Yıl:1 Sayı:3  EYLÜL 2000

Editörden
Künye
Yazılar - Şiirler
Kültür - Sanat
Mizah

Röportaj

Medya
Sağlık
Adres Çubuğu
Sizden Gelenler
Arşiv

Anasayfa

 

 
 
 

ÇILGIN YAĞMUR HOBİSİ: "O, ESKİDENDİ"

Abdülhamit Küheylan

Yağmur yağıyordu. Sanki göğün dibi delinmişti. Veya bir daha yağmayacakmış endişesiyle var gücüyle son yağışını yapıyor gibiydi. Taneleri dolu doluydu ve yukarıdan aşağıya birbirine teğet iniyordu. Gecenin karanlığında yeryüzüne inen yağmur damlacıkları ayın ışıklarıyla parlıyordu. 

Dünkü güllük-gülistanlık dünya, yerini kıyamete bırakmıştı. Ortalığı sel almıştı. Dışarıya çıkmak için ya deli olmak, ya çok önemli bir işi olmak, ya da yağmur altında ıslanmak gibi bir hobiye sahip olmak gerekiyordu. 

Böyle delicesine yağan her yağmur her nedense onu çekerdi; içini yakan gizli bir hasret gibi... Bunu ilk defa yapmayacaktı. Gençlik yıllarında da bunu hep yapardı. Dışarıdaki vahşi yağmuru görünce öğrencilik günlerindeki bir günü hatırlamıştı:

“Havvasına ve havasına güvenilmez, şeklinde genel geçer bir yargının muhatabı olan daru’l-hilafede günlerdir yağmur yağıyordu. Ama o gece bir başka idi. Yağmur, çıldırmıştı. Belki de üzüldüğü bir şeyler vardı; ama neye üzüldüğünü kimse bilmiyordu. Potansiyelini tüketmek için elinden geleni yanına koymuyordu. Aslında gündüzden kararını vermişti. Ümraniye’den Üsküdar’a kadar gecenin yarısında ve yaya olarak yürüyecek, Üsküdar sahilindeki iki cami müezzininin anlaşmalı çifte ezanını dinleyecekti. Hayatta bundan daha çok zevk aldığı bir şey yoktu: Gecenin karanlığını ve sessizliğini yaran davûdi sesle süslenmiş kutsal çağrıyı dinlemek… İki caminin arasında yer alan Kurtuluş Parkı'nda tek başına bir banka oturacak, konsantre olacak, onunla başka dünyalara dalacaktı. Hele yağmur, bu zevkini katmerleştirecekti. Önce biraz pencereden izledi yağan yağmuru. Hava soğuk değildi. Ama gece, biraz serince idi. Üzerine ince bir gömlek aldı. Sigarasını ve çakmağını da almayı ihmal etmedi. Tam kapıdan çıkıyordu ki ev arkadaşlarından birini de uyku tutmamıştı. 'Nereye?', diye sormadı, aksine 'Ben de gelebilir miyim?', dedi arkadaşı. "Olur", anlamında kafasını salladı öteki. Sonra yola koyuldular. 

