuş ve fikirlerimi söylemiş oldum. Bu bakımdan İsmet Özel'den yola çıkarak Türkçülük, İslamcılık, bir ideolojiye bağlanma veya bağlanmama, kadınlar, erkekler, sevilmek ve reddedilmek konularında yazmayı aklımdan geçirdiğim şeylerin bir bölümünden vazgeçiyorum. Ancak bakım, gazetelerde İsmet Özel'in "kadından gönüllü kölelik istiyorum" sözünün kopardığı gürültü sürüyor. Biri "kötü söz sahibine aittir" demiş, bir başkası "bu tip erkekler" den söz etmiş...
Şimdi bir kere daha durup bakalım. İsmet Özel, birçok Batılı yazar, şair, düşünür (hatta psikanalist) gibi şöyle bir cümle kursaydı "Kadın ve erkek arasındaki ilişki taraflardan biri efendi, öteki köle olmadığında yürümüyor..." O zaman oturup konuşurdunuz değil mi? O zaman hiç değilse, başınızı yastığınıza koyduğunuzda bu cümlenin içinizde yarattığı "gerçekçilik" duygusunu samimiyetle kabul ederdiniz, değil mi? Peki İsmet Özel ne yapmış? Reddedilen, kabalıkların vasatlığına teslim olmayan, hep yalnız olan yol gösterici adam rolünü sevdiği için kendini doğrudan ateşe atıyor; açık açık "ben köle kadın istedim, olmadı. Zaten iyi evlilik kolay elde edilen bir şey değil" deyivermiş... Öyle deyince de, "vay seni gidi kendini beğenmiş, çağdışı adam seni!" diye üstüne çullanılıyor. Oysa iki dakika durup düşünülse ve bu "gazlara" gelinmese, çok daha iyi olacak.
Bazı aklıevveller, Haşmet yoksa sen de bu fikri destekliyor musun, diye sormak isteyebilirler. Hayır. Ben kadın ve erkeğin köle ya da efendi olmasından yana değilim. Katiyen... Ama ben, özünde efendi-köle modelinden başka nasıl bir kadın-erkek ilişkisi olabileceğinin henüz modern insan tarafından açık seçik ortaya konamadığını acıyla farkedenlerdenim. Aşk çok ayrı tabii... Aşkta, Baudelaire'in dediği gibi "taraflardan birinin cerrah, ötekinin ameliyat edilen hasta" rolünü benimsediği bir tutku modelidir. Neyse... Bunları geçelim şimdi.
Bir de, İsmet Özel'in yeni çıkışında Türklere ve Türklüğe yaptığı vurgu hakkında değinmek istediğim bir nokta var. Sanılanın aksine İsmet Özel Müslümanlar yerine Türkler'den söz etmeye dün başlamadı. Yani geçirdiği düşünsel değişim hiç yeni değil. Dünya düzenine tek haklı itirazın Türkler'den gelebileceğini, yeni bir düzenin ancak Türkler tarafından kurulacağını, Türk demenin Müslüman anlamına geldiğini yeni söylemiyor ki, Özel!.. Bu konudaki "Cuma Mektupları" külliyatı ciltler dolusu. Konferanslar deseniz, yıllardır sürüyor. Demek ki ne İslamcılar, ne solcular, ne laikler, ne edebiyat meraklıları kitap okuyoruz, fikirlerle ilgileniyoruz. En aydınlarımız bile bir fikir popüler medyada patlama yapmamışsa, onu ciddiye almıyor, tartışmıyor. Garip değil mi?
· ERKEK NESLİ YOK OLUYOR / NEVVAL SEVİNDİ
(21 Eylül 2003 - Zaman Turkuaz)
Hitler'in en samimi beyanlarını kitleler karşısında yaptığını söyleyen İsmet Özel'in gazetemizde yayınlanan üç günlük "terapik" ifadelerle dolu itirafları beni dehşete düşürdü. Hemen ardından günlük yaşamda ya da hayatımda yer alan erkekleri düşündüm. Bu kadar "şişman ve kara bir ruh", bu denli şişmiş egolarla dolaştıklarını bildiğim erkeklerden çok farkı yoktu. Erkekler bunları kitleler karşısında değil, karıları ya da sevgilileri karşısında yaptıklarından hepimizin yaşarken öğrendikleriydi söylenenler. Erkekler hep "sirkatini" söylemekteler. Hiçbir otokontrol uygulamadan akıllarından geçtiği gibi size hakaret etmek evde kocanızın, işte erkek patronun doğal davranışıdır. İşte tam bu noktada imdadıma yine basın yetişti. Almanya'nın saygın dergisi Der Spiegel'in kapak konusu erkekler. Leonardo de Vinci'nin yaradılış resmi üstüne yazılı başlık şöyle: Y kromozomu ya da erkeklere ne gerek var!
İçerideki başlık: Erkek diye bir hastalık. Biyologların, genetik uzmanların, biyo-teknolojiyle uğraşanların araştırma raporlarını yayınlayan dergi erkeklerin doğarken eksik bir varlık olarak dünyaya adım attığının belgeleriyle dolu. Erkeğe erkekliğini veren Y kromozomunun boyu milyonlarca yıl içinde düzenli olarak küçülmekte. Fotoğrafa bakınca bizden aldıkları (kadın kromozomu) X kromozomunun dimdik ve sağlam duruşu yanında minicik, cüce bir Y kromozomu gerçeğin en yalın anlatımı aslında.
Bilimsel iddia erkeklerin yok olacağı. Zaten doğa bunu daha önce hayvanlarda gerçekleştirmiş. Kafkas kökenli Mull-Lemming denen kemirgen benzeri hayvanın erkeğinde artık Y kromozomu yok.
Genetik okuyan ve çok seven biri olarak yıllardır ben Y kromozomu bir X kromozomu deformasyonudur derdim. Bunu sosyal ve kültürel alanda gördüğüm "eksik" erkek modelinden dolayı söylüyordum. Oysa doğa zaten bu zayıf ve eksikli canlıyı keşfetmiş. Her zayıfa yaptığı gibi onu yok ediyor yavaş yavaş. Erkekler eksikliklerle dolu bir model.
-100 kız bebeğe karşı 126 erkek bebek ölüyor, yani dayanıksız
-erkekler 6 yıl daha erken ölüyor
-12 erkekten birinde renk körlüğü var, buna karşın ancak yüz kadında bir renk körlüğü rastlanıyor.
Günlük hayatta çekmecede, buzdolabında ön rafta duran hiçbir şeyi görmemeleri ve sürekli ismimizi ezberlemek için bağırmaları bundan mı acaba? Suç işleme oranlarında erkekler rekortmen, alkolik olma ihtimalleri kadınların iki katı olan erkek nesli konuşma bozukluğu da çekiyor. Kadınlardan üç kat fazla konuşma özürlüler. Hani, ne dediklerini bilmezler ya.. kadına inek diyenler, köle kadın isteriz diye tutturanlar, kendilerini kadından üstün sananlar hep konuşma bozukluğu malulü. Zaten tepelerinde saçın görülmesi 20'li yaşların başında sona eriyor ve kazıtarak modalı dolaşıyorlar! Ya da saç ektirerek eksik kapatıyorlar.
Almanya'da 8000 kan hastasının (hemofili) tamamı erkek. Topluma maliyetleri de çok yüksek!
İngiliz yazar Steve Jones genetik uzmanı olarak verdiği beyanatta; "Erkekleri dişilerin paraziti kategorisine sokmak gerekir." diyor bilim adamı gözüyle. Erkeği sırtında taşıyan milyonlarca kadın laboratuvara girmeden de bunu biliyor gerçi. Araştırmada algılamaları da bozuk çıkan erkeklerle bugüne kadar yaptığım kavgalara, bir konuyu anlatmak için döktüğüm dillere çok acıdım. Algılamaları bozuk olduğu için bizim dediklerimiz hep havaya gitmiş! Kadınlar bu durumda ben anlatamadım diye dövünürüz bir de! Hiç üzülmeyin bundan sonra, anlayamamak onların genetik problemi.
Çatalhöyük ya da Çayönü gibi neolitik kentlerin yaşı 9-10 bin yıllıktır. Bu kentlerde kadın tanrıçalar ve kadının erkeklerle eşit, yan yana yaşadığı belgelerden anlaşılıyor. Binlerce yıl süren kadın örgütlenme modelinden ataerkil toplum düzenine geçerken bütün törenler, inançlar erkeklerle ilgili olmaya başlamış. Bu el değiştirme sürecindeki zorbalık hikayeleri en iyi Yunan mitolojisinde ve Zeus'un nezdinde anlatılır. Bu süreçte toplumlar kadınlarla ilgili tüm bilgilerin ve anıların silinmesi için uğraşmışlar. Türk toplumu da bin yıllık tarihinde kadına değer veren belgelere sahip.
Kısacası, bunca üzüntü, sıkıntı ve erkekler için çekilen eza, cefa boşunaymış. Çünkü teoriye göre 5000 kuşak sonra erkekler yok olacaklar. Erkekler siz siz olun afra tafradan vazgeçin. "Adem topraktan halk edildi, Havva, nefs-i vahide"den cümlesinin anlamını bir kere daha düşünün kadınlar için bir şey söylemeden önce.
--------------------
* Derleme Der Spiegel 15.09.03
· İSMET ÖZEL ŞAKA MI YAPIYOR? / HASAN SUTAY
(21 Eylül 2003 - Zaman Turkuaz)
Önce Milliyet gazetesinde, arkasından Zaman'da yayınlanan röportajları okuyunca pişman olduğumu hemen belirteyim. Eğer İsmet Özel'in niyeti okuru şaşırtmaksa, bunu bütün yönleriyle başardı. Eğer içlerinde İsmet Özel putu taşıyanlar varsa, onların akıbetini bilmiyorum. Belki de İsmet Özel, putlaştırılmış adını yıkmak istiyordu. Onun için bütün maharetini kullandı. Kendini harcama pahasına, o putu kırmaya girişti.
Nuriye Akman'ın soruları karşısında açılan saçılan bir İsmet Özel portresi öylesine şaşırtıcıydı ki, "Acaba görüştüğü kişi gerçekten İsmet Özel miydi? Yoksa İsmet Özel kılığına girmiş başka biriyle mi görüştü? Levent Kırca olabilir mi?" soruları beynimde gezindi durdu.
Ezberimde kalan bütün mısraları büyüsünü yitirdi. Cümleler sıradanlaştı ve düz yazıya döndü. Nihayetinde insanız işte. Yıllarca kazanılan itibarı, bir anda yıkıp atıyoruz. Bütün bunlara rağmen içim elvermiyor bir türlü. Açıklama yapacakmış gibi geliyor bana: "Ben Nuriye Akman'a şaka yaptım! Söylediklerim bundan ibaret!" demesini bekliyorum.
