« Anasayfa | Künye | Arşiv 19 Nisan 2024, Cuma
Gündem: Kültür-
Sanat
Gündem: Hayat
40i Gündem Nöbetçi Köşe
40PENCERE
İki Nokta Üst Üste
Esma Ürkmez
Matbaadan Tanıtıma Koş!

Yeşilde Durmak
Hale Sert
Kanaviçe

Olay Yeri İnceleme
Zehir Hafiye Battal Küttab
Tezekten Terazi ya da Çok "hit" Alan Hep "tıklanan" Yazı Budur!

[ Kitap -> "Kitap"lı Sohbetler ]

Türk Davranışlarının Nedeni Göçebelik mi? - Erol Göka ile Röportaj...

08.03.2008 - 23:19

Psikiyatr Yazar Erol Göka'ya göre Türkler'in birçok davranış kalıbının nedeni göçebelik. Türkler piknik yapmayı neden çok sever? Neden Türklerin muhabbet açarken ilk sorusu "Nerelisin"dir? Türklerden felsefeci çıkmadığı doğru mudur? Şehirlerimizin sürekli bir şantiye görüntüsünde olmasının nedeni yüzyıllar geçmesine rağmen üzerimizden atamadığımız göçebelik duygusu mu? Türklerin tarihteki rolü uygarlık yaratan değil uygarlık taşıyan bir millet olmak mıdır? Bizi tanımlayan sıfatların başında neden savaşçı ve itaatkar geliyor? Türkler başkaları "öyle desin" diye mi vicdanlıdır? Neden maçlarda en popüler slogan "Avrupa Avrupa duy sesimizi"dir?... Bu kafa karıştırıcı ve provoke edici soruların yanıtları bir psikiyatrdan geliyor... Psikiyatr yazar Erol Göka Türklerin Psikolojisi kitabında Türklerin hikâyesini yüzyıllara yayılmış bir tarihsel psikotahlilde ortaya koyuyor. Göka Türkleri "divana" yatırırken "Hamasetten çok sıkıldım. Artık takke düşsün istiyorum" diyor.

Türklerin Psikolojisi Tarihsel psikolojik bir çalışma. Ama sonuçta ortaya çıkan tabloya bakınca Türklerin savaşçı, göçebe, uygarlık yaratmaktan çok uygarlık taşıyan, itaatkar, gösterişe ve şatafata düşkün bir millet olduğu anlaşılıyor. Biraz olumsuz özellikler değil mi bunlar?

Sizin baktığınız yerden öyle görünüyor demek ki? Bir de son dönemde Türkler aleyhine o kadar çok yayın yapıldı ki, benim çalışmamda da Türkleri yüceltmeyen saptamalarla karşılaştığında "Acaba bu da mı?" diyebilir okuyucu. Türkler üzerine kitaplarım, tam Türklerin vur abalı haline getirilmeye çalışıldığı, 301. madde tartışmalarının yapıldığı bir dönemde çıktı. Birtakım kendini komik sanan adamlar, yazdıkları mevkutelerde, sözüm ona Türklerle, Türklükle dalga geçmeye çalıştılar. Dalga geçtikleri, insanımızın tamamen sosyo-ekonomik veya tarihsel koşullarla açıklayabileceğimiz davranışları. İnsanımız dökülmüş. Sen yirmi yıl gibi çok kısa bir sürede, büyük şehirlere göçürmüşsün Anadolu'da geleneğinin kalıpları içinde yaşayan insanları. Şehirli, yeni davranış kalıpları kazanamadan eski geleneksel davranış kalıplarını da yitirmişler. Hayata tutunmaya çalışan insanlarla dalga geçen kitapların çıktığı dönemde yıllar süren emeğin ürünü olan çalışmalarımın çıkması bir şanssızlıktı doğrusu. Ama artık okuyucu bizi tanıyor, çalışmamızın bilimsel yönelimini, niyetimizin halisliğini biliyor.

