« Anasayfa | Künye | Arşiv 15 Ekim 2024, Salı
Gündem: Kültür-
Sanat
Gündem: Hayat
40i Gündem Nöbetçi Köşe
40PENCERE
Yakın Plan
Ahmet Aksoy
Amerikan Kâbusu

İzlence
Mehmet Harmancı
"36": Kifayetsiz Muhterisin Resmidir

[ Sinema -> Ekstra ]

Çürüyen Sinema / Susan Sontag (Çeviren: Ahmet Yurtkul)

01.04.2000 - 16:00

Sinemanın yüzyılı, bir yaşam devresinin biçimine sahip görünmektedir: kaçınılmaz doğum, şan ve şöhretlerin istikrarlı birikimi ve alçaklığın son on yıl içindeki saldırısı, dönüşü olmayan çöküş. Hayran olacağınız yeni filmleri artık sabırsızlıkla bekleyemezsiniz. Fakat böylesi filmlerin istisnalarının olmamasının yanında, herhangi bir sanat içerisinde başarı elde ettikleri de doğrudur. Onlar şimdi, kapital içinde, her yerde film yapmayı idare etme- pratik ve kurallarının gerçek ihlal edicisidirler, her yerde kapital bir dünya olacak, söylenen budur. Ve sıradan filmler, sadece eğlence amacıyla yapılanları (tamamıyla ticari) için söylüyoruz, hayret verici bir şekilde aptalcadır; muazzam çoğunluğu, yankılanırcasına, kinikçe hedeflenmiş seyircilerinin hoşuna gitmeyi başaramazlar. Büyük bir filmin amacı, hiç olmadığından da fazla, bir çeşit başarı örneği olmakta iken, ticari sinema, geçmiş başarıları ortaya koyma umuduyla, utanmazca bireşimci olan veya olmayan sanata, türev, şişmiş film yapım politikasına razı olmaktadır. Sinema, bir kez yirminci yüzyılın sanatı olarak ilan edildi. Şimdi görünen ise; sayısal olarak kapanmakta olan yüzyılın, çökmüş bir sanatı olduğudur.

Belki sinema değilse bile, sinemaseverlik (cinephilia) sona erdi. Sinemaseverlik; belirgin bir çeşit aşkın adıydı. Her sanat fanatiklerini doğurur. Bununla beraber, sinemanın esinlediği aşk özeldi. Sinemanın diğer sanatlarla olan benzerliği kanaatinin doğmaya başlamasıyla; su katılmamış şekilde modern; kendine özgü faydalanırlığı; aynı zamanda şiirsel ve gizemli ve erotik ve moral oluşu. Sinema havarilerine sahipti (adeta din gibi.) Sinema savaşımdı. Sinemaseverler için, sinema her şeyi kuşatandı, sinema hem sanat hem de yaşam kitabıydı.

Bir çok insanın işaret ettiği üzere; rahatlıkla, yüzyıl önce film yapımının başlangıcı çift anlama sahipti. Yaklaşık olarak 1895 yıllarında, iki tür film yapıldı, sinemanın görünürde ne şekilde ortaya çıktığına dair iki mod: gerçek, sahneye koyulmamış bir yaşamın transkripsiyonu olarak sinema (Lumiere Kardeşler) ve icat, hile, fantezi, illüzyon olarak sinema (Melies) Fakat bu doğru bir karşıtlık değildir. İlk dönem seyirciler için bütüncül bir yaklaşım şudur; daha çok banal gerçekliğin yoğun transkripsiyonuyla birlikte, Lumiere Kardeşler'in çektiği 'La Ciotat Garına Trenin Girişi' fantastik bir deneyimdi. Sinema merakla başladı. Böylesi bir yakınlıkla, gerçekliğin dönüştürülebildiği merak. Tüm sinema, merak duygusunu açığa çıkarmaya ve bu duygunun sürdürülebilirliğini sağlamakla yola çıkar.

Sinemada ki her şey o anla başlar, yüzyıl önce trenin gara girmesiyle. İnsanlar, filmlere kendilerini seyretmeye gittiler, tam da heyecana ihtiyaç duydukları anda, trenin üzerlerine doğru gelmesiyle başlarını suya daldırıp çıkaran ördekler gibi, eğilip kalkıyorlardı. Televizyonun gelişiyle birlikte, sinema salonlarının boşalmaya başladığı zamana kadar, nasıl konuştuğunuzu, nasıl kavga ettiğinizi, nasıl acı çekip acı verdiğinizi öğrendiğiniz (ya da öğrenmeye çabaladığınız), haftadan haftaya ziyaretlerin yapıldığı bir mekandı. Filmler nasıl çekici olabileceğinize dair tüyolar verirdi. Örneğin: yağmur yağmadığı zaman dahi, yağmurluk giymeniz, göze hoş görünmenizi sağlar. Fakat ait olmadığınız yaşamların içine kendinizi salıvermenizin engin deneyimi, evinize taşıdıklarınızın sadece bir kısmıydı. Diğer insanların yaşamlarında ve yüzlerinde kendinizi yitirme arzusu. Bu engin, daha çok, film deneyimi içinde arzunuzu açığa çıkarmayı da içerleyen bir durumdur. Hatta kendinize mal ettiğinizden de öte, perdede olan-bitenlerden nakledilenlere teslim olmanızın deneyimiydi. Film tarafından kaçırılmak isterdiniz, ve kaçırılma(k), görüntünün fiziksel varlığıyla duygulara yenik düşürülmekti. 'Film izleme'nin deneyimi de bunun bir parçasıydı. Sadece televizyonda izlediğiniz büyük bir film, gerçekten izlediğiniz o film değildir. Bu yalnız görüntü boyutlarıyla ilgili bir soru değildir: Salonda deneyimlediğinizin daha geniş bir görüntü olmasıyla, evinizde bulunan kutuda ki görüntünün küçük olması arasında ki farktır.