Böyle bir şey olmayacak; bunu da biliyorum. İç dünyamın gerçekleri, dış dünyamın gerçeklerini kabul etmemekte direniyor boyuna. Acınacak duruma düşen o değil, benim. Herkes ona acıyacak. Bana acıyansa hiç olmayacak. Bir şairi kaybetmenin ne demek olduğunu bilmeyecek çokları.
Belki İsmet Özel şaka yapıyor olabilir. Bense şaka yapmıyorum...
· ÜSTADIMIZ BEDİÜZZAMAN'DAN, VİCDANIMIZ İSMET ÖZEL'E BİR "AŞK ATEŞİ" "MASAL"I (1) / YUSUF KAPLAN
(22 Eylül 2003 - Yeni Şafak)
Bizim Medeniyet Tasavvuru Okulu'nun "enfante terrible" ("harika çocuk")larından olan ve şimdilerde çağımızın en büyük düşünürlerinden Habermas'a öğrencilik yapan (!) Emrullah Gökhan kardeşimden bir "haber"le yazıya giriş yapayım: Emrullah, Nuriye Akman'ın İsmet Özel'le yaptığı o "dehşetengiz" konuşmayı Habermas'a çevirmiş; Habermas şöyle bir yorum yapmış: "Anlaşılan o ki, Türkler, İsmet Özel'i anlayabilecek bir millet değil. Ama İsmet Özel de milletinin anlayabileceği bir dil kurabilmekten çok uzak."
Bu "haber"den sonra şunu söylüyorum: Vicdanımızı "sızlatıyor" (!) olabilir ama İsmet Özel vicdanımız bizim. Fakat sadece İsmet Özel değil: Bediüzzaman da, Necip Fazıl da, Sezai Karakoç da, Nurettin Topçu da, Cemil Meriç de, Nuri Pakdil de, Rasim Özdenören de vicdanımız aynı zamanda. Vicdanımız yani "gözümüz", "kulağımız", "kalbimiz", "aklımız" ve "sesimiz". Zihin dünyamızı (elbette ki sadece zihin dünyamızı değil) "aşk ateşi" ve hakîkat ışığıyla aydınlatan yıldızlarımız.
Eğer bu yıldızlarımız var/olmamış olsaydı, bugün biz belki de "burada" var/olamayacak; nasıl bir "yola çıkmaya hüküm giydiğimizi" bilemeyecek, hakîkatle buluşma noktasına ulaşamayacak, pergelimizi büsbütün şaşırmış olacaktık.
Hakîkat, elbette ki kişilerle kâim değil; ama kıyam ve hakîkat bahçesine ikamet, önce ferden ferdâ, sonra da fevc fevc vücut bulabilir ancak. Unutmayalım ki, önce Fahr-i Kâinat Efendimiz hakîkat sarayının yemişlerinin yetiştirildiği ve devşirildiği aşk bahçesinin tohumunu ekmiş, sonra da ashabını, bütün ins-ü-cinni o bahçeye "ikâmet"e davet etmişti.
O yüzden ben zihin dünyamızın bu müstesnâ yıldızlarının yaktıkları aşk ateşinin ve hakîkat ışığının söndürülmesine aslâ göz yumamayacağımızı ve tahammül edemeyeceğimizi düşünüyorum. Çünkü hakîkat kıvılcımı çakılmış, aşk ateşi yakılmış, "uzun yola çıkılmaya hüküm giyilmiştir" artık.
Ancak yakıcı bir sorunla karşı karşıyayız: Aşk / Hakîkat Sarayımızı inşa etmeye koyulan bu hakîkat yıldızlarımızın bugüne kadar yalnızca kendi etraflarını aydınlatmakla yetindiklerini ama elbirliği, gönül birliği ve yürek birliği ederek birbirlerine ışık saçma, birbirlerinin ışığından güç devşirme eylemine henüz ve hâlâ soyunamadıklarını görüyoruz. İsmet Özel'e derhal "sahiplenmeleri" gerekip de, sahiplenme gücü bulamayan yazarlarımızın hâlâ yazmaya devam edebiliyor olmalarındaki şaşırtıcılık ve tuhaflık; sergiledikleri "sessizlik" ve "kayıtsızlık"ın nedenleri kanımca burada gizli.
Eğer İsmet Özel, Sezai Karakoç'a, Bediüzaman'a ve diğerlerine mevtâ muamelesi yapılıyor olmasına isyân edebilmiş olsaydı, İsmet Özel kesinlikle sahiplenilecekti. Öte yandan biz de, İsmet Özel'in hakîkat ateşinden neşet eden "çığlığı"na kulak kabartacağımıza, İsmet Özel'i daha da zor durumlara düşmekten alıkoyacak basîret ve ferâset kılcımızı kuşanamadık. Meselâ sevgili Mustafa İslâmoğlu bu gazetede müstear ismiyle yazdığı üç İsmet Özel yazısında İsmet Özel'in yapıp ettiklerini, kaygılarını sanki bilmiyormuşçasına, onları ıskalayarak İsmet Özel'in "çığlığı"nı "acı", "acınacak" ve "acınası" sözcükleriyle özetleyen o talihsiz yazıları yazdı ve İsmet Özel'i mahkûm etme yanlışlığına düşmekten kendisini kurtaramadı.
Evet, İsmet Özel'in üslûbu kesinlikle yanlıştı. Ama her ne sûretle olursa olsun, söylediklerinin çoğu, söylenemeyen ama mutlaka söylenmesi gereken yakıcı gerçeklerdi; o yüzden üslup meselesi aslî değil, arızî bir mesele olarak görülebilmeliydi. Zira İsmet Özel, çok esaslı bir şeye dikkat çekiyordu: Hakîkatle ilişkimizin dolaylılığından, hakîkate karşı kayıtsızlığımızdan, hakîkati bozuk para gibi harcama şaşkınlığımızın yanlışlığından sözediyordu ve bu duruma isyan ediyordu. Bu acınacak bir durum değil, alkışlanacak bir tavırdı.
Bu nedenle, İsmet Özel'e "sahiplenilmesi" gerekiyor. Ama sadece İsmet Özel'e değil; hakikat ışığıyla aydınlatılan o aşk sarayının mimarları olan TÜM DİĞER HAKÎKAT ÖNCÜLERİNE DE.
Bu mesele, bence, İslâmî düşünce, söylem veya hareketin Türkiye'deki en yakıcı ve yıkıcı sorunlarından biri olduğu için bu mesele üzerinde özenle ve hassasiyetle durulması gerektiğini düşünüyorum: Eğer hakîkat sarayının mimarları veya yıldızları, bugüne kadar birbirlerine, birbirlerinin söylediklerine sahiplenebilmiş olsalardı, şu ân biz bu noktada olmaz, kendimizi "atalet zindanı"na hapsetmemiş olur, daha muhkem ve muhteşem bir hakîkat sarayı inşası çabasına müştereken iştirâk etme alçakgönüllüğü gösterebilirdik. Bu milletin, kişisel saraylara değil, sarsılmaz ve muhkem bir Hakîkat Sarayı'na ihtiyacı var. Onun için de, önce hakîkate şeksiz şüphesiz sahip çıkabilme iradesine sahip olabilmek, sonra da hakîkat öncülerine ve erlerine, egolarımızı kontrol altına alma erdemi göstererek sahiplenebilmek zorundayız. Bediüzzaman'ın deyişiyle, ATALET ZİNDANInın zincirlerini ancak o zaman kırabilir ve Allah'ın HİMMETine ancak o zaman MÜSTEHAK olabiliriz.
O hâlde bütün mesele, hakîkate "sahip olmak", "sahip çıkmak" ve "sahiplenmek" şuuruna vâkıf ve vâsıl olabilmekte düğümleniyor.
Daha önce de dikkat çekmiştim: "Sahip" kelimesi, "sohbet etmek", "ashab (dost) olmak", "musahabe etmek" eylemlerini içeren, icbar ve icap ettiren, anlam dünyası son derece engin ve zengin bir kelime. Eğer birbirimizle dost olamıyorsak, kendi aramızda o hakîkat aşkıyla ve ışığıyla kuşanarak sohbet edemiyor, insanla, kâinât'la, tabiat'la ve Rabbimiz'le kopmaz bir rabıta kuran ve kurduran bir sohbeti canlı tutamıyorsak, hakîkate de, hakîkatin mimarlarına veya yıldızlarına da sahip çıkamayacağımızı, sahiplenemeyeceğimizi, bizi zifiri karanlıklara garkeden atalet zindanından zihnimizi, ruhumuzu ve bedenimizi aslâ kurtaramayacağımızı ve hakîkat sarayına hicret edebilme iradesi geliştiremeyeceğimizi iyi bilelim, derim.
Yazının bundan sonraki bölümünde bugüne kadar pek yapılmamış bir şeyi yapmaya soyunacağım: İsmet Özel'e, dolayısıyla söylediklerine sahiplenmenin ne demek olduğunu Bediüzzaman'a sahiplenerek, onun söylediklerinden yola çıkarak göstermeye, dolayısıyla HAKÎKAT SARAYI'NIN ANCAK MÜŞTEREK BİR SOHBETE İŞTİRK EDEBİLDİĞİMİZ ORANDA, ÖLÇÜDE VE SÜRECE MUHKEM BİR ŞEKİLDE İNŞA EDİLEBİLECEĞİNİ kanıtlamaya çalışacağım.
Çarşamba günkü yazıda, bugüne kadar ıskaladığımız, sahiplenemediğimiz, dost olamadığımız üstad Bediüzzaman'ın, aynı anda nasıl hem enfes bir atalet fenomolojisi, epistemolojisi ve ontolojisi yaptığını, hem de geliştirdiğini göreceğiz. Ve böylelikle Bediüzzaman'la giriştiğim sohbetle atalet tasavvurundan, iman, mümin, vicdan ve hakîkat tasavvuruna kadar uzayıp gidecek bir yolculuğa çıkacağız... İşte o zaman hakîkat'e ve hakîkat sarayının mimarlarına veya yıldızlarına sahip çıkmanın ne demek olduğunu daha iyi kavrayabileceğimizi umuyorum...