Ayrıca artık siz de sıkılmadınız mı bu hamasetten? Ben çok sıkıldım, artık takke düşsün istiyorum. Bilim insanı olarak benim görevim, takke düşürmek. Kaldı ki ben bir Türk aydınıyım. Tarafgirim, Türklerin modernleşmesinden yanayım, üstelik de modernliğin "bizi biz olmaktan çıkaracağını" da düşünmüyorum. Nasıl kendimize göre İslamlaşmışsak, kendimize göre modernleşeceğiz. Bu biz istesek de istemesek de bu böyle olacak. Türklerin modernleşmesinden yanayım çünkü modernlik, insanlığın temel yönelimini belirliyor artık. Toplumlar modernleşecekler. Ben Türkler, kendine özgü modernleşmelerini hızla yapsınlar istiyorum. Bu Türklerden yana bir tutum. Biz Türklerin modernleşme çabalarımızı engelleyen ayak bağlarını göstermek, bunlardan bir an önce kurtulalım demek, olumsuz yanlarımızın ne olduğunu görme ve onların nasıl değişip dönüşebileceklerine ilişkin yoğun bir tefekküre çağrı... Benim yapmaya çalıştığım bunlar.

Uçlar arasında savrulmamızın nedeni

Türklerin dillerine gösterdiği özensizlik, "hoşgörülerinin kendilerini yaralayan bir dışavurumudur" diyorsunuz. Bir psikiyatr olarak yorumlamanız gerekirse bizde bir "özsaygı" eksikliği mi var? Bir tür aşağılık kompleksi? Eğer varsa bunu tarihsel altyapısı nedir? Neden kendini aşırı büyük görme ile küçük görme uçları arasında gidip geliyoruz?

Yok öyle denemez, dilimize özensizliğimiz hakkında söylediklerimden çıkarılması gereken sonuç bu değil: Ben tüm Türk tarihine yayılan gözlemler yapmaya, buradan sonuçlar çıkarmaya çalışıyorum. Türkler, enteresan biçimde her tarihsel dönemde "cihan hakimiyeti" için çabalamışlar, adeta tüm dünyayı ele geçirdiklerinde rahata ereceklerini düşünmüşler. Bakmayın halimizin perişanlığına, bilinçdışımız şimdi de bunu istiyor. Bu kadar büyük arzusu olan bir topluluk, mevcut durumun gerçekliğini biraz algılamaya başlayınca da tuhaf ruh hallerine kapılabiliyor. Galiba sizin uçlar arasında gidip gelme dediğiniz bu türden ruh hallerimiz.

Türk kimliğini nasıl tarif ediyorsunuz? Burada ortak payda coğrafya mı? Din mi? Dil mi? Kimdir Türk?

Bir kere "Türk kimliği" diye genel geçer bir kimlikten bahsedemeyiz. Hangi Türk kimliği olduğunu açmalıyız öncelikle. Hali hazırda iki Türk kimliği var. Birisi, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesi kapsıyor, hukuk sistemimiz, hür ve eşit olduklarını söylediği tüm yurttaşlara "Türk" adını veriyor. Bir de "etnik Türk kimliği" var. Kendilerini etnik ve tarihsel olarak Türk hisseden insanların kimliği. İşte benim kitaplarımda incelediğim insanlar, bunlar yani etnik Türkler. Eğer etnik Türk kimliğini ne belirliyor diye soruyorsanız, çok açık bir biçimde cevabım anadildir, Türkçedir. Eski Türk inançları da etnik kimlik de çok önemlidir ama onu da belirleyen, nesillere aktaran anadildir. Bu durumda etnik olarak Türk dediğimiz insanlar da, en kısa tanımla "anadili Türkçe olan"lardır. Bu arada sağ olun sayenizde Türk olmanın bir ırktan olmak demek anlamına gelmediğini de söylemiş olduk. Çok önemli burası. Türkiye'de akademisyenler bile etnisiteden söz edince bir ırktan bahsediyorlar. Oysa etnisite, ırk demek değildir, ana dilin ve ucu görünmeyecek kadar uzun bir tarih boyunca, ortak yaşam kültüründen kaynaklanan temel inançların oluşturduğu bir kimlik durumudur.