Saat, yaklaşık 2 sularındaydı. Daha iki üç adım atmamışlardı ki vücutlarının yağmurla tanışmadığı milimetrekarelik yeri kalmamıştı. Yaklaşık 4 kilometrelik bir yoldu katedecekleri... Ama hiç de umurlarında değildi. Hatta inadına, güneşli bir havada iki aşığın sessiz yol alması gibi aheste aheste yürüyorlardı. Sokaklarda kimse olmadığı gibi dünya ölü bir sessizliğe gömülmüştü, yağmurun şırıltısı dışında... Sadece ikisi ve bir de her an uyanık olan O vardı. Ümraniye'den başlayan yolculuk, hiç konuşmadan sadece ıslanarak iki Çamlıca'nın yollarının birleştiği eski Açık Tiyatro'nun yanına kadar devam etti. Geldikleri yol iyi bir rampaydı ama her nasılsa yorulmamışlardı. Yollarına devam ettiler. Soldaki büyük parkın yanından geçtiler; iki yakayı birbirine bağlayan boğaza götüren çevre yolu dik açı ile kesen köprüyü de geçmişlerdi. Bu, Altunizade'nin sınırlarına geldikleri anlamına geliyordu. Sonra Bağlarbaşı'nın tam ortasına gelmişlerdi ki parkta uzanan, uykusundan gecenin serinliğinin ve yağmurun çılgınlığının bile uyandırmayı beceremediği bir sarhoşun dışında kimseye rastlamamışlardı. Artık işleri kolaylaşmıştı. Çünkü yokuş aşağı gideceklerdi. Konuşmuyorlardı... Demiştim ya, aslında ikisi de sessizce ve kendi dünyalarında konuşuyorlar, zihinsel konuşmanın tadını çıkarıyor; birbirlerine -içine düştükleri bu rüyadan uyanacakları korkusuyla- bakmıyorlardı bile. Nihayet Üsküdar Meydanı'na gelmişlerdi. İki camiyi ortalarcasına, en müsait bankı aradılar. Sanki iki minareden çıkan seslere eşit uzaklıkta olup tadını çıkarmayı düşünüyorlardı. Ortalıkta şimdilik kimsecikler yoktu. Bir tarafta görkemli Hekimoğlu, diğer tarafta ise Mihrimah Sultan bütün heybetiyle duruyordu. Denizin dalgalarının sesi derinden geliyordu. Yağmur da, sanki bu iki gencin seremonisinden haberdarmış gibi heyecanlıydı, inadına hızlanmıştı; kendisine göre bir ritm tutturmuştu. Hafif de bir rüzgar vardı. Dekor tamamdı. Saatine baktı, vaktin saniyelerle boğuştuğunu gördü. Derken Hekimoğlu’nun müezzini, arkadaşları Yunus, açılışı yaptı. Harikulade bir sabâ makamı icrâ ederdi Yunus... İlk iki kısmı tekrar etti. Sonra dinlemeye geçti. Diğer müezzin aldı sırayı. Yunus’un tekrar ettiklerini o da okudu, Yunus'a göre biraz daha dolgun ve mikrofonik sesiyle... Dehşetengiz bir manyetik alanın içine girmişlerdi. Haz doruktaydı. Bir taraftan yağmurun içlerinden çıkardığı, mazinin tüm pisliklerinden kurtulmak, diğer yandan boşalan ruhun cezbesine kapıldıkları kutsal çağrı ile cilalandıklarını hissetmek… Ezan okundukça ruhlarının hafiflediğini; daha bir paklaştıklarını hissediyorlardı. Yalnız olduklarını sanıyorlardı ama ne var ki melekût âleminin bütün gözleri üzerlerindeydi; gıpta ile bakıyor; yakarışlarını ve dualarını bu tarafa yönlendiriyorlardı. Semayla -göremedikleri ve fakat hissettikleri bir cereyanın tam ortasında yer aldıklarını sezerek- bir ilişki içerisine girmişlerdi. Kendilerini çok farklı hissediyorlardı. Sanki bedenin et ve kemik yapısı saydamlaşmış; kristalleşmişti. Zihinlerine gelen her bir hata ve günahın silindiğini görüyorlardı. Yağmurdan pek anlaşılmıyordu ama gözlerindeki pınarlar da kurumuştu. Bir taraftan bir şeyler boşalırken bir taraftan da dolum gerçekleşiyordu istemsiz olarak... Her nedense her ikisi de, farkında olmadan ayağa kalktı ve sımsıkı birbirlerine sarıldılar. Başları omuzlarına düştü. İçlerinden bu atmosferin bozulmaması için dua ediyorlardı. Ayakları onları camiye çekti. Cami bir başkaydı; namaz da cemaat da... Namazlarını bir başka kıldılar. İmam Efendi’nin namaz sonrası okuduğu aşr-ı şerif, atmosferi doruğa ulaştırmıştı. 

Namaz sonrası sahile uzandılar. Kordonda oturmak istiyorlardı anlaşılan... Tam oturmuşlardı ki devriye gezen bir polis otosu yanlarında durdu. Bir memur yaklaştı yanlarına… "Beyler, gecenin bu vaktinde ne arıyorsunuz burada?" dedi. "Otur" diye işaret etti birisi. Memur, beklemiyordu böyle bir şey... Üstünün bir emri gibi algıladı bu isteği ve sessizce oturdu. Sonra silik bir sesle ve esrarengiz bir üslupla konuşmaya başladı genç: "Yağmur’un söylediklerini duyuyor musun? Biraz önceki sabâ makamında okunan kutsal çağrıyı dinledin mi sen? Deniz haykırışlarından haberin var mı? Sabah namazını kıldın mı be Memur Bey? Bu günkü namaz bir başkaydı. Dünyada hiçbir şeye değişilmezdi. Keşke bir deneseydin…" şeklinde uzayıp giden ve memurun şaşkın bakışlarına muhatab olan sözleri neticesinde Memur, 'Islanmışsınız, hasta olacaksınız hocam!' dedi. İkisi de ıslandıklarının farkında bile değillerdi. Üşümüyorlardı. Memur’un ilk hitabındaki sertliğin ve dikbaşlılığın yerini bir anne kucağı misali sımsıcak ve hayran bir havaya bırakmıştı: 'Hocam, üşüteceksiniz. Gideceğiniz yere sizi götürelim. Lütfen, istirham ediyorum.' İki genç birbirine baktı. 'Siz zahmet etmeyin. Biz biraz daha oturup gideriz. Sizi meşgul etmeyelim.' dedi birisi. Memur, inatçılığa varan bir ısrarla koluna girdi gencin... Eve kadar getirmişlerdi. Kahvaltıya kalmalarına ısrar ettilerse de polisler "başka bir zamana" diyerek oradan ayrıldılar. 