· KUKALI SAKLAMBAÇ / HAFTALIK KOMİSER
(26 Eylül / 2 Ekim 2003 - Akşam-lık)
Kitap-lık'ın eylül sayısında Sayın Ahmet Güntan'ın ilginç bir yazısı var: "İsmet Özel/Sevdiği Oyun: Kuka. Sevmediği Oyun: Saklambaç." Sayın Güntan yazısında İsmet Özel'in 'ayrılık'larından söz edip, 26 yıldır bindiği İETT otobüsünden 'radikal' bir durakta indiğini iddia ediyor. Sayın Güntan, bir sayfalık metnin, ilk cümlelerinde, İsmet Özel'in nereye gideceğini, -tahmin payı bile ayırmadan- açıklıyor. Ancak, bir sonraki parağrafta, şairin indiği durağın 'radikal' ve 'muğlak' olduğunu ima ediyor!
Sayın Güntan'ın yazısında vurguladığı, 'radikal' ve 'muğlak' duraklarda biraz oyalanalım:
1- İsmet Özel, artık ondan kopamayacak olan Kayseri Kastamonu'da inmiş olabilir.
2- Şair, "insan eşref-i mahlukattır" diyen bir babanın oğlu olduğundan, 'eşitlikçi sosyalizm' durağında inmiş de olabilir.
3- İsmet Özel'in 'etik bir bağlanma'dan dolayı, 'inanç' durağında, inmek için, otobüsün 'dur' düğmesine basmış olması da mümkündür!
Sayın Güntan'a göre, Sayın Özel'in hangi durakta indiği 'muğlak' ama 'radikal' bir yerde indiği muhakkak! Bence İsmet Özel hiçbir yerde inmedi, inmeyecek!
İsmet Özel'i 'Geceleyin Bir Koşu'dan bu yana, okuyup izliyorum: Nerede yayımlanırsa yayımlansın, peşini hiç bırakmadım; şiirlerini okumaya daima önem verdim. 'Bir Yusuf Masalı'nı okuduğumda ise, "eyvah koşu bitti, şair durdu" diye hayıflandım.
İsmet Özel'in İETT otobüsünden yeni bir 'ayrılık' için ineceğini sanmıyorum: Bence şair, Akbil'ini kullanıp aktarma yapacak, oyunu ve yolculuğu sürdürecek: Yol aynı yol, ülke aynı ülke olduğuna göre, İsmet Özel de, şiiri de aynı kalacak!
Sayın Güntan, inilen durağın 'muğlak' olduğundan yararlanarak, İsmet Özel'e "şiirin çorak ülkesine geri hoş geldin" diyor... Ama Sayın Özel, 'geri hoş buldum' der mi; bilmiyorum! Kimse, 'şairin çorak ülkesi'nde yeni ve 'radikal' bir şiir tahavvülünü tahayyül etmesin!
Sayın Ahmet Güntan, şiirlerini çok beğendiğim değerli bir şair. Amacım kesinlikle yazısını çarpıtmak değil. Ben, İsmet Özel'in İETT otobüsünden indiğine/ineceğine inanmıyorum, o kadar: Sayın Özel, ebe olmayı sevmeyen, ama sobelemeyi seven bir yazar. Tek kişilik bir oyun oynuyor: şiir, onun şiiri; yazı, onun yazısı; oyun, onun oyunu; bizim durakta inmesi için zorlamayalım: 'muğlak' kalsın!
Rica: Sayın Güntan, yazınızda karşıma defalarca "Kayseri Kastamonu" tabelaları çıktı. Merakımı hoş görün: bu yeri, edebi sanat yapacak kadar tanıyıp içselleştirdiğinize göre, bizlere de anlatır mısınız: 'Kayseri Kastamonu' neresidir, nasıldır, nedir?
· MAHKUM ETMEK Mİ? / SAMİ HOCAOĞLU
(26 Eylül 2003 - Yeni Şafak)
"İsmet Özel'in yapıp ettiklerini, kaygılarını bilmiyormuşçasına" davrandığım suçlaması doğru değil. Bu suçlamayı yapan refikimiz bunu nasıl yaptığıma hiç değinmemiş. Örnek de vermemiş. Fakat, suçlamasına mesnet teşkil eden ve bu köşeyi takip eden herkesin okuduğu üç yazımın ilki olan "Çok "Özel" bir hikaye" başlıklı olanının ilk paragrafı bile bunun aksini isbata yeterli. Okuyalım:
"...Çünkü İsmet Özel hepimiz için önemli ve değerliydi. Doğru ve yanlış yaptıklarıyla, yapmadıkları ve yapamadıklarıyla, şair, düşünür ve yazar yönüyle biz Müslümanlar'ın bir parçasıydı o. İslam kardeşliği hukukumuz, doğrusuna sahip çıkmayı, eğrisine istiğfar etmeyi gerekli kılar. Bir muharririn istiğfarı, işte böyle yazı suretinde tecelli eder."
El-insaf.
Refikim, bu köşede İsmet Özel hakkında yazdığım ve baştan sona adil ve mutedil olma konusundaki titizliğimi muhafaza ettiğim yazılarımı "talihsiz" olarak nitelemiş. Çok çok daha ağır bir suçlamada daha bulunmuş. Bu yazılarla "İsmet Özel'i mahkum etme yanlışlığına düştüğümü" söylemiş.
Yine bu ağır suçlamada bulunurken nerede, hangi cümlelerimle, nasıl yaptığıma hiç değinmemiş. İddiasını delillendirme zahmetine katlanmamış. Bunu nasıl yaptığımı gösterse, ben de hatamı anlamış olurdum. Fakat bunu yapmamış. Benim, bu durumda mezkur suçlamaları hiç hesaba katmamam gerekirdi. İsbat yükümlülüğü iddia sahibine aitti. Bu da yapılmadığına göre...
Ama şık olmayacağını bile bile, söz konusu yazılarımdan alıntı yaparak, konunun değerlendirmesini okuyucunun basiretine havale ekmekten başka elimden bir şey gelmez. Ben de, işte burada bunu yapıyorum.
Mezkur yazılarda Özel'in kendi sözlerini bir bir kaynaklarıyla vererek, onlar üzerinden değerlendirme yapmıştım. İşte yine o zehir zemberek sözleriyle ilgili bir değerlendirmem:
"Burada, İsmet Özel'i ya da bir başkasını suçlamak doğru değil. Suçlanması gereken, Müslüman camianın bu müzmin aşağılık duygusu. "Hadi gözünüz aydın, falan da iman etti" tavrı doğru değil. İman edenin kendi gözü aydın olsun. Her Müslüman İslam kardeşliği çerçevesinde bir iman kardeşi daha kazanmanın sevincini duyar, o kadar. Fakat kimsenin, "gelişiyle İslam'a şeref kattığı" zehabına kapılmaz. Bu marazi hal, inandığı değerden emin olamama halidir. Oysa "mü'min"in anlamlarından biri de "inandığı değerler manzumesinin hakikat, hakikatin de bizatihi kendiliğinden şerefli ve aziz olduğundan emin olmak" değil midir? İsmet Özel'in "acı" sözleri, "dost acı söyler" kabilindendir. Elbette dinlenmeli, öğüt alınmalı, teşekkür edilmelidir." (Hiç kimse hep 12'den vuramaz)
Mahkum eden böyle yapar mı hiç? Sözü kendi içinde "acı", "acıklı" ve "acımasız" diye önce üçe ayırarak "eler" mi? Bu elemeyi yaptıktan sonra "acı" sözlere hak verip "dost acı söyler" der mi? Üstelik, "dinlenmeli, öğüt alınmalı, teşekkür edilmeli" uyarısında bulunur mu? Eleştirmeyi, bu titiz elemenin ardından yapar mı? Bu satırlara rağmen "mahkum etmek"ten söz edene ne denir?
"Ben hep 12'den vurdum" diyene, siz de kalkıp "Hiç kimse hep 12'den vuramaz" demişseniz, onu mahkum mu etmiş olursunuz? Hatta, bakın aynı yazıda bu cümle üzerine nasıl adil bir değerlendirme yapılıyor:
"Özel diyor ki "ben İslam'ı onların şartlanmalarından bağımsız olarak öğrendiğim için 12'den vuruyordum hep." Cümlenin başına katılıyorum. Doğru olan da bu. Fakat, ya sonu?"
Bir yazı ki, bir tek cümlenin yarısındaki doğruyu bile vurgulayacak kadar titizleniyorsa, söyler misiniz, mahkum etmemek için daha ne yapılabilir?
Bir cümlenin yarısındaki doğruya dikkat çeken bu yazıların üçü de, bir tek cümlesi mesnet gösterilmeksizin "Özel'i mahkum etmek" suçundan mahkum ediliyorsa, kim kimi mahkum etmiş oluyor?
Şu satırlar da üçüncü yazıdan (Çerağıma kast edenin/Hak yandırsın çerağını diyebilmek):
"Kendi payıma, Müslüman olduktan sonra İsmet Özel'in dilinden bir 'gavurluk' sadır olduğuna şahit olmadım..."
"Özel'in müşteri aradığı Türklük anlayışının, şovenlikle bir alakasının olmadığı açık. Özel'in savunduğu Türklük, İslam'dan bağımsız düşünülemeyecek olan bir Türklük. Son dönemde (ama yalnızca "son dönemde") yazdıkları dikkate alındığında, söz konusu Türklük tanımının İslam'la neredeyse eşanlamlı olarak kullanıldığı bir Türklük bu."
"Özel, Gerçek Hayat'a veda ederken şöyle demiş: "Beni sevmeyenlere gelince... onların da canı sağ olsun demeyeceğim. ... Allah onların kalplerindeki hastalığı artırsın." İşte bu olmadı. Ben kendi payıma onun imanını hep sevdim ve severim. Biz ondan kendisini sevmeyenlere dahi Yunusça yaklaşmasını beklerdik. İşte Yunus farkı: "Çerağıma kastedenin / Hak yandırsın çerağını". Allah ve Rasulü dışında, hiç kimseyi sevmek imanın vâcibâtından değildir de..."
Allah var, bu yazılarda yaptığımın adı "mahkum etmek"se, peki refikimin yaptığının adı ne?
· PART-TIME FEMİNİSTLER / MUSTAFA ARMAĞAN
(28 Eylül 2003 - Zaman Turkuaz)
Nedense yaralanmışlar İsmet Özel'in sözlerinden. Hemen eşini düşünmeye, onu koruyup kollama vazifesini üstlenmeye, ona "acımaya" döndürmüşler gayretlerini. Bazıları da "dehşete düşmüş" İsmet Özel'in Nuriye Akman'a anlattıklarından. Birkaç hafta önce hayranlık dolu serenatlar yaptıkları bir şaire bu defa zehir zemberek zılgıtlar çekmişler kendilerince.
Ben de bunu anlamıyorum: Bir erkek, kadınlar hakkında ileri geri konuşunca kadınlar bu sözleri neden kendi nefslerine yönelik bir "hüzn-i hususi" gibi algılıyorlar? Neden "Aman sen de" deyip geçemiyorlar. Neden bu derece içlerinden yaralanıyorlar?