Türk için iki türlü 'öteki'var

Bir Türk için "öteki" kimdir? Kürt mü? Ermeni mi? Arap mı? Amerikalı mı? Yoksa Avrupalı mı?

"Türk"ün iki türlü "öteki"si var. Bir tanesi, komşu Türk kavimleri, yani kendi boyundan olmayan Türkler; diğeri ise Türklerin cihana egemen olma, dünyayı yönetme arzuları nedeniyle, o sırada dünyadaki en büyük güç kimse o. Bu ikinciye Türk'ün "mutlak öteki"si diyebiliriz. "Türk"ün "mutlak öteki"si, onun cihan egemenliğine engel olan yani o an dünyada egemen olandır. Muhtemelen Türklerin kendilerini dünyanın merkezine, Gök-Tanrı'nın temsilcisi kağanlarını dünyanın yönetimine yerleştiren eski inançlarının, yaşadıkları zor tabiat şartları ve kalabalık Çinlilerle sarılı olmanın yarattığı bir ruh halinden kaynaklanıyor bu "mutlak öteki" seçimi. Atalarımız, büyük ihtimalle dünyanın geri kalanını Çinlilerin oluşturduğunu sanıyorlardı, bu zorlu dünyada var kalabilmek ve onların uygarlık ürünlerine sahip olabilmek için tüm dünyaya egemen olmaktan başka çareleri olmadıklarını düşünüyorlardı. Yönetme arzularını da, savaşçı ruhlarını da maddi koşullar belirliyordu. Bu ruh hali, nesillere aktarıldı, Türk grup davranışı haline dönüşerek günümüze kadar geldi. Hep dünyaya egemen olmak istedik ama nedense işe hep yanı başımızdaki kardeşimizden başladık.

"Öteki"mizin diğer Türk oluşu, tarihimizi kardeş kavgalarının tarihi haline getiriyor. "Mutlak öteki"mizin, o sırada dünyada egemen olan olması ise, dış politikamızda sorunlara yol açıyor. Şimdi anlıyor musunuz niye maçlarda "Avrupa Avrupa duy sesimiz. Bu gelen Türklerin ayak sesleri" diye bağırıyoruz? Türklerin büyük çoğunluğu niye ABD'yi hiç sevmiyor? Niye Türkler ve Amerikaların savaşını konu alan bilim-kurgular insanımızın dikkatini çekiyor, çok satıyor?

Türklerin psikolojisinin en önemli özelliklerinden biri Türklerin asla kimliklerine, dillerine düşkün olmamaları diyorsunuz? Günümüzde kendi coğrafyamızda yaşadığımız pek çok çelişkinin altında "Türk kimliği"ne fazla önem verme yatmıyor mu?

Türkler uygarlık tarihindeki rollerinin gereği olarak diğer uygarlıklara, dinlere ve dillere karşı alabildiğine hoşgörülüler. Hoşgörü, bazen lakaytlık, aldırış etmemek boyutlarına varabilir. Benim kimliğimize ve dilimize başka etnik topluluklar kadar düşkün olmamamızı dayandırdığım temel, bu uygarlık tarihindeki rolümüzden kaynaklanıyor. Evet, sanılanın aksine Türkler, etnik ve dinsel fanatik değillerdir. Ama onlar da eninde sonunda insandır, son tahlilde korumaları gereken bir etnik kimlikleri vardır. Gerçekte tam tersi olsa da, bugünkü panoramada Türklerin etnik ve dinsel fanatik olarak görünmelerinin nedeni, onların bir başka özelliğidir. Segmentlere bölünmüş toplumsal yapıları nedeniyle, başlarını sosyopatiden bir türlü kurtaramamalarıdır. Toplumumuz sürekli mafiyöz oluşumlar, sosyopatik çeteler üretiyor. Bu çetelerin yaptıkları eylemler, Türklere mal edilmeye kalkılıyor. Dünyanın etnik kargaşa yaşayan ve kan gölüne dönen diğer bölgeleriyle, ülkemizde yaşananlar karşılaştırıldığında ne demek istediğim daha iyi anlaşılabilir.