Evcimen uzamlarımız da dikkat kesilmemizin koşulları, kökten, filmlere yapılan saygısızlıktır. Şimdi, film artık standart bir ölçüye sahip değildir. Evde ki ekranlar, oturma odalarının ve yatak odalarının duvarları kadar büyük olabilir. Kaçırılmak için, sinema salonunda, karanlıkta, anonim yabancılar arasında ki yerinizi almalısınız. Yas tutmak, hiçbir şekilde, karartılmış salonun tarihe karışmış- erotik, derin duyarlılıklarını yeniden canlandırmayacak. Sinemanın saldırgan görüntülere indirgenmesi ve görüntülerin kontrolsüz manipülasyonu (hızlı ve daha hızlı kurgu) onları daha ilgi çekici bir hale getirmektedir; ürettikleri hafif, cisimleşmemiş sinema herhangi birinin tüm ilgisini talep etmez. Bugün, görüntüler herhangi bir ölçüde ve farklı yüzeylerde yer alabilirler: Sinema salonunun perdesinde, disko duvarlarında ve spor salonlarına asılı mega ekranlarda. Hareketli görüntülerin şeffaf aynılığı, sinemayı bir kez hem sanat hem de popüler eğlence olarak algılayan ortalama insanlara sinisice zarar verdi.

Özellikle ilk yıllar, bu iki biçim arasında bir fark bulunmamaktaydı. Ve sessiz çağın tüm filmleri: -D.W. Griffith, Dizigo Vertov, Pabst, Murnau, Feullida ve King Vidor'un başyapıtlarından, formüllerle örülü melodram ve komedilere kadar- takipçileriyle karşılaştırılacak derecede, yüksek sanatsal bir düzeyde yer almaktaydılar. Hollywood sisteminin film yapım metodu yaklaşık 25 yıl (1930'lardan 1955'lere kadar) film yapımına egemen oldu. Erich Von Strhoeim ve Orson Welles gibi oldukça orijinal yönetmenler sistem tarafından bozguna uğratıldılar ve er geç Avrupa'daki sanatsal sürgünlerine gönderildiler. Orada da daha çok veya az, benzer nitelikte, daha küçük bütçelerle film yapım koşullarıyla karşılaştılar; bu süreçte sadece Fransa'da bol miktarda iyi filmler üretildi. Sonra, 1950'ler ortasında, öncü idealler tekrar kavrandı, yakın savaş sonrası sürecin İtalyan yönetmenlerinin öncülüğünü yaptığı ustalık, yeni bir sinemanın kök salmaya başlamasını sağladı. Çok yüksek bir anlayışın kotardığı tutkulu, göz kamaştıran özgün filmler.

Sinemanın yüzyıllık tarihi, -filmlere gidildiği, filmler hakkında konuşulduğu, filmler hakkında konuşmanın üniversite öğrencileri ve genç insanlar arasında ilgiye değer olduğu- belirli zamanlardı. Sadece aktörlere değil, sinemanın kendisine de aşıktınız. Sinemaseverlik ilk olarak 1950'ler Fransa'sın da görülmeye başladı. Chaiers du Cinema adlı film dergisinin tartışmaları efsaneviydi. (Almanya, İngiltere, İsviçre ve Amerika'da da benzeri ateşli dergiler takipçisi oldu.) Yönetmenlerin retrospektiflerine ve geçmişten çeşitli filmlere, belirli bir ilginin gösterildiği klüpler ve sinematekler, adeta mabetler halinde, Amerika ve Avrupa boyunca yayılarak türemeye başladı. 1960'lar ve 1970 başlarında daima, tam gün boyunca sinemaseverlerin büyük ekrana olabilecek en yakın koltuğu kapmayı umdukları ateşli zamanlardı ve en ideal yer gürültülü üçüncü sıra oluyordu. Bertolucci'nin 'Before The Revolution' (1964) adlı bir filminde, bir karakterin deklare ettiği üzere: 'kimse Rosselini olmadan yaşayamaz', sinemanın böylesi anlamının olduğu yıllardı.