Mesela ben bir erkek olarak senelerce Seda Kaya'nın erkeklere "ölsünler" demesini sadece bir kadın tehevvürü olarak görüp geçmişimdir. Oysa tersi bir düşünceyi dile getirmeye, genel bir kadınlar nutku atmaya kalktınız mı, her bir kadın kendisini orada söylenenlere muhatap kabul ediveriyor.
Neden?
Hemşirelik bilinci mi? Sanmıyorum. Öyle olsa "bütün kadınlar" bilaistisna Merve Kavakçı ve Gülben Ergen'in arkasında saf tutarlardı. Ama olmadı. Her ikisinin de arkasından, "Oh, layığını buldu" diyen kadınları uzakta aramaya gerek yok, evlerimizin içindeydi onlar.
Sonra feministlerimiz, hadi Seda Kaya adı ağzımdan çıkmışken onunla devam edelim, "erkek düşmanı" olarak görülmenin rantını yerken vicdanları gayet rahat görünüyor. Nasıl olsa fazlaca kadın kahraman yok ortalıkta, bunlar hemcinslerinin olan olmayan bütün öfkelerini gazete sütunlarına boca ediyorlardı. Gelin görün ki, Hıncal Uluç'un dediği gibi aynı kişiler, gerçekte temsil ettiklerini söyledikleri "kadın" cephesindekilerin hepsinden fazla erkekleri seviyorlar, sık sık âşık oluyorlar ve bir erkeğin himayesine sığınmanın tadını alabildiğine çıkartıyorlardı.
Yani sizin anlayacağınız bir oyun vardı ortada: Erkeğe nefret oklarını yolla, kadınlara ezilmişlik nutukları çek, ratingi kucakla, sonra nefret nesnesi olan erkeklere aşık ol.
Bizim feministlerimiz böyle de dünyadakiler nasıl?
Belki son derece ciddi feminist araştırmalarda bulunanlar hariç, orada da genel bir samimiyetsizlik hakim. "The Female Eunuch" ile şöhretin zirvelerini yoklayan yazarı Germaine Greer, sonradan nedamet getirip "Sex and Destiny"de günah çıkarmamış mıydı? Fransız feministlerinin baş aktörlerinden "Baş Düşman"ın yazarı Christian Delphi birkaç yıl önce hem de feministlerin "Pazartesi" dergisine verdiği mülakatta, feminizmin kadın konusunda baştan aşağı yanıldığını itiraf edip kadınların evlerinde oturma hakkını hangi hakla onların ellerinden almaya çalıştıklarını sorgulamamış mıydı?
Yani bir dalga gelince üstüne çıkmışlar ve bu dalganın rantını yemeğe koyulmuşlar. Onlara inanan zavallı okuyucuları da yıllarca peşinden gittikleri "önderleri"nin günün birinde kendilerini kıyısı olmayan bir denizin ortasında bırakması karşısında affedersiniz eşekten düşmüşe dönmüşler.
Şimdi de böyle bir durum karşısındayız. Bazı "part-time feministler", kendileri hiç öyle yaşamadıkları halde okuyucularına erkek aleyhtarlığını aşılayarak ayakta kalmaya çalışıyorlar. Okumadan, dünyada nitelikli tarihçilerin yaptığı kadın araştırmalarının geldiği noktaları takip etmeden ve kendi geleneğimize ayık bir kafayla bakmadan günümüzde kadın meselesinin bir erkek-kadın çatışması gibi ilkel, biyolojik düzeye indirgeniyor olması, gerçek bir talihsizlik.
Çağımızın gerçekten emek mahsulü ürünler veren titiz tarihçilerinden Christopher Lasch'ın "Women and the Common Life"da belirttiği gibi eğer sorunu biyolojik bir temele indirgeyerek ele alırsak, yani kadın/erkek cinsiyetlerinin doğuştan farklılığı üzerinden bir politika geliştirmeye kalkarsak zaten tartışılacak bir şey yoktur. Biz dağı, taşı, saç rengimizi nasıl siyasî bir tartışma konusu yapmıyorsak, kadın/erkek çatışmasını da yapmamalıyız. Yok eğer kültürel ve tarihî bir çatışma ise kadın/erkek çatışması, o zaman da bunun "bazı toplumlara özgü" olduğunu ve evrenselleştirilemeyeceğini kabul etmek zorundayız. Yani bu çatışma bir toplumda erkek egemenliği şeklinde zuhur etmişse, mantıken bir başka toplumda da tersi çıkabilmelidir.
Tabii tarihten söz ediyorsak bu böyle. Yani tarih, her zaman farklı yollar olduğunu ve soyut ve mutlak bir kadın/erkek çatışmasının ve monoton bir erkek zulmünün, part-time feministlerin id- dia ettikleri gibi evrensel bir geçerliliğe sahip olamayacağını söylerdi bize. Oysa onlar bu mantık açmazına o kadar sık yakalanıyorlar ki.
Hem erkek zulmünün evrensel olduğunu söyle, hem de cinselliğin kültür içerisinde üretilmiş bir kurgu olduğunu. Biyolojik olarak evrensel ise neden "üretilmiş" olsun? Yok üretilmiş ise nasıl "biyolojik" bir temele dayanabiliyor?
Ben bunun, kadınların "yaralanmaları" örneğinde gördüğümüz gibi feminizmin akıllarını şaşırttığı kadınların "özel"i genel, geneli de "özel"den ayırt edemeyişleriyle aynı psikolojik şartlanmadan kaynaklandığını söylüyorum. Yani biyolojiyi, biyografileri haline getirme zaaflarından.
Bu yüzden İsmet Özel kadınlar hakkında genel olarak ne söylerse söylesin, part-time feministlerimizin onu "özel"e, biyografilerine, yani kendi nefislerine çekeceklerinden şüphem yok.
Feminizm de zaten bu muğlaklığın üzerine oturmuş, rantını buradan yemekte değil mi?
· ERKEK MİLLETİ / HASAN SUTAY
(28 Eylül 2003 - Zaman Turkuaz)
İsmet Özel, okurunu şaşırtır da, onu eleştirenler şaşırtmaz mı? Nevval Sevindi, Turkuaz'daki (geçen hafta) köşesinde böylesine bir şaşkınlığı yaşattı. İsmet Özel'den yola çıkıyor ve bilimsel araştırmalardan destek alarak, erkeklerin yok olacağını söylüyordu. Açıkça söylenmese bile, satır aralarından "Ey erkekler kahrolun e mi?" gibi bir sonuç çıkıyordu. Halbuki, Zaman'daki köşesinde İsmet Özel'i yere göğe sığdıramadığı yazısının üstünden bir ay bile geçmemişti. Bu kadar kısa sürede İsmet Özel mi değişti, yoksa Nevval Sevindi mi? İkisi de değişmedi. Sevindi, belli ki Özel'in böyle bir çıkışını beklemiyordu. Uzun farlarını yakmamıştı anlaşılan.
Şunu peşinen söyleyeyim; bu tür tartışmaların niye yapıldığını hiç anlamam. Erkekler mi güçlü, kadınlar mı güçlü türü bir tartışmanın bizi bir yere götürmeyeceğini düşünürüm. Yeri geldiğinde erkek güçlüdür, yeri geldiğinde kadın. Hayat müşterektir. İstisnalar haricinde, hayatın yükü paylaşılır. Mutlu bir ailenin temeli budur. Yeri geldiğinde erkek fedakarlık eder, yeri geldiğinde kadın. İkisinin de ortak fedakarlık yapacağı yer ve zamanlar olur. Dolayısıyla güçlerini birleştirmesi gereken bireyleri parçalamanın alemi yoktur.
Kadın hakları savunucularının çoğu, toplumdaki paylarını erkeklerden fazla almış olanlardır. Artık sosyal bir aktivite olarak, hatta siyaset yapmak için bu tür işlerin içinde bulunurlar. Kurdukların derneklerin hizmetini kadın mı yapar, erkek mi bilmem. Normalde erkekleri çalıştırmaları gerekir. Üstünlük bunu gerektirir.
Erkek düşmanlığını bir ideolojiye dönüştürmenin mantığını kavrayabilmiş değilim henüz. Erkek düşmanı kadınların babalarına da düşman olmaları gerekir normalde. Aynı şey kadın düşmanı erkekler için de geçerli.
Eğer bu bir ortaokul münazarası olsa, erkeklerin daha güçlü olduğu tezini savunurdum. İki ismi örnek vermek, tez sahibi olarak bana güç verirdi: Hz. Muhammed ve Atatürk.... Ne yaparsınız ki, münazarada değiliz.
Hayatta eşitliğin olmadığını kabul ediyorum. Ben dengeden yanayım. Erkekler kendi arasında eşit değil ki, kadınlarla erkeklerin eşitliği olsun. Eşitlik önemli mi sanki!... Mühim olan insanlık...
· İSMET ÖZEL HAKLI MI? / NESRİN YANIK
(29 Eylül 2003 - Internethaber.com)
Uğrunuza kul köle olan bir kadınla mı birlikte olmak istersiniz, yoksa başı dik ve bağımsızlığına düşkün bir kadınla mı?
İsmet Özel, şiirini, yorumunu, sessiz sözcüklerindeki yılansı dilini sevdiğim, anlatımlarında insanı kat kat korunaklarından sıyırıp çırılçıplak bırakmaktan çekinmeyen cesur bir şair. Siyasal çizgisindeki zikzaklar ya da yazı yazdığı yayınlar, doğrusu şiirleri kadar ilgimi çekmedi bu zamana kadar...
Onun her tür dünya görüşüne sahip okuyucuları oldu hep. Öne çıkmaya tenezzül etmeyen, gizemli, bir yandan da aydın kalıbını zorlayan şairler arasında sayıldı. Ama, adına ister medya pırıltısı deyin, ister andropoz şaşırtmacaları, bu aralar garip bir şekilde popülaritenin kucağına düştü İsmet Özel. Belli ki, pek de gönüllü oldu bu düşüş...
Yetmedi anlaşılan bir vakit sonra, entelektüel evlerin kütüphanelerinde şiir kitaplarıyla yer almak. Ses vermek istedi, ve görüntülenmek istedi toplumun çok daha geniş kitlelerince. Medya gezintilerinin Nuriye Akman durağında konuştukları, en büyük gürültüyü kopardı. Gazete manşetlerinde ve televizyon programlarında İsmet Özel'in "köle kadın" isteği tartışılmaya başlandı...
Oysa ki ne demişti ki İsmet Özel, bu kadar yaygara koparılacak? Alt tarafı, özel hayatında yaşamak istediği ilişki biçimini tarif etmişti. İsmet Özel'in beraber olacağı kadından kölelik beklemesini, popülerlik hevesine kapılması kadar garip bulmadım ben.
Neden olmasın ki, İsmet Özel'e kölelik yapmak isteyecek kadınlar vardır elbet bizim toplumumuzda. Hatta başka toplumlarda da. Ama köle olmak isteyecek ve olacak erkekler de vardır aynı şekilde. Her bireyin varolma biçimi ve seçimi kendine aittir. Hele de bir ilişki, içinde türlü türlü rolleri içerir.
Çok kimse, ideal rolünü oynayabileceği kişiliği arar seçeceği eşinde. Kimi hükmetmek ister, kimi hükmedilmek. Asla küçümsemem bunu, seçilen ilişki buysa. Çünkü terazi dengelenmiş demektir, iki tarafın da istediği olmuşsa...
Daha önceleri Ahmet Altan'ın ilişkilerle ilgili "efendi-köle" benzetmesine gönderme yapıyor İsmet Özel. Nasıl bir ilişki yaşamak istediğini, aydın kesimi şaşırtma olasılığına rağmen apaçık söyleyiveriyor. Hepsi bu...
Birey olma süreci tümüyle yalnız başına tamamlanan ya da yaşanan bir süreç. Özgür düşünceler, özgür fikirler, özgür davranış biçimleri, özgür seçimler, hep bu süreci takip eder. Ama ilişkiler, bireyin varoluşuna paralel bir başka boyut daha getirir. Ve bu boyut, o güne kadar taşıdığınız kişilik ve karakterinizle birebir örtüşebildiği gibi, bambaşka fotoğraflarınızı da yığabilir önünüze...
Çağdaş bir yazar olabilirsiniz, evrensel doğruların peşinde olabilir, ateşli bir insan ve kadın hakları savunucusu olabilirsiniz. Ama bunların hiçbiri, sizin idealinizdeki ilişki biçimiyle bağdaştırılamaz. Kimin "light", kimin "dominant", kiminse "taşfırın erkeği" olduğunu, gündelik yaşam içinde nasıl bilebilirsiniz ki?
Seçiminizi de özgürce yaptıktan sonra, ilişki yaşadığınız kişiyle efendi-köle oynamak istiyorsanız, buna kim ne hakla karışır?!.
· ÜÇ KERRE ÇÜŞŞ / ÖMER LEKESİZ
(Hece - Ekim 2003)
* Sosyalist iken giderek kendisini "Müslüman" ve giderek "İslamcı" olarak tanımlayan "sadece" şair İsmet Özel, İslamcılığının, 200 yıllık İslamcılığa değil, 1.400 küsur yıllık İslam'a bağlı olanlarca "iplenmediğini" anlayınca Ayasofya Kompleksi'ne düşerek nihayet kendine dönebilmiş.
Bundan daha güzel bir haber olabilir mi? Olamaz, çünkü "kendine dönmek" bir rahimde yeniden "olmaya" niyetlenmek, ateşi dünyevi düşüncelerden ve iktidar hırsından oluşan fırında yeniden pişmek demektir. Şairi can-ı gönülden tebrik ediyorum.
Ahmet Güntan yazısında "muti bir mürit" (ya da havari) olarak şeyhinin valsinden hikmetler üretiyor. Bu anormal mi? Hayır, bu da normal! Bir mürit şeyhi adına üstüne düşeni elbette yapmalıdır.
- Ahmet Güntan'ın yazısındaki birinci dipnotta şu cümleler de yer alıyor: "Milli Gazete'yi İsmet Özel'i okumak için internetten takip edenler bilir, solda yazarların isimlerini sıralayan bir sütun vardır. O sütunda bir gün İsmet Özel isminin biraz üstünde üçkağıtçı din bilgini Harun Yahya'nın ismini görünce çüş artık diye düşünmüştüm, İsmet Özel'e bu yapılır mı?"
Bu normal mi? Hayır, bu anormal. Nedenlerini sıralayalım:
1- Ahmet Güntan, Milli Gazete'yi küçümsüyor: Milli Gazete'yi değil, İsmet Özel'i okumak için! Milli Gazete'yi alanlar değil, Milli Gazete'yi internetten takip edenler!
2- Ahmet Güntan, müritlik konumundan olsa gerek şeyhinin niçin Milli Gazete'de yazdığını soramıyor, onun isminin üstünde önemli bir ismin yer almamasını yazması için yeterli görüyor.
3- Ahmet Güntan, bir gün Milli Gazete'ye (herhalde internetten) bakıyor ki, İsmet Özel'in isminin biraz üstünde üçkağıtçı din bilgini Harun Yahya'nın ismi... Hemen tepkisini patlatıyor: "Çüş artık diye düşünmüştüm...".
Bu üç hususun üstünde biraz duralım:
1- Milli Gazete'yi okumamak, onu küçümseme hakkını kazandırmaz. Sonuçta Milli Gazete de son kırk yılda çıkan yüzlerce gazeteden bir gazetedir. Çıkış amacı, muhatap kitlesi, vs., vs. bellidir. Bunları olumlayıp gazeteyi alırsınız ya da olumlamaz almazsınız. Ancak küçümseyemez, "şahsi" olarak küçümsüyorsanız bile bunu sonuçta kendinizi küçültecek bir belgeye dönüştürmemek için çoğunluk önünde açıklamazsınız. Çünkü kuraldır, silen silinir, küçülten küçülür.
2- İsmet Özel Milli Gazete'de yazmaya ne zaman başladı, kaç zaman yazdı, bilmiyorum. Yazar ya, elbette bir yerlerde yazacaktır. Yazma eylemini yazara dönük bir hesap sorma konusu yapamayacağımız gibi, yazarın orada yazışını da bir "lütuf" gibi değerlendiremeyiz. Ahmet Güntan da gün gelir Star gazetesinde yazar mı yazar, bununla Star'a bir bağışta bulunmuş olmaz sadece yazar ya yazar, işte o kadar (kafiye için bağışlayınız). "Netekim" İsmet Özel de dün Milli Gazete'de yazıyormuş, bugün yazmıyormuş. Yazması ne kadar doğalsa yazmaması da o kadar doğaldır. Ayrıca dün İsmet Özel'li Milli Gazete nasıl bir gazeteyse, bugün de İsmet Özel'siz bir Milli Gazete aynı Milli Gazete'dir. Tavşan küser dağ duymaz ya da tavşan gider dağ kalır hikayesi...
3- Ahmet Güntan, Cumhuriyet gazetesinin mantık ve söylemini kullanarak "Harun Yahya"yı hem de "din" tanımlı olarak bir çırpıda harcayıveriyor.
Harun Yahya'yı tanımıyorum. Ahmet Güntan'ın elindeki bilgi ve belgelere sahip bulunmadığım için Harun Yahya'nın "üçkağıtçı din bilgini" olup olmadığından da habersizim. Sadece, "Münafıklar size bir haber getirdiklerinde..." hükmünün muhatabı bulunduğumdan Ahmet Güntan'ın yargısının ve ayrıca "din bilgini" tanımlamasının, din bilginlerinin üçkağıtçı olanlar, olmayanlar şeklinde kategorize edilmesinin Amerika destekli 28 Şubat'çılara mahsus (ve kanıksanmış) bir "ahlak" olduğunu bildiğimden ihtiyatla bakmak zorundayım. Sanırım sağduyuya sahip herkes aynı şekilde bakacaktır.
Gelelim Ahmet Güntan'la ilgili bir başka hususa:
Yukarıda Kitap-lık'taki yazısını konu edindiğimiz Ahmet Güntan'la, Haziran 2003'te Yapı Kredi Yayınları arasından çıkan "Esrârîler 2000/2001" kitabının yazarı aynı kişi midir? Eğer ayrıysa bir diyeceğim yok, ancak aynıysa "yandı gülüm keten helva"! O zaman birinci Ahmet Güntan'a ikinci Ahmet Güntan'ın "seveni" olarak derim ki: "üç kerre çüşş"!
· BIYIKLI İKTİDAR, ETEKLİ İKTİDAR / FADİME ÖZKAN
(4 Ekim 2003 - Yeni Şafak)
İnsanlık tarihinin en eski ama asla eskimeyen tartışma konularının başında gelen kadın-erkek ilişkileri, son haftalarda, hiç kimsenin kayıtsız kalmayı başaramadığı bir konu olarak yeniden gündemde. Şair-yazar İsmet Özel'in Zaman gazetesinde Nuriye Akman'a verdiği röportajda, sevdiği kızla evlenemediği için 'kendisini seçmeyen tüm kadınlara karşı hınç beslediğini', kadının kendi isteğiyle erkeğe köle olması gerektiğini söylemesiyle birden bire ateşlenen tartışma, gazeteci Sinan Akyüz'ün kitabı "Etekli İktidar"la iyiden iyiye hararetlendi. İsmet Özel kadın-erkek arasındaki gerilimin, kadının 'gönüllü köle' olması durumunda ortadan kalkacağını savlarken, Sinan Akyüz erkekleri, kentli kadınların özgürlük talepleri yüzünden altına girdikleri baskı ve boyunduruktan çıkarak haklarını geri almaya çağırıyor.
Çıkış noktaları, referansları, söylemleri ve yöntemleri farklı olsa da İsmet Özel de, Sinan Akyüz de aslında benzer bir şeyden bahsediyor. Her ikisi de, iki cins arasındaki ilişkinin (hiyerarşinin), yaşanagelen toplumsal ve siyasal dönüşümün bir sonucu olarak bugün eskisinden tamamen farklı, karmaşık ve sorunlu bir yapı arzediyor olmasına, erkeklerin sahip oldukları ama artık kaybetmeye başladıkları meşrulaşmış iktidarı yeniden kazanmalarının gereğine vurgu yapıyor.
Kadın-erkek ilişkilerinin tarih içinde aldığı yol, iki cins arasındaki farklılığı belirginleştiren ancak bu farklılıktan bir birliktelik üreten geleneksel toplumların yavaş yavaş tedavülden kaldırılarak yerine, farklılığı zıtlık olarak algılayıp uyum yerine çatışmanın konulduğu modern toplumlarda yeni arayışlara yol açtı. Siyasi ve toplumsal eşitlik, ekonomik ve cinsel özgürlük gibi hakların kazanılmasına dayalı olarak başlayan kadın hakları hareketi (buna, bir ideoloji olarak sunulan feminizm de diyebiliriz) başka bir çok etkenin de varlığıyla bugün öyle bir noktaya geldi ki, kadınlar kadın olmaktan, erkekler erkek olmaktan epeyce uzaklaştı. Cinsiyet ayrımını tamamen yok ederek yeni bir örgütlenme biçimi üretmek isteyen feminizmin içinde, tavır ve taktikler konusunda ayrışmalar yaşansa da, cinsel rollerin sorgulanmasıyla başlayan bu süreç beraberinde, Nilüfer Göle'nin de dediği gibi cinsler arası istikrarsızlığı getirdi.