Göçebeliğin Türk psikolojisindeki önemi nedir? Daha 200 yüzyıl öncesine kadar göçebeydik diyorsunuz. Bu yüzden şehirlerimiz şantiye gibidir diyorsunuz. Kurtulamadık mı göçebelik hissinden?

Yok kurtulamadık. Daha da üzücüsü olanı yakında da kurtulacağımıza dair hiçbir umut ışığı yok. Göçebenin ruh hali ve zihniyet yapısıyla yerleşik insanınki tamamen farklı. Bizim yerleşik, kentli yaşamı öğrenebilmemiz sanki yüzyıllar alacak gibi. Zaten yerleşik kültürler de yüzyıllar geçtikten sonra öğrenebilmişler yerleşik yaşamın gereklerini.

Felsefi düşünce için durmak gerekir!

Birbirimize sorduğumuz ilk sorunun "Nerelisin" olmasının nedeni de göçebelik mi?

Evet, hiç şüpheniz olmasın, "sormak ayıp olmasın" diye önümüze gelene sorup durmamız da göçebelikten.

Türklerin felsefe üretememesinin nedeni olarak da göçebeliği gösteriyorsunuz? Yerleşik düzen gerekli midir felsefe üretmek için? Ya da yerleşik düzene geçtiğimiz zaman dilimi yeterli değil mi felsefe üretmeye başlamak için?

Göçebe düşünür ama felsefi düşünce üretmez, zira ihtiyacı yoktur. Tefekkür için, felsefi düşünce için durmak, düşüncelerini belli bir noktaya yoğunlaştırmak kaydetmek gerekli. Sürekli bedeni yer değiştiren göçebenin, kendisi gibi uçucu olan sözlü zihninde ayrıca bir zihinsel göçe ihtiyaç hissedilmez, bulunduğu yeri ve zamanı anlamaya çalışmak yeterli görülür, bir öncekini kaydetme gereği duymadan, yalnızca yaşanır gidilir. Ayrıca göçebenin yazıyla arası iyi değildir; o sözlü kültürün, muhabbetin insanıdır. Sözlü kültürün insanının beyni yazılı kültürde yaşayandan çok farklıdır. Düşünce tarihinde ve felsefede bize özgü olanı yansıtabilen veya Türk olarak adından söz ettirebilen bir düşünürümüzün olmaması tüm bunlar yüzünden. İslam tarihi içinde Farabi, İbni Sina gibi Türk kökenli düşünürler elbette olmuş ama onlar, haklı olarak etnik kökenleriyle anılmıyor, İslam düşüncesi içinde değerlendiriliyorlar.

Göçebelik duygusu aynı zamanda daimi bir kaygı hissi de getirmez mi? Hiçbir yere sahip olamama. Hiçbir yerde aidiyet hissetmeme?

Elbette göçebelik sürekli kaygı halinde yaşamak demektir. Bazı romantik yazarlar, göçebeliği tabiatın bağrında yaşamaktan dolayı kutsarlar ama cahilliklerinden. Onlar göçebelerle yaşamaya kalksalardı bir gün bile dayanamazlardı.

Türkler için "Benim için şöyle desinler" duygusu önem taşıyor sizin yorumunuza göre. Bir tür değersizlik hissi mi neden oluyor buna yoksa değer duygumuz içsel değil görüntüye dönük bir şey mi?

Buna değersizlik duygusu diyemeyiz. Kültürel bir kod nedeniyle bu böyledir. Biz Türkler, kapitalizm öncesi potlaç kültürünün insanlarıyız. Bizim en burjuva olanımızda bile piyasanın rasyonalitesi yoktur. Zenginimiz de yoksulumuz da yaptığımız işleri, başkalarına göstermek, hava atmak, böbürlenmek için yaparız.

İtaat, şan ve gösteriş her şeyden önemli

Nedir potlaç kültürü? Türk psikolojisinde nasıl bir önemi var?