Üstlerini değiştirdiler. Her ikisi de odasına çekildi ve yatağa gömüldü. Rüyalarında aynı havayı tekrar teneffüs ettiler.”

Şimdilerde çoluk çocuğa karışmıştı. İstediği herşeyi yapma özgürlüğü yoktu. Sınırlanmış, kategorize edilmişti. Ama yağmur da her zaman böyle yağmazdı ki! Tane tane attığı zamanlara sinir olurdu; ya adam gibi yağmalıydı, ya da tabiatla oynamamalıydı diye düşünüyordu. Aklına gençliğindeki yağmur hatıraları geldi. O yağmurlu gecedeki yağmur ile ezan arasında kaldıkları serüveni bir kez daha hatırladı. Hazır herkes uyuyorken dışarı çıkmalıydı. Yağmur sanki kendisini çekiyordu; avlanmak kanına işlemiş bir geyik avcısı gibi yağmurun şırıltısı, tahrik ediyordu onu. Bilgisayarını kapattı. Kalktı ve dışarı çıktı. Yağmur yine aynı yağmurdu. Yavaş yavaş merdivenlerden inerek bahçeye geldi. Kayısı ağacının altındaki beyaz sandalyeye ilişti. Ayaklarını diğer sandalyenin oturak bölüme yerleştirdi. Daldı düşüncelere… Yine hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmişti, iyisiyle kötüsüyle... Muhasebenin ve sorgulamanın göbeğine vuruyordu. Yağmur da sanki onun oturduğu bölüme yoğunlaşmıştı. Sırılsıklam oldu. Gençliğindeki o pırıltıları arıyordu; o duygusallık ve maneviyat yüklü bulutlarla yağmurun tepesine inmesini umuyordu. Manyetik alanı tekrar yakalayabilir miyim diye kendini yokladı. Ne var ki gençliğinin o heyecanı ve helecanı kalmamıştı, o cazibe yoktu artık; o saflık ve temizlik kalmamıştı. En azından o arayış da silikleşmişti. Sabah ezanını okuyordu mahalle müezzini. Ama tadı yoktu. Hiç duyulmamış bir makam icrâ ediyordu. O kadar iticiydi ki ne zaman bitecek diye bekledi. Namaza gitmek de gelmedi içinden. Sahile doğru yürüdü. Sahil boyunca gitti, geldi. Denizin dalga sesleri, değişmişti. Yağmur da zorlanıyordu temizlemek için. Toprak da kokmuyordu. Gökle ilişki de yoktu. Melekler gelme ihtiyacını hissetmemişlerdi. Rüzgar da hafif esmesine rağmen yırtıyor, tırmalıyordu. Yürüyüş de sıkmıştı; yağmur da. Gözlerini yokladı, ağlayamıyordu. Kurumuştu sanki göz pınarları. Tam bir işkenceydi. Hızlı adımlarla eve geri döndü. 

Sadece ıslanmıştı hem de sırılsıklam. Hiç haz duymamıştı. Avucunu yalamakla yetindi. Kurulandı. "Niye"lere, "neden"lere gömüldü. Olanları düşünürken yanaklarına bir damla gözyaşı akıverdi… 

Ama sadece bir damla…

 

 
Şimdilerde çoluk çocuğa karışmıştı. İstediği herşeyi yapma özgürlüğü yoktu. Sınırlanmış, kategorize edilmişti. Ama yağmur da her zaman böyle yağmazdı ki! Tane tane attığı zamanlara sinir olurdu; ya adam gibi yağmalıydı, ya da tabiatla oynamamalıydı diye düşünüyordu. Aklına gençliğindeki yağmur hatıraları geldi. O yağmurlu gecedeki yağmur ile ezan arasında kaldıkları serüveni bir kez daha hatırladı. Hazır herkes uyuyorken dışarı çıkmalıydı.
  

Anasayfa  l  Editörden Künye  l  Kültür - Sanat  l  Mizah  l  Röportaj  l  Medya  l  Sağlık  Adres Çubuğu  l  Sizden Gelenler  l  Arşiv  E-Mail