Genellemeler elbette hata doğurur ama artık kadınların kendilerine biçilen aile içi rolleri (anne-eş) reddettiğinin ve doğurgan yapılarından neredeyse nefret ettiklerinin de bir vakıa olarak görülmesi gerekiyor. İnsanları içe kapanık ve yalnız kılan evsiz modernizm, "bu beden bizimdir" bayrağıyla, atomize olmuş bireylerden kurulu yeni bir toplumsal yapının temellerini atıyor. Cinsel cazibenin altı koyuca çizilirken bedenler sonuna kadar hazza açılıyor. Eşcinsel ilişkiler normal olarak algılanmaya başlayıp meşrulaşırken, teknolojinin hizmetine giren bilim, genetik çalışmalar, klonlama gibi yöntemlerle insan neslini, cinsler arasında herhangi bir birliktelik olmadan da devam ettirmenin yollarını arıyor.
Kadın mı, erkek mi olduğu konusunda bile şüpheye düştüğümüz insanlarla sokaklarda daha sık karşılaşıyor olduğumuz günümüzde, cinsel rollerdeki hızlı ve görünür değişim gündelik hayatımıza da bir şekilde yansıyor. Erkeklere özgü tavırları benimseyen kadınlara 'Şoför Nebahat', 'Erkek Fatma' gibi yakıştırmalar yapılmasına zaten alışkındık. Son dönemde erkeklerin kadınsı hallere bürünmesi, popüler kültürün üreticisi ve yaygınlaştırıcısı olan televizyon aracılığıyla 'light erkek-taşfırın erkeği' zıtlaşmasıyla, erkeğin iktidarını kadına 'kaptırması', 'ne oldi sana ne oldi boyle' gibi pop şarkılarıyla gündelik hayatımıza bir kez daha sokuluyor. İki cins arasındaki gerilimin ve karmaşanın farkında olan kitap söktörü de boş durmuyor tabii ve Erkekleri Kullanma Kılavuzu, Kadınları Kullanma Kılavuzu gibi kadın ve erkeği mülkleştiren, mekanikleştiren bir algıdan hareket eden kitaplar yayınlayarak, sorunu derinleştirme pahasına satış rekorları kırıyor.
Modernizmle feminizmin kesiştiği günümüz dünyasında ortaya, hiç de iç açıcı olmayan; kadının kadınlık, erkeğin erkeklik bilgisini yitirdiği ve yaradılışını reddettiği bir cinsel tablo çıkıyor. Bu tablodan sağlıklı bir ilişkiler düzeğeneği çıkarabilmek elbette hiç kolay değil. Ancak, hastalığın adının konulması bile tedavinin yarısı sayıldığına göre, mevcut resme çok iyi bakılması, nedenlerin gerekçeleriyle tahlil edilmesi ve çözüm için samimiyetle hareket edilmesi gerekiyor. Konu tartışılırken yaradılış gerçeğinin öncelenmesi, farklılıkların zıtlaşma değil uyum sebebi olarak yeniden değerlendirilmesi, tarihi, zihni ve duygusal yapılanmanın ise mutlaka hesaba katılması gerekiyor. Kadınla erkeğin birlikteliğinin alabildiğine karmaşıklaştığı, iplerin iyiden iyiye gerildiği mevcut durumda, sorunu göze göz, dişe diş bir mücadele yahut yarış gibi algılamamak, iktidarın ne bıyığın ne eteğin altında olmadığını bilmek, kışkırtma ve ajitasyondan ise özellikle kaçınmak icap ediyor.
· TÜRKİYE'NİN VİCDANI / OSMAN ÖZBAHÇE
(Ekim / Aralık 2003 - İslâmiyât)
"İçinde yaşadığımız çağ İslam'ı arayanların onu ancak kitaplarda, Müslümanları arayanların onları ancak mezarlarda bulabildiği bir çağdır." İsmet Özel
İsmet Özel, "Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı" (Millî Gazete, 4 Ağustos 2003) başlıklı yazısında, gerekçelerini ortaya koyarak, bir daha gazete yazısı yazmayacağını beyan etmiştir. İsmet Özel'in bu beyanı gazete ve televizyonlarda tartışma konusu olmuştur. İşin tuhafı, bu tartışmalarda İsmet Özel'in gerekçelerinin gündeme gelmemesidir. Bu tartışmalarda İsmet Özel'in gerekçelerinin gündeme gelmemesine mukabil herkesteki bu yazıyı özünden saptırma, sağa sola çekme telaşesi milletin derdinin magazin olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Meselenin yerli yerine oturtulması için İsmet Özel'in gerekçelerinin akılda tutulması gerekir. İsmet Özel'in gazete yazarlığının gerekçeleri şunlardır:
1. İnancına ortak saydığı kimselere lâf anlatmak.
2. Geçim derdi.
3. İsmet Özel, 27 Ağustos 1987 tarihinde, "Sel Gider Kum Kalır" üst başlığıyla yazdığı, "Benden Bu Kadar" başlıklı yazıda da artık gazete yazısı yazmayacağını beyan etmiştir. Bu yazısında da gazete yazarlığına başlama gerekçesi olarak, 'bir görev duygusu' ibaresini telaffuz etmektedir. (Millî Gazete, 27 Ağustos 1987)
Gazete yazarlığını bırakmasının gerekçeleri şunlardır:
1. Gazetede yazı yazmak için ahlaki bir gerekçesinin kalmaması. Peki ahlaki gerekçe nedir? Şudur: "İslami siyaset yaklaşımı başını dik tutmak istiyorsa ona destek olmak gerekir. Gazete yazarlığım süresince yazılarımın amacı, İslami siyasetin başını dik tutmasına yazılarımla destek olmaktı. Bu yolda çabalarımı hafife almadım. O kadar ki benden başka bir kalemle ikame edilecek tek satır yazmadım. Lakin gün geldi, devran döndü, iş gelip şuraya dayandı: Benim ciddiyetimle ortamın ahvali arasında herhangi bir irtibat kalmamıştır. Bu sebepten dolayı gazete yazarlığımı bitiriyorum.".
2. İsmet Özel'in, 27 Ağustos 1987 tarihindeki bırakma gerekçesiyse, gazete yazarlığının mizacına uymayışı ve daha köklü işler gerekliliğidir. Bu yazıda belirtilen ve altı çizilmesi gereken husus, İsmet Özel'in kendini bir gazete yazarı olarak görmeyişidir. Bu durum, İsmet Özel'in bu yazılarını görev duygusuyla izah etmesine denk düşmektedir.
3. Kitle iletişim araçları vesilesiyle yazı işine giren bir Müslüman'ın vazifesi, dikkatlerin Kur'an-ı Kerim'de yoğunlaşmasını sağlamaktır. Bu cümleden olmak üzere, meseleyi, 'hakikate yönelmek' olarak koyarsak, ortada tam bir fiyasko vardır.
Soru şudur: Kim bu gerekçelerle yazı yazmaktadır? Kim bu gerekçelerle yazarlıktan çekilmektedir? Hangi yazar?
Soru şudur: Neden İsmet Özel'in yazılarına, ciddiyetine dair bir tartışma açılmamaktadır? Neden İsmet Özel'in haklılığına, haksızlığına dair bir tartışma açılmamaktadır? Neden ortamın ahvâli nedir sorusu es geçilmektedir? Herkes hâlinden memnunsa İsmet Özel neden yazı yazıp dursun? İslamcıların bugün Türk siyasetinde durdukları yer neresidir? İslamcıların durdukları, inat ettikleri, karar kıldıkları bir şey kalmış mıdır? İsmet Özel zoru görünce kaçan mıdır? İsmet Özel'in artık illallah ettiği şey nedir? Önüne gelen 28 Şubat üzerinden demokratlık diploması alırken, "28 Şubat takvimde bir gündür. Devletin her günkü doğal refleksidir," diyerek kesip atan kaç kişi vardır?
İsmet Özel'in 'gazete yazılarında" dönüp dolaşıp üzerinde durduğu hususlardan birisi, herkesin her daim olduğu yerde sayıp durmasıdır. Herkesin her seferinde olduğu yerde sayıp durması saçma sapan bir durumdur. "Okurla yazar da 'ne yapmalı' hususunda birbirlerine kulak kabartıyor. Okur ve yazar birbirlerini dikkatle dinliyor. Dikkatle dinliyor; zira biri diğerinin teklifine mutlak surette kapalı. Yazar okurun, okuyucu da yazarın teklifine uygun bir adım atıp da hata işlemekten korkuyor." (Yeni Şafak, 11 Mayıs 2001). Öyleyse mesele ne! Seni 'hata'ya 'zorlayan' en büyük 'bela'dan kurtuldun işte! İsmet Özel, Yeni Şafak/'taki son yazısında yazarlarımızın mühim bir özelliğine dikkat çekmiştir: "Yazarlarımız uyku severlerdir; zira Avrupa kültürü ve onun uzantıları karşısında mest olmak suretiyle değer kazanacaklarına inanmışlardır. Yazarlarımız arasında Avrupa kültürüne hayran olmadığını söyleyenler varsa bunlar henüz Avrupa kültüründen bir şekilde nasiplenmeyi başaramayanlardır." (Yeni Şafak, 12 Mayıs 2001) Bu özelliğin varıp dayanacağı yer Avrupa'nın yetimliğine oynamaktan başka nedir? "İsmet Özel'in şairliğine tamam; ama yazıları," diye söze başlayanların yetimliğinin adresi budur.'İslamcısının', sağcısının, solcusunun Avrupa'nın yetimliği makamı dururken Türkleşmekten ürkmesinin sebebi budur. Gerçi bunlardaki temel korku şudur: "Öcümüz alınacak korkusuyla irkildik"
İsmet Özel çoğalmaya inanan bir yazardır. Bu fikrin günümüz yazarlığıyla, günümüz insanıyla, günümüz hayatıyla hiç uyuşmadığı ortadadır. İsmet Özel'deki çoğalmak fikri hakikate çağırmak fikriyle ilişkilidir, İsmet Özel'deki, hakikatte karar kılmanın, insanları hakikate çağırmanın mahiyetini daha iyi kavramak için İsmet Özel'in, "Ölüm Kere Ölüm / Ölüm Kare" başlıklı şiirine bakmak gerekmektedir.
İsmet Özel, Yeni Şafak gazetesinde 30 Mayıs 1995 ve 31 Mayıs 1995 tarihlerinde, "Bir Mensubiyet Aramak" ve "Ben De Bir Mensubiyet Arıyorum" başlıklı iki yazı yazmıştır. Bu yazılarda olayı ortaya koymuştur: "Çünkü siz modern bir insansınız ve her modern insan gibi mensup olduğunuz yerden kopartılıp alındınız. Bu kadarla kalmadı mensup olmanız gereken yer. de tahrip edildi. Daha da korkunç bir şey oldu: Mensubiyet bağı kurmak için gerek duyacağınız üyeleriniz yok edildi. Anahtar kelime mensubiyet. Hayatımızdaki tamirat mensubiyet suretiyle başarılacak. (...) Göründüğü kadar herkes, 'Sen bensin, ben de sen' demekten kaçıyor. Göründüğü kadar, hiç kimse bir mensubiyet aramıyor." Bir mensubiyet derdi taşımayanların, karşısındakine işin başında da sonunda da ilk lâfı "Sen sensin, ben de ben," olanların ileri geri konuşup durmasının sebebi nedir? İsmet Özel insanı imana, hakikate, bütüne çağıran bir yazardır. Karşısındakine hakikati soran, ondan hakikati isteyen bir yazardır. Mızmızların İsmet Özel söz konusu olunca bin dereden su getirmelerinin sebebi budur. Hakikat! İsmet Özel'e 'yakalanmaktan' korkmalarının sebebi budur: Hakikat! Gelgelelim, İsmet Özel'in bunca sevilmesinin, bunca okunmasının sebebi de budur: Hakikat!
İsmet Özel bir şiirinde, "Eskiler aramaz, iz sürerdi. / Bilirlerdi Evet'le Hayır arasına Belki / Sokulduğunda / Felâket gelir. / Noksanı fark ederlerdi, çünkü bütünden / Nelerin koptuğu besbelli. /Dağılmak eskilerin dilinde / Ufalanmak anlamına gelirdi / İz sürerlerdi irileşmek, ulaşmak, toparlanmak için / Biz yeniler bir an önce dağılsak bari deriz /Korkarız kaybolmaktan çokluk içinde" demektedir. Toparlanan toparlanacak, ufalanıp giden ufalanıp gidecektir, Ufalananlar bize ikide bir, "Sen hâlâ orda mısın!" diyecektir. Toparlananlar bir istikametin bir kararın, bir inadın etrafında toparlanacaktır. Bu istikamet, bu karar, bu inat bizim alınyazımızdır. İsmet Özel'in ısrarla vazgeçmediği şey yegâne şiarımızdır. Bizi toparlanmak şartına, gitmemek şartına, istikamet şartına çağıran İsmet Özel Türkiye'nin vicdanıdır. Yazıları ve çağrısı başka bir anlama gelmemektedir. Türkiye'nin vicdanı İsmet Özel'i bir şeyden sorumlu tutmuştur. İsmet Özel bu sorumluluğunu yerine getirmiştir. Bugüne değin yaptıkları ve yazdıkları bunun kanıtıdır. Öbür taraf lâfı güzaftır. Görünen o ki her zaman da öyle kalacaklar.
Kimse bizi Türkiye'nin bekasının gâvurlaşmaktan geçtiğine inandıramayacak.
· BİR "ÖZEL" VAKA MÜNASEBETİYLE / ARİF KAYA
(Kasım 2003 - İktibas)
O bir şair.
Ağlamadan dillerim dolaşmadan yumruğum çözülmeden gecenin karşısında şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı üzerime yüreğimden başka muska takmadan konuşmak istiyorum.
Ve konuştu, yazdı, çizdi.
"...İlk gazete yazım 1977 yılı Nisan ayının 20. gününde Yeni Devir gazetesinde yer aldığına göre, gazetelere, yani sayıca kalabalık insanların rağbet ettiği yayın organlarına mahsus yazarlığım geçen hafta çeyrek asrını doldurdu.
...Gerek Cuma mektupları yazmak ve gerekse Türkiye'nin çeşitli illerinde konuşmalar yapmak suretiyle bir şeylerin gerçeklik alanına çıkması gayreti içine girdim. Neydi bu şeyler?..."
O şeylere girmeden evvel, Gerçek Hayat dergisinde Şair'in 'Şuara-i Türki vü Menafii Milli (Türk Şairleri ve Milli Çıkarlar) adlı son yazısının son satırlarına bir göz atalım.
"...Bitti. Allahaısmarladık. Bu vesileyle beni sevenlerin gözlerinden öperim. Beni sevmeyenlere gelince... Onların da canı sağ olsun demeyeceğim. Allah onların kalplerindeki hastalığı artırsın. Amin."
Daha önce de adı geçen dergide yazdığı başka yazılarda da benzer şeyler yazmıştı.
"Fikirlerime cephe alanların hepsini odunca bilgisizlikleriyle, kurdukları alengirli tezgahlarla, yaptıkları kirli hesaplar ve kötü niyetleriyle baş başa bırakıyorum. Fikirlerime karşı çıkanların marifetlerini beni kayırmak, yani hakkı bana tebliğ etmek ve zihnimi gereksiz takıntılardan kurtarmak suretiyle ıslah etmek üzere göstermedikleri besbelli...
...Onlardaki kifayetsizliği mevzu-i bahis etmeye hiç gerek duymadığım, bir tür eğitim görmeye muhtaç olduklarını yüzlerine vurmadığım için aralarından bir çoğu yıllar yılı bana bu ülkede Müslüman olmanın neyi gerektirdiği konusunda akıl öğretme teşebbüsünde bulundu."
1970'li yılların ortalarına doğru İslam'a ihtida ettiğini belirten Şair'in, şiir serüveni değil de daha çok fikir serüveni son yıllarda hayli ilginç bir rotada seyretti. Alın size yine aynı dergide yazdığı yazılarda serd ettiği fikirlerinden bir demet.
"Temele Türk kimliğini yerleştirebilirseniz sağlam bir Türk kişiliği inşa etmenin önünde herhangi bir engel kalmamıştır.
Sosyalistim diye ortaya atılanlar da Müslüman'ım diye ortaya atılanlarda Türk değillerdi. Kimdi bunlar? Üçüncü şık yani 'bilmem ne bela' kategorisidir.
İran devrimi Farsları aleme maskara etti.
Adına 'siyasal İslam' denilen ve son otuz yılda Türkiye'nin gündeminde yer işgal eden etkinliklerin Türk toplumuna Müslümanlığını hatırlatmaya matuf olmadığı henüz yeni anlaşılmaktadır. Öyle ki son vardığı aşamada 'siyasal İslam' ulaşılabilecek suyu gördüğü halde 'teyemmüm'de ısrar eden bir tutumu temsil edenlerin meşguliyet alanını kaplamaktadır.
Biz Türkler etrafımıza bakıyoruz ve bütün nedamet getirenlerin tövbekar taklidi yaptığını görüyoruz. Aslı taklidinden ayırma ehliyetine kavuştukça Türk oluyoruz.
Türk olmak az buz bir iş değildir ve Türklük bize gökten zembille inmemiştir.
İster inan ister inanma:Türkiye'nin kurtuluşu dünyanın kurtuluşu olacaktır. Türkiye battıysa dünya battı demektir.
Ağzında geveleme; Türk müsün, gavur musun; çabuk söyle!"
Kendini tanımlarken ise "Ben şair olarak, komünist müslüman, türk olarak bu mükellefiyeti yerine getirmek zorundayım" ifadesini kullanıyor. Yine Türklük tarifini de kendi yapıyor ve diyor ki: "Yaptığım Türklük tarifi şu: Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir." Ve aynı kişi -herhalde kendisini hariçte tutarak- "Yegane kültür değeri İslam olmasına rağmen Türkiye'nin henüz İslam'la tanışmadığını söyleyeceğiz. Bunun bir paradoks olduğunu bile bile böyle diyeceğiz." Asıl paradoks olan kendini aynı zamanda müslüman olarak da tanımlayan bu kişinin Türkiye toplumunu İslam'la tanışmamış olarak nitelerken kendisinin de İslam'ı bilmediğini bilmiyor oluşudur. İşte onun yenilir yutulur olmayan cinsten İslam'dan (Kur'an'dan) habersizliğine karine teşkil edecek birkaç örnek daha:
"Türk devleti gaflete düşüp kazara 'Ben ulü'l-emr değilim' diyecek olsa veya ulü'l-emr olmaksızın da yürürlükte kalacağı pervarsızlığını gösterse Türk sosyal yapısı diye bir şeyi söz konusu etmek imkansız hale gelir.
Müslümanları müslümanlarla savaşır halde görecek olursak bize düşen iş gidip sert bir kayada kılıcımızı kırmak ve akabinde evimizin en derin odasına çekilip öldürülmeyi beklemektir.
Söz oyunu nasıl olmasın? Oyunsuz nasıl yaşanır? Ayet-i Kerime demiyor mu ki, 'Dünya bir oyundan, oyalanmadan ibarettir' diye.
Çünkü Kur'an-ı Kerim'de 'Kadınlar sizlerin tarlalarınızdır' diye yazıyor. Ayet-i kerime nasıl devam ediyor:
'Onlara istediğiniz zaman girebilirsiniz. 'Kadın benim tarlam olacağına kölem olduğu takdirde, daha avantajlı durumda. Çünkü köleyle bir diyalog kurmak mümkün. ...Neden bir kadın kocasından bağımsız bir psikoloji sahibi oluyormuş.
Benim görevim tebliğ değil ki. Ben müslümanlığın yaşanması konusunda hiçbir şey söylemedim.
Resullah hiç beddua etmedi, öyle mi? Ben peygamber değilim. Kur'an-ı Kerim'de diyor ki, 'insan hayra olduğu kadar, şerre de dua eder.' Ben insanım bu konuda da böyle bir dua diyorum."
'Tenezzülen, lütfen' yazdığını söylediği İslam'ı medyada yazdığı bir yazıda yazı yazmasının gerekçesini izah sadedinde şunları söylüyor:
"Yazarlık mesleğine intisabımın ise Müslümanlıkla ve şahsen benim ihtida edişimle doğrudan bağı var. izah edeyim:... Çünkü yazarlığımı hiçbir zaman bir misyonerlik gibi görmedim. ...Eğer rızkımı temine yaramasaydı bu işe elimi sürmezdim."
İslami medyada yazı yazma konusunda ise şunları söylüyor:
"Yıllarca insanlar bana 'Buralarda neden yazıyorsun?' diye sordu. Benim çapımda bir yazarın, o yayın organlarında görülmesi zaten şaşırtıcı bir şeydi.
Ben yıllarca onlara 'İsmet Özel bizim gazetemizde yazıyor' deme imtiyazını bağışladım.