15 yıl boyunca, her ay yeni başyapıtlar ortaya çıkardı. Şimdi o dönem ne kadar uzak görünüyor. Kesin olan şu, endüstri sineması, sanat-üslup olarak sinema ve deneysel sinema arasında daima çelişkiler vardı. Fakat bu karşıtlık, zaman zaman hikaye- anlatım sinemasının içinde yer alan veya almayan böylesi olağanüstü filmlerin yapımını imkansız kılıyordu. Denklem, kararlı bir şekilde endüstri sinemasının lehine işledi. 1960 ve 1970'lerin büyük sineması, esaslı bir şekilde kabul görmeyerek, reddedildi. 1970'lerin Hollywood'u, yeni Avrupa Sineması'nın ve marjinal Bağımsız Amerikan Sineması'nın başarılı kurgu mantığını ve hikaye anlatım metotlarının sıradan yeniliklerini aşırarak sunuyordu. Sonradan 1980'lerde, yapım maliyetlerinde catastrophic yükselişin baş göstermesi, filmlerin yapım ve dağıtımının, dünya genelindeki endüstriyel standartlarının durumunu, kısıtlayıcı ve zorlayıcı koşullarla sağlamlaştırdı, bu zaman gerçekten global ölçekliydi. Yapım maliyetlerini aşmak şu anlama geliyordu, bir film vizyona girişinin ilk ayı içerisinde kesinlikle, çok para kazandırmak zorundaydı, eğer bir film hiç karlı olmadıysa- trend ancak küçük bütçeli film üzerinden engelleri aşanın lehine işliyordu, engelleri aşan filmlerin büyük çoğunluğu fiyaskoyla karşılaştığı ve daima ilgi çekici olmalarıyla, herkesin sürpriz olarak değerlendirdiği birkaç 'küçük' film olduğu halde. Filmlerin vizyonda teatral kalma süreleri gittikçe kısaldı. (aynı kitapevlerinde ki kitapların raf ömrü gibi); onca film doğrudan video piyasası için tasarlandı. Sinema salonları kapanmaya devam etti.- birçok kasaba birine bile sahip değildi.- Çünkü filmler ev-eğlencelerinin, başlıca alışkanlık biçiminin çeşitliliğinden biri oldu.

Bu ülkede, kalite adına beklentileri azaltma ve kar adına beklentileri şişirme, sanatsal duyarlılıkları olan Francis Ford Coppola ve Paul Schrader gibi Amerikalı yönetmenlerin en iyi seviyelerinde iş yapabilmelerini neredeyse imkansız hale getirdi. Yurtdışında(Amerika dışında), son on yıl içinde ki bazı büyük yönetmenlerin melankolik yazgısının sonucu görülebilir. Bugün her nerede Hans Jurgen Syberberg gibi 'serseri' var ise toplu halde film çekmeyi bıraktılar. Veya büyük Godard gibi, şimdi videoyla film tarihi hakkında filmler yapıyor? Diğerlerini siz düşünün. Casting'in finansının uluslararası ölçekte belirlenimi, muazzam kariyerinin son iki filminde Andrei Tarkovsky (trajik bir şekilde kısaltıldı) için oldukça feciydi. Ve Rus kapitalizminin ağır koşulları altında, Aleksandr Sokurov, yüce filmlerinin çekimine devam edebilmek için parayı nasıl bulacak.

Öngörülü olursak, sinema aşkı ölmek üzere. İnsanlar hala filmlere gitmeyi seviyor, ve bazı insanlar hala bir filmden gerekli, özel birtakım şeyler umabilmeye dikkat ediyor. Ve muhteşem filmler hala yapılmakta: Mike Leigh'nin 'Naked', Gianni Amelio'nun 'Lamerica', Fred Klemen'in 'Fate' filmi. Fakat, hiç olmazsa artık, gençler arasında zorlukla da görülse, basit olmayan ancak içinde esaslı tatları barındıran filmlere (sinemanın muhteşem geçmişini büyük bir istekle, mümkün olduğunca tekrar ve tekrar izlemeyi öğrettiler.), kendine özgü aşkı olanları fark edebilirsiniz. Sinemaseverlik kendini tehdit eder hale geldi, bazı şeyler tuhaf, demode, snop görüldüğü için. Sinemaseverlik, filmlerin eşsiz, tekrar edilemez, büyülü deneyimler olduğunu imler. Sinemaseverlik, Godard'ın 'Breathless' filminin Hollywood tarafından tekrar çevriminin, orijinali kadar iyi olamayacağını söyler bize. Sinemaseverliğin hiper-endüstriyel filmlerin çağı içerisinde hiçbir rolü yoktur. Çünkü sinemaseverlik, tutkularının seçmeci ve bir çok alanı kuşatmış olmasıyla, her şeyden önce şiirsel bir obje olarak film fikrini desteklemek suretiyle yardım edemez; ve film yapmak isteyen ressam ve yazarlar da olduğu gibi, sinema endüstrisinin dışında kalan bu fikirleri kışkırtarak da yardım edemