Özhan Eren: "Komplekslerimizden Sıyrılabildiğimizde İyi Filmler Yapabiliriz"
25.02.2008 - 22:42
I. Dünya Savaşı'nda Sarıkamış'ta yaşanan varolma mücadelesine küçük bedenlerini feda eden çocukların hikâyesini konu alan 120 filmi vizyona girdi. Yönetmen Özhan Eren "Fena derece önemli bir film" dediği yapımı Kafkas Cephesi çocuklarına ithaf ettiğini söylüyor. "Birinci sırada çocuk var. Allah kısmet ederse bunun devamını yapacağım. Savaş ve kadın. Ben 18 sene üniforma giymiş bir insanım. Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirdim, Kara Harp Okulu'nu bitirdim. Askerlikten biraz anlarım. Ben bile harplerin asıl kadınları ve çocukları etkileyen bir hüzün olduğunu bilmiyordum." diyen Özhan Eren'e 120'yi, Sarıkamış'taki hüznü ve filmin çekim sürecini konuştuk.
Hangi ana razı olur evladını dağlarda bir meçhule yollamaya? Hangi ana gönderir göz nurunu yanında bedeninden ağır yüklerle karlı dağları aşmaya? Cevabı bugün için zor! Ancak böylesi zorlu bir vazgeçişe razı olan kadınlar ve o yürekli çocukları kayıt düşmüş yakın tarihimiz. Onları tanımak, bugün kuru gürültülerle insan sermayesi tüketilen bu milletin var olması için ödenen bedellerin acısıyla hemhâl olmak isterseniz, bu hafta vizyona girecek 120'yi kaçırmayın. I.Dünya Savaşı'nda Rusların işgal tehdidine karşı sınırda direniş mücadelesi veren yokluk içindeki birliğe cephane taşımak üzere karlı dağlarda ölümü göze alan yaşları 12 ila 17 arasında değişen 120 çocuğun gerçek hikâyesi bir sinema filmine konu oldu. Filmin yönetmenleri Özhan Eren ve Murat Saraçoğlu... 120'yi, Sarıkamış'ın neden bu kadar önemli olduğunu Kara Tren'e Sarıkamış Türküsü'nü ekleyen Özhan Eren'e sorduk.
Sarıkamış sevdası ne zaman düştü yüreğinize?
Sarıkamış'la başladı. 11 Ekim 2001 Perşembe günü. Hiç unutamadığım anlardan biridir. Sarıkamış'ı gördüm ve hâl diye tercüme ederler, hakikaten hâl nasip oldu. Orada bir hüzünle hemhâl oldum. Birkaç türküm var onlar gibi kendiliğinden bir türkü başladı: "Sarıkamış üstünde kar/Kar altında Mehmed'im yatar". Mektep sıralarından bildiğimiz klasik cümleler var Sarıkamış Harbi hakkında. Başka bildiğim hiçbir şey yok. Çok tuhaf bir şekilde o hüznün kaynağını öğrenmem, öğretmem, anlamam, hissetmem ve bunu aktarmam gerektiğine dair çok kuvvetli hisler edindim orada. Sarıkamış kasabası veya tarihteki adıyla Sarıkamuşlu Köyü, bir kasabanın kaybedilmesi ve kazanılması sürecinde bir ülke tarihini rahatlıkla hissetmenizi sağlayacak. 93 Harbi'nin, I. Meşrutiyet'in, Sultan Hamid'in tahta çıkmasının, Sultan Aziz'in halli, Meclis'in açılması, sonrasında hepsinin askıya alınması, günümüze kadar da damgasını vuran gelişmelerle beraber Sarıkamış kaybedilir. Sarıkamış'ın kaybıyla beraber başlayan yıllarda yeni bir nesil ortaya çıkar ve Genç Türkler, Jön Türkler, İttihatçılar onlar da Sarıkamış'ı almak için mücadele ederler.
Sarıkamış yenilgisi konusunda tek suçlunun Enver Paşa olduğuna inanılır...
Bu bir katilin sadece elini suçlamak gibi bir şey olur. Eğer ortada bir cinayet varsa topyekun bakmak lâzım fotoğrafa. Enver Paşa çok da üstü olan bir durumda değil o günlerde. En azından eşitler arasında birinci konumu var. Eğer tarihi bilgi alalım diye tarihi okursak şöyle satırlar da yazar Kazım Karabekir anılarında:1914 seferberliği ilan edildikten sonra öyle günler, aylar, haftalar geçmeye başladı ki Enver Paşa'nın harpten geri durduğu yönünde suçlamalar başladı. Harpten vaz mı geçiyorsunuz diye. Öyle bir akıl tutulmasının bolca yaşanır olduğu yılların ilkleri herhalde onlar. Sarıkamış Harbi'yle çok yakın ilgisi var: Enver Paşa'yı Enver Paşa yapan 1908 Balkanlar'daki ilk ayaklanmadır. Sultan Hamid'in otoritesinin sarsılması, II. Meşrutiyet'in ilanı gelir. O zamanki adıyla Kurmay Binbaşı Enver Bey'in isyana katıldığı ordu 3. Ordu'dur Balkanlar'da. Sonra Paşa olur, altı yıl sonra isyana sürüklediği 3. Ordu'yla Sarıkamış Harbi'ni yapar. Nedir bu? Talihin cilvesi deyip geçelim.
Tüm bu soru işaretlerinize cevap ararken kitap çıktı, albüm çıktı ve şimdi de Sarıkamış'ın filmi geldi. Film projesi nasıl oluştu?
Çok da albüm demek içimden gelmiyor. Bir tarif okudum dergilerden birinde çok da hoşuma gitti. Tematik müzik çalışması diye. Sarıkamışlı Geçmiş Zaman 2002'nin sonlarında yayınlandı. Balkan Harbi sonrasından Sarıkamış Harbi'nin sonrasına kadar olan bir yıllık süreci müzikle anlatmaya çalışan bir projedir. O ilk çekirdeğiydi. Sonra okumalar devam etti. Sarıkamış defterim vardı benim. Yaklaşık bin sayfalık bir defter oldu. Tarihten anlayan arkadaşlarım bunun çok değerli bir araştırma halini aldığını ve ülkemizde bu tarz en azından bir sanatçı gözüyle tarihe, insanlara, olaylara bakıp bir şeyler aktarmaya çalışma hevesinin çok şahit olunan bir heves olmadığını söylediler. Onun üzerine onları yayınlanabilir hale getirdim. Sarıkamış'a Giden Yol adıyla 2005'in sonlarında yayınlandı.
Tarihimizin çok önemli bir dönüm noktasına da dair kayıt düşüyorsunuz aynı zamanda.
Bizim I. Meşrutiyeti bilmemiz şart. I. Meşrutiyeti eleştirecek bir ton şey bulunur ama o günün şartlarında Balkan Harbi'ni bilmeden Sarıkamış Harbi'ni eleştirmek İlber Ortaylı hocanın tarifi var böyle mevzular için 'hırdavatçı lakırdısı' diyor. Bir ordu düşünün ki Balkan Harbi'nde şerefini, namusunu kaybettiğine inanmış ve 'Bunun hesabını ödeteceğiz biz size' diye yola çıkıyorlar. Bu da akıl tutulması. Ha, niye ülke bu hale düştü? Ne oldu da 90 bin, 100 bin, 120 bin kişilik ordumuz, fukara Mehmetlerimiz eksi 30 derecelerde üstünde başında, karnında, kursağında bir şey yokken, heybesinde bir şey yokken çok güçlü bir Rus ordusuna karşı kendini dağlara vurdu? Bu beni çok üzdü. 19. Yüzyıl demek yine İlber Ortaylı'nın kulağı çınlasın İmparatorluğun en uzun yüzyılı. Kafkaslardan ve Balkanlardan milyonlarca insanın göç trajedisi yaşanıyor. Yürek dayanmaz. O günleri Kara Günler diye isimlendirmiş Mehmet Arif 93 Harbi'ni anlatan kitabında. Ahmet Muhtar Paşa'nın önemli bürokratlarından biri. Hep onu düşündüm nasıl oldu da göremediler. Eyvah diyorsunuz acaba bugün de var da göremiyorlar mı?
Bu anlamda çok da önemli bir film.
Fena derece önemli bir film. Ben Kafkas Cephesi çocuklarına ithaf ettim bu filmi. Savaş ve çocuk. Birinci sırada çocuk. Allah kısmet ederse bunun devamını yapacağım. Savaş ve kadın. Ben 18 sene üniforma giymiş bir insanım. Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirdim, Kara Harp Okulu'nu bitirdim. Askerlikten biraz anlarım. Ben bile harplerin asıl kadınları ve çocukları etkileyen bir hüzün olduğunu bilmiyordum. Zannediyorsunuz ki iki taraf ellerine silahı alıyor. Yok ya öyle değil. Ne hüzünler var. 120 de birinci sırada çocuklar, ikinci sırada kadınlarımız için yapılmıştır. Asıl derdi yaşayan kadınlar. Geride kalan onlar. O dönemin hanımlarına bakın, kocaları evde yok. Bu devrin hanımları evlerinde beyleri olmadığı zaman neler hissediyor? Kadın her zaman kadın. Ana her zaman ana. Bunlarla ilgili nerdeyse sıfırız. Hadi askerleri bilmiyoruz da sivilleri nasıl bilmeyiz?
Bu sorunun cevabını aramak için mi bütün bu çaba?
Konu komşu sevdası, arkadaş sevdası biraz da. Çocuklarımın arkadaşlarına, mahallemizdeki insanlara, şehrimizde tanıdıklarımıza, memleketimiz Amasya'da, Erzurum'da tanıdıklarımız var. Üniversitelerden bana yazan gençler var. Böyle bir çevremiz var. Onlara bir şey olsun, yoksa milliyetçilik gibi heveslerim hakikaten olmadı. Ama ben toprağımızın sesini yüreğinde hisseden bir insanım. Dedem Azerbeycan'dan gelme. Tamam ben Azerbeycan'a gittim ve inanılmaz yoğun duygular yaşadım ama bizim evimiz, toprağımız burası. Babam bu topraklarda, dedelerim bu topraklarda, kızım bu topraklarda yatıyor benim. Biz Allah kısmet ederse bu topraklarda olacağız. Mahalleleri sevmekle, insanımızı sevmekle ilgili bir şey. Ben çocuklarımızı, gençlerimizi çok önemsiyorum. Üç tane oğlum var benim Sarıkamış'a Giden Yol'u onlara yazdım. Hiç olmazsa onların elinin altında dursun derli toplu notlar halinde. Çok şükür beşinci baskısını yaptı, hakikaten çok güzel yorumlar aldım.
Çanakkale ve Sarıkamış yakın zamana kadar üzerine çok konuşulmayan önemli tarihi dönemeçlerimiz bizim. Ancak her konuda olduğu gibi ifrat ve tefrit yaşıyoruz. Çanakkale hakkında bir anda çok sayıda kitap çıktı, belgeseller çekildi... Ama Çanakkale ruhu içimize sinmiş değil ki ülkemizde hâlâ birlik ve beraberlik konusunda sıkıntılar yaşıyoruz. Biraz Çanakkale öyle oldu, Sarıkamış Harbi de öyle olmak üzere. "Hepinizi kar altından kurtardık" veya "Şehitlere Yürüyoruz" filan gibi tuhaf tuhaf... Tamam, tabi ki anacağız. Ama anıt meselelerine son derece şeyim. O anıtın ne işe yaradığını bilmek, hissetmek filan lazım. Önce gönüllerimize dikeceğiz anıtları. Ondan sonra lâzımsa yaparız. Gönülde anıt olmadıktan sonra memleketin her yanı anıt olsa ne işe yarayacak. Bayrağa kafatası hesabı, kan grubu hesabı filanla bakmak var. Bir de mahallemizin sembolü diye bakmak var. Şehirlerimizin bir arada olduğu ülkenin sembolüdür bu. Ne ideolojisi, insan milli marşına 'bu bizim türkümüz' der. Her yerde hep beraber söyleriz biz bunu. Bu da bizim simgemiz. Bunlarla beraber bir ortaklık oluşur. Milli birlik, beraberlik dediğimiz şey de birbirimizi sevmek, korumak, kollamak, arkadaş olmak, muhabbet etmek, onlar olmadığı zaman zaten ilim, bilim, para, pul bunların hepsi teferruat.
O noktada da farklılıklar ortaya çıkmaya başlıyor...
Aynen öyle sizi zenginleştirecek şeyler bir anda fukaralaşmanıza sebep oluyor.
Sizi türkülerinizle, müziklerinizle tanıyoruz. İlk defa yönetmen koltuğuna oturuyorsunuz.
Kamera arkasına geçerken tereddütleriniz oldu mu? Yoksa müzikal anlamdaki sinema tecrübeniz mi bir rahatlık sağladı?Bunların hepsi aşkla ilgili bir şey. Einsten aklıma geliyor: özel bir yeteneğim yok demiş. Sadece tutku derecesinde meraklı biriyim ben. Osman Sınav'ın ilk sinema filmlerinin müziklerini yapmışım. 15 senedir sinema üzerine kafa patlatırız, belgeseller var, televizyon programları var. Tabi ki bir birikim var. Sette bunu yaşamadıysak da hiç yabancı değilim. Birçok dizi film oldu tecrübesini ettiğimiz. Ama mesele o duygu. Allah o duyguyu almayı nasip ettiyse size, siz de aktarmak için gayret gösteriyorsanız, Simyacı'da da denildiği gibi 'Dağ taş yardım ediyor insana'. Türkiye şartlarında böyle bir filmi seyredilebilir hale gelmesi nasipten öte bir şey değildir. Dizi filmlerde rol alan oyuncuların on dakika vakit bulup eve gidemediği bir mevsimde, Van'ın dağlarında sinema filmi çekiyoruz. Ondan sonra "ben yaptım, ben yönettim" diyeceğim. Adama gülerler. Fena tokat yeriz ikinci filmde yoksa. Gönül rahatlığıyla söylüyorum bizim bu filmi yapmamız istendi galiba. Başka türlü bu film bitmezdi. Allah emeğimize ve heveslerimize, aşkımıza hürmeten böyle bir film bize lutfetti. Hamdolsun bizim çıtamız çok yüksek. Bir film yaptığımız zaman bütün dünya etkilensin duygusu taşıyan insanlarız. Az buçuk bunun parametreleri de var içimizde. İnşallah bir gün daha iyisi olur.
Çekimler aşamasında popüler oyuncularla çalışmak sizi çok zorladı mı? Onlar nasıl baktılar projeye?
Mesai olarak sıkıntımız oldu. Aynısı söylemekte bir mahzur görmüyorum. Bu takdiri ilahidir. Hiç tanımadığım insanlar benim neticede. Onların önüne serebileceğim bir sinema tecrübesi yok. Cansel Elçin'in mesela çok tuhaftı. Benimle görüşmeye geldiğinde: "Çok güzel bir proje ama ben bu projenin realize edilebileceğine inanamıyorum bu ülkede. Onun için beni affedin.." demeye gelmiş. Biz iki saate yakın sohbet ettik. "Ne anlatacak bu film, ne düşünüyorsunuz?" dedi. Bir şeyler söyledim. "Tamam" dedi.
Cansel Elçin de Özgü Özberk de sıklıkla dönem filmlerinde oynamış isimler. Bu bir handikap değil miydi?
Karakteri tam oturacak diye belirledim ama şunu çok açıkça itiraf etmek zorundayım ben Kırık Kanatlar'ın on dakikasını bile seyretmedim. O dizinin ülkede bu kadar yayınlandığını bilmiyordum. Sonradan etrafıma 'bu rolü bu oynayacak, bu rolü bu oynayacak' deyince 'A, onların zaten Kırık Kanatlar'da böyle bir şeyi var.' dediler. Sadece 120'deki dünyayı kendi rolleriyle izleyenlere aktarabileceğine inandığım isimlerdi onlar. Ki hiçbir problemimiz olmadı. İlk yazıyorken Münire'yi ve Süleyman Teğmen'i neyse Münire ve Süleyman Teğmen oldular. Biz Özge Hanım'la çok ağlaştık. Gözümün önünde dejavu mu derler, daha önceden yaşadığın ekrarlanıyor gibi oldu bir çok sahne.
Çok iddialı bir yapım 120. Bu prodüksiyonun altından nasıl kalktınız?
Böyle bir filmin ortaya çıkmasına vesile olduysam bir kere bu bana yeter. Amerika'da Ridley Scott'a iyi bir senaryoyu verirsiniz, parasını da verirsiniz o size dünya çapında bir sinema filmiyle döner. Ama Türkiye'de bunları tek başımıza halletmemizin imkânı, ihtimali yok. Çok fırın ekmekler yememiz lâzım. Biz ancak bütün komplekslerimizden arınıp ekip kurmayı, ekip olmayı becerebilirsek o zaman bunların altından kalkabiliriz. 120 setinde en büyük katkın kime oldu diye sorarsanız onurla söyleyebileceğim set görevlilerine olan yardımlarımdır. Bir sahnede sonbahar yapraklarını temizledik beraberce. En çok yorulan, sahneyi kuranlar onlar. Işık yönetmenimiz ve görüntü yönetmenimiz bu denli gönülleriyle, yürekleriyle bu filmde olmasalardı ben o kadar güzel müzik yapsam neye yarar, dünyanın en iyi senaryosunu yazsanız neye yarar, dünyanın en iyi oyuncularını oynatsanız neye yarar? Bu bir bütün. Hepsi bir arada bir mana taşıyor. Bir mana, bir dünya aktarıyor. Orada Fikret ağabeyimiz iki kere elektriğe çarpılarak hayatını riske ederek kar makinesinin başında, 30 metreye yükselmiş vincin tepesinde elektrik akımına kapılarak kar yağdırmaya çalışmasa "Yok ya böyle bir şey olmaz" dese yandık. Bu bir beden. Aslında Türkiye'nin temel problemi bu. Biz bir beden olabildiğimiz zaman evvel Allah gerisi kolay gelir. Yeter ki el elliğini bilsin, göz gözlüğünü bilsin.
Oyuncular için de yorucu olmuştur herhalde böyle bir sette bulunmak...
Van'a iki kamerayla gittik. Orada yoğun bir mesaimiz vardı. Diğer yönetmen arkadaş çocuklarla ilgili bir çatışma sahnesini çekiyorken Cansel'in, at sahneleri var onu da ben çekecektim. Öğleden sonra uçağı var yetişmesi gerekiyor. Van'da at bulamadık Urfa'dan getirttik atları. Benim 'Aman çok güzel koşu atları olsun ona göre' diye tembihlediğim atların hiçbiri koşmuyor ve Cansel'in beş saat sonra uçağa binmesi gerekiyor. Filmdeki yeri iki üç dakikalık bir şey beş saatte rahatlıkla hallolur. Denk giden günlerde iki saatte bile hallolabiliyor o iş. Fakat Cansel için belirlediğimiz ve bir gün önce de Cansel'in tecrübe ettiği at o gün, hayvanlar kendi aralarında tepişmişler ve gözüne darbe gelmiş, yaralanmış. Cansel biniyor, üç adım atıyor, yoruluyor. Cansel ata iyi biner, Safranbolu'daki çekimlerimizde de vardı atlı sahneleri. 'Özhan bey bu at beni atacak' diyor. 'Cansel binme o zaman bir şekilde hallederiz.' diyorum. Geliyor, iki üç dakika konuşuyor Cansel'in gözü atta. 'Yok ben buna bineceğim'. 'Yapma, başka bir at filan bulalım'. Çok da güzel bir at gerçekten. 'Yok ben buna bineceğim'. 'Bin', Cansel gidiyor, ata biniyor. 'Yok buna binilmez.' Yine iniyor. Bu en az on kere tekrarlandı. Yine Allah'ın takdiridir ki sonradan bir başladı o at koşmaya. İki saat sonra hepsini bitirdik çekimlerin.
Çekimlerde kar transferi hikâyeniz var bir de...
120 çocuğumuzun tarihte Van'dan orijinal yürüyüşe geçtikleri, uğurlandıkları mekân eski Van'da. Orada çekmeyi çok ahdetmiştim. Arkadaşlar başka bir yer bulmuşlardı. Hatta burada nasıl olacak eski Van sit alanı, buraya bizi sokmazlar. İşin tuhafı her yer kar dolu ama orada bir damla kar yok. Ben de bir şey diyemedim ama kafaya koymuştum. Ertesi gün o sahneyi çekmemiz lâzım. Son üç günüm benim sağa sola kar var mı, meteoroloji yağar mı? Artık saat akşamüzeri dört, beşti kar yağmıyor, kar yağma gibi bir ihtimal de yok. Burada en yoğun kar nerede var, Çaldıran'da. Ne kadar 130 km. Burayı kaplamak için ne kadar kar l3 lâzım. 40 kamyon sabaha kadar çalışırsa sizin istediğiniz miktarda kar buraya getirilir dediler. "40 tane kamyon bulup sabaha kadar kar getirsinler" dedim. Önce şaka yapıyorum zannettiler. Nesi var bunun? Gece eksi bilmem kaç derecelere düşüyor, saat on iki bir gibi buzlanıyor yollar. Yavaş mavaş sabaha kadar dedim ne geliyorsa tamamdır. Kamyonlar geliyor, dozerler karları seriyorlar filan ve ertesi gün de aslanlar gibi çektik orada. Ben o sahnenin bir daha canlandırılmasını çok istedim. Benim gönlümde eksik kalırdı, hamdolsun. Onu da sağladık
Filmin müzikleri de çok etkileyici. Bu müzikler nasıl çıktı?
Sorun şimdi o bildiğiniz türkülerimi, film müziklerini filan 'ne zaman besteledin?' diye inanın bilmiyorum. Bildiğim bir tek şey var. Senaryoyu yazdım, yazdım, bir gün baktım ki bunu besteliyorum. Bir gün baktım ki bunu kaydediyorum. Bir gün baktım ki böyle bir jenerik müziği çıkmış ortaya. Ondan sonraki bütün süreçte zaten senaryoya son aşamasını verirken müziği dinleyerek, oyuncularla okuma provaları yapıyorken müziği dinleterek hatta sette çekim yapıyorken o müziği hangi sahnelerde kullanacağımı biliyorum çünkü ben. O müziği çalarak yani öyle olunca bir duygu bütünlüğü de oluyor. Onu hissediyor herkes. O da bana Allah'ın bir lutfudur, duyguyu müziğe çevirebilen bir şey lütfetmiş. 120'nin müziği zaten buydu başka n'apılırdı bilmiyorum. Müzik benim için resim demek. O hikâye canlanmıyor.
'120' seyirciyle buluştu. Sırada hangi projeler var?
Şimdi Allah kısmet ederse Balkan Harbi projem var. Senaryosu hazır, müzikleri hazır. Ben buna nasıl müzik yapacağım dediğim bir proje benim için proje değil. Onun müziği bitmiş olmalı. O zaman onun resimleri canlanıyor, insanlara anlatabileceğim bir hale dönüşüyor. 1875- 1915 arasını anlatmaya çalışır benim kitabım Sarıkamış'a Giden Yol. Onu üç bölüm dramatik belgesel sinema filmi olarak kurguladım. Şimdi ona çok hevesim var.
Çok fırın ekmekler yememiz lâzım. Biz ancak bütün komplekslerimizden arınıp ekip kurmayı, ekip olmayı becerebilirsek o zaman bunların altından kalkabiliriz. 120 setinde en büyük katkın kime oldu diye sorarsanız onurla söyleyebileceğim set görevlilerine olan yardımlarımdır. Bir sahnede sonbahar yapraklarını temizledik beraberce. En çok yorulan, sahneyi kuranlar onlar.