Potlaç kültürü, kapitalizm öncesi dünyadaki ilişki sistemlerini tanımlamak için kullanılmış bir kavram. Tam Türkçesine "han-ı yağma" denilebilir. Piyasa rasyonalitesi değil de itaat, şan, şeref, gösteriş ve şatafat her şeyden önemli bu kültürde. Görünüşte kardeşlik, dayanışma gibi olumlu yanları da var. Batılılar potlaç kültüründen kapitalizme geçebilmek için yüzlerce yıldır uğraşıyorlar. Biz ise boğazlarımıza kadar potlaç kültürüne batmış olduğumuzu henüz idrak bile etmiş değiliz.

130 yılda Türkler sadece 2000 patent almış bunların hiçbiri de dünya bilimine ve teknolojisine katkıda bulunmamıştır diyorsunuz? Bunun nedeni nedir size göre?

Sözlü kültürümüz ve göçebeliğimiz... Bilim dünyasına önemli bilimciler yetiştirmemize rağmen hala yaratıcı olamıyoruz. Uygarlığı "en iyiyi, en güçlüyü, en yeniyi izle!" formülüyle yakalamaya çalışıyoruz. Ortada gerçek bir bilimsel girişim yok, aktarmacı zihniyet devam edip gidiyor. Tüm uygarlık ürünlerini sindirip sindiremeyeceğimize bakmadan adeta kapış kapış alıyoruz ama kendimiz geliştirmiyoruz. Batılı ülkelerin ülkemizde açtığı teknoloji fuarlarına akın etmemiz, en son teknolojiyle çıkan aygıtlar için bir ucuzluk kampanyası yapıldığında birbirimizi ezip geçmemiz bu yüzden. Teknolojinin kendisine bayılıyoruz ama o teknolojiye bir katkıda bulunmuyoruz. Uzun ve şüphesiz şanlı tarihimize rağmen, Talat Halman'ın dediği gibi, tek bir bilimsel icadı olmayan, tek bir coğrafi keşif yapmamış olan tek büyük ulus biziz belki de.

"Sözlü kültür modernleşmenin önündeki en büyük engeldir ve kişisel vicdanı değil toplumsal ve harici vicdanı geliştirir" diyorsunuz. Yani vicdanımız da başkaları için mi bizim?

Yazı ile vicdanın içselleşmesi arasında bir bağlantı var. Yazı kendimize de başkasına da ayrı bir varlık olarak bakabilmemizi, nispeten objektif değerlendirmeler yapabilmemizi sağlayan bir beyin gelişimine neden oluyor. Sözlü kültürde ise, içsel vicdanın yaptığını töre ya da emir sağlayabiliyor. Harici vicdan dediğimiz bu. Dolayısıyla dünyanın en düzenli ordularını kurabilen Türkler, trafikte birbirlerine saygı göstererek ilerlemesini beceremiyor.

Bir diğer ilginç tespitiniz ise Türklerin diğer milletlerden daha kolay sınıf atladığı, gösterişe ve şatafata düşkün olduğu...

Kolay sınıf atlama da bir potlaç kültürü özelliği. Türkiye'de köklü bir burjuva sınıfının olmaması, en yüksek vergi verenlerimizin sürekli değişmesi, hep türedi zenginlerimizin oluşması, kolay sınıf atlamanın bariz örnekleri. Gösteriş ve şatafat tutkusu ise, doğumdan düğüne, ev alma ve berbat biçimde döşeme merakımızdan, çocuklarımızı lüks okullara göndermek için yarışmamıza hatta ölümün ardından okutulan mevlid törenlerine kadar her yerde paçamızdan akıyor.

Önemli tespitlerden biri de İslamiyet ile tanışmanın etkisi üzerine. "İslamiyet'le tanışmak dağılıp gitmeye mahkûm olan Türklerin yapısına can suyu kattı" diyorsunuz. Nasıl sağladı bunu İslam?