Benim ihtida ettiğimi öğrenen insanlar, bana öyle bir ilgi gösterdiler ki, ben şöyle düşündüm: Bu insanlara bir faydam dokunabilir."
"Vakurum, asla kibirli değilim. Yaptığım bütün işlere bakınca 'bunu ancak bir dahi başarabilir' diyorum.
Kendimden çok eminim. Yani Türkiye için doğru hatt-ı hareketin ne olduğunu tespit konusunda hiçbir tereddüdüm yok." diyen ve de Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi' adlı çalışmada -kimileri kelimenin tam anlamıyla İslamcı olduğu halde dahil edilmezken- kendisine yer verilen bu Şair rahatlıkla "27 Mayıs 1960 sonrasında İslam'ı kampta (sosyalist kamp dahil) dişe dokunur, yaraya merhem olabilecek bir tefekkür ortamının doğmadığından, katkısı şükranla anılabilecek bir (bir tane bile olsun) mütefekkirin göze çarpmadığından, aradan kırk yıl geçmesine rağmen hiçbir şey olmadığından" dem vurup "kırk yılda kaç ton zerzevat" diyerek de dalgasını geçebilmiştir. Sanki 27 Mayıs 1960 öncesinde dişe dokunur, yaraya merhem olabilecek bir tefekkür ortamı varmış ve de ortalık mütefekkirden geçilmiyormuş gibi. Şair o kadar yükseklerden uçmaktadır ki, tut tutabilirsen artık, üstüne üstlük burnunun önünü bile görmekten aciz iken "Türkiye için hatt-ı hareketi bile tespit" edebilmiştir.
Aslında burada Şair'i ipe sapa gelmez fikirleriyle biraz baş başa bırakarak onun vesilesiyle, özelde onun şahsında ama umuma şamil bir özeleştiri yapmak gerekiyor. Zira bu ülkede kendini muvahhid müslüman olarak tanımlayanlar olarak yaptığımız esasi yanlışlar var.
Bir; Öncelikle İslam'ın ne olup ne olmadığı konusunda net, açık, anlaşılabilir bir zihniyetin inşası ve intişarı(yayılması) konusunda kafi miktarda gayret hala mevcut değil. Folklorik bir İslam anlayışı geniş halk yığınları nezdinde hala hüküm sürüyor ve rağbet görüyor. İslam'ı bildiği zannedilen ve peşine düşülen isimlerin bile çoğunun kafaları karışık ve tasavvufi, milliyetçi, demokratik, sosyalist ve daha bilmem bir sürü kirliliklerle malul. Müslümanlar olarak İslam'ın eğitimi noktasında hala devasa sorunlarımız var. Bilen, öğreten az; öğrenci sayısı ise oldukça fazla.
İki; Başka dünyalardan İslam'a gelenlerin tanınmış isimler olmaları müslümanları aşırı sevince boğup aşırılıklar yapmalarına yol açıyor. Kendi dünya görüşlerine güven eksikliği varmış da bu yeni gelenlerle İslam'ın hak olduğu daha bir ortaya çıkıyor gibi bir görüntüye sebebiyet veriliyor. Bir gün bu gelenler çekip gittiklerinde de hüsran kaplıyor ortalığı. Bu yeni gelenlere belki hak ettiklerinden fazla ilgi gösteriliyor, hemen baş köşeye oturtuluyor, müslümanların karşılaştıkları sorunlar bunlara tevdi ediliyor, her ne ki söylemişlerse baş üstü ediliyor. Halbuki 'sahneden mabede' henüz yeni adım atmış ya da filan dünya görüşünden İslam'a ihtida etmiş bu insanlara merhametle yaklaşılıp ellerinden tutulabilirdi. Geldikleri dünyanın kirliliklerinden arınmalarına yardımcı olunup imkan ve zaman tanınabilirdi. Bunları Mus'ab bin Umeyr'in Medine'de ev ev dolaştırılıp İslam'ı öğretmesine benzer şekilde il il dolaştırıp konuşturmaya; İslamcılık düşüncesine sahip olanlar arasına dahil etmeye ve de bir köşe yazarı olarak köşesine kurulup uzun yıllar yazdırmaya ne gerek vardı. Bırakalım heybelerini bol bol okuyarak, dinleyerek, tefekkür ederek İslam'la dol-dursunlar, İslam dışı kirliliklerden arınsınlar, geçmiş muktesebatlarını (birikimlerini) geride bırakıp İslam'la sabıkalansınlar, onunla temayüz etsinler. Aksi durumda malum 'özel' vakalar, özel olarak kalmaz, genelle-şir.
Üç; Maalesef biz müslümanlar sahip olduğumuz nice değerleri görmeyip, onları ihmal ediyoruz. Çoğu zaman onların tırnağı bile olmayan kimilerini baş tacı ediyoruz. Bir çuval taşın içindeki üç-beş pirinç misali onların fikirlerine gereğinden fazla itibar ediyor, İslam'la haşır neşir olmuş, ömrünü İslamı anlamak ve anlatmakla geçirenlerin içinde üç-beş taş var diye bir çuval pirincine rağbet etmiyoruz. Dostu üzüp küstürürken elleri sevindirip ihya ediyoruz. Sonra da onların 'sabah inanıp akşam inkar eden' benzeri hallerine bakıp hayıflanıyoruz. Onlar bir de üstüne üstlük zehir zemberek konuşup ayrılırken dostlar üzülüyor, düşmanlar seviniyor.
Dört; Bir başka cenahtan İslam'a gelenleri bekleyen tehlikelerden biri de maalesef bu insanların yanlış kapıdan girmeleri, başlangıçlarının hatalı oluşlarıdır. Kimi tasavvuf, kimi milli görüş, kimi de İslami özü, bütünlüğü kaybetmiş kesimlerle irtibat kurarak girmekte ve o şekilde devam edip gitmektedir. Üstelik sorgulayıcı, araştırıcı bir kafa yapısına sahip de değilse sahih, sağlıklı anlayışlardan da bihaber olabilmekte, ya koca bir ömrü öyle geldiği gibi tamamlamakta ya da gerisin geri geldiği yere dönebilmektedir.
Beş; İster İslam dışı dünya görüşlerinden İslam'a ihtida etsin, isterse yıllar yılı müslümanlar arasında olsun, kişi kendisini İslam'la müşerref kıldığı için her daim Allah'a şükredici olmalı, fakat asla müslüman oluşunu ne Allah'a ne de mü'minlerin başına kakıcı, mihnet duyulmasına yol açıcı bir konumda olmamalıdır. Kardeşlerinin yaptığı hataları uyarıp düzelteceği, onlara karşı merhametli olacağı yerde tabir caizse 'papaza kızıp oruç bozmamalıdır. Zira ortalık son yıllarda müslümanlar yanlış bir şey yaptıklarında 'ağzını açıp gözünü yumarak' yaylım ateşine başlayan ve izzeti, şerefi Allah, Rasulü ve mü'minlerin değil de kendisine ve başkalarına zulmedenlerin yanında arayanlarla, Allah ve Rasulüne savaş açanlara ağızlarını açıp da iki çift laf etmeyenlerle doldu. Biz müslümanlar kimsenin kendisine yazık etmesinden, ateşe doğru bir yol tutmasından, Hakk'tan batıla doğru savrulmasından asla memnun olmayız. Cennet onu isteyen ve kazanmak için gereğine tevessül eden herkesi alacak genişliktedir. Ama kişi 'ben illa da cehennemin yolunu tutacağım" diyorsa da cehennem de boşuna yaratılmış olmasa gerektir. İnsanların hesaba çekildiği gün "Waldo sen neden burada değilsin" demek de' üzücü olsa gerektir.
Altı; Bir başka yanlışımız da şair ile mütefekkir kavramlarını birbirine karıştırmamızdır. Halbuki her şair mütefekkir, her mütefekkir şair değildir. Belki Mehmet Akif Ersoy gibi ikisini de şahsında birleştirebilen nadir de olsa isimler yok değil. Fakat mesela iyi şair olmalarına karşın ne Nazım Hikmet, ne de Necip Fazıl Kısakürek mütefekkir değillerdir. Bu kural bahsini ettiğim Şair için de geçerlidir.
İnsan bir noktada düşünmeden edemiyor. Acaba Şair, [her vadide (sözcüklerin, hayallerin peşinde) şaşkın şaşkın dolaşıp (çoğu zaman) yapmadıklarını mı söyledi] (7) bunca yıl diye?
Velhasıl-ı kelam, dedim ya.
O bir şair.
Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında öyle yoruldum ki yoruldum dünyayı tanımaktan saçlarım çok yoruldu gençlik uykularımda acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman acıyla uğraşacak yerlerimi yokettim. Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın başından başlayabilirim.
Evet, o kitabı (Kur'an'ı) "birçok sayfasını atlamadan", "Fatiha'dan Nas'a" ya da "Alak'dan Nasr'a" yine, yeniden, yeni bir anlayışla "üzerine yüreğinden başka muska takmadan", "kalplerdeki hastalığa şifa" (8) olması için "başından başlayıp" okumalı ve zihninin "harim-i Ismet'ini İslam'a aykırı, yabancı şeylerden arındırmalı.
Zira "O (Kur'an) bir şairin sözü değildir." (9)
KAYNAKLAR:
(1) Erbain-Kırk Yılın Şiirleri-, İsmet Özel, Şule yay. 52, İsmet Özel dizisi 8, 14. baskı, 2003, İstanbul (2) Bir Yusuf Masalı, İsmet Özel, Şule yay.170, İsmet Özel dizisi 18, 8. Baskı, 2003, İstanbul (3) Tehdit Değil Teklif, İsmet Özel, Çıdam yay., Telif eserler 9, 3. Baskı, 1990, İstanbul. (4) İsmet Özel'in cuma mektupları, Gerçek Hayat dergisi, 18 Ocak - 24 Ocak 2002 tarihli sayıdan son yazısının yer aldığı 30 Mayıs - 5 Haziran 2003 tarihli sayıya kadar toplam 53 yazı (5) Ahmet Tulgar'ın İsmet Özel'le yaptığı röportaj haber, Milliyet gazetesi, 10/08/2003 (6) Nuriye Akman'ın İsmet Özel'le yaptığı röportaj, Zaman gazetesi, 14-17/09/2003 (7) Kur'an; Şuara' (Şairler) suresi 224-227. âyetlerin meali, Kur'an mesajı, Muhammed Esed, Çev. Cahit Koytak - Ahmet Ertürk, İşaret yay. 76, 5. baskı, 1999, İstanbul (8) Kur'an; 10/57 (9) Kur'an; 69/41
--------------------
Derleyen: Mehmet Harmancı
» Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı... / İsmet Özel (04.