Dilimize ve kimliğimize sahip çıkmama özelliğimiz nedeniyle, hep diğer uygarlıklar içinde kaybolup gitmişiz. İslamiyet dairesine girene kadar. Örneğin Atalarımızdan bazılarının Çin kültürünün içinde eriyip yok olduklarını en eski yazıtlarımızda görüyoruz. Hazar'ın kuzeyinden batıya gidenlerimizin Hıristiyanlaşarak buharlaştıklarını ise hepimiz biliyoruz. Bizim de sonumuz onlar gibi olacaktı ama hem önceki inançlarımızla hem de savaşçı zihniyetimizle kolayca uzlaşması sayesinde neredeyse tüm Türk dünyasının Müslüman olması, yok olma sürecimizin önüne geçti. Müslümanlığı kabul ettikten çok kısa bir süre sonra İslamiyet'in başına geçmemiz, İslam uygarlığı için çaba göstermeye başlamamız birçok temel sorunumuzun çözümü için fırsatlar sağladı.

Ama siz de söylüyorsunuz: din çatısı altına girmekle azalacağı sanılan kardeş kavgası İslami bir kılığa bürünüp Alevi-Sünni kavgası adını alarak günümüze kadar geldi. Burada bir çelişki yok mu?

Hayır çelişki yok. Türkler, İslamiyet'e girdiklerinde tarihlerinde yepyeni bir durum ortaya çıktı. Ak-budun ve kara-budun ilk kez aynı inanç sisteminde birleştiler. Ancak Türkler Müslüman oldu diye segmenter toplum yapıları bir anda değişmedi. Karahanlı, Gazneli, Harezmli, Selçuklu ve Osmanlı gibi Müslüman Türk devletlerinde egemen boylar, Sünni İslam'ı tercih ederken, İslam dünyasındaki çatışmaların da etkisiyle diğer boylar hem eski inançlarına sarılırken hem de Hz. Ali yanlısı muhalif kanada geçtiler. Egemen boyların göçebe Türkleri yerleştirmeye, iskan etmeye çalışmaları da bu çatışmayı artırdı. Hala aynı sürecin sıkıntılarını, sancılarını yaşıyoruz.

Röportaj: Handan Akdemir

Yeni Aktüel Dergisi 24-30 Ocak 2008, Sayı: 133

Türkler piknik yapmayı neden çok sever? Neden Türklerin muhabbet açarken ilk sorusu "Nerelisin"dir? Türklerden felsefeci çıkmadığı doğru mudur?  
Bize GelenlerTümü »

» Kahraman Üzerine Dersler / Oğuz Karakaş
» Görsel Şiirin İlk Kitabı: Dada Korkut
» Makyaj Hatası / Yavuz Altınışık
» Oluş ve Bozuluş / İbn Sina
» Hiç / Merih Günay
Arşivlik HayatlarTümü »

» Asaf Hâlet Çelebi 100 Yaşında / Ömer Faruk Şerifoğlu
» Arşivcilerin Babası: Muallim Cevdet / Zeynep Berktaş
Halep&ArşınTümü »

» Hrant Dink Sonrası "Yitik Yürek" Tartışması
» "Atatürk ve Din" Tartışması
» "Tasavvuf Neşriyatı" Tartışması
» Paramparça Entelektüeller ve Fikirler: "İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri" Başlıklı Ertelenen Konferans Sonrasında Türk Entelijansiyası
» "Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı..." Tartışması

Yorum yazabilmeniz için üye olmanız gerekiyor. Üye olmak için tıklayın.

(Üye iseniz sayfanın en üstünde sağ tarafta yer alan kısımdan giriş yapmalısınız.)


Henüz yorum yapılmamış.

Üye Girişi
Kullanıcı adı
Şifre
Beni hatırla
Şifremi unuttum!
Ücretsiz Üye Olun!
Son 10 Yorum
toplantı (10.12.2013 - 17:25)
tek söğüt (26.02.2013 - 01:08)
yok var, var var (26.02.2013 - 01:06)
Hoş bir yazı (17.08.2012 - 00:19)
beklerken (27.05.2012 - 21:07)
bir yorum (21.12.2011 - 20:20)
bir yorum (21.12.2011 - 20:13)
işte tam da böyle (18.11.2011 - 20:37)
Gitmek (18.11.2011 - 19:53)
ELİF LAM RA (28.10.2011 - 00:02)
Yorum için üye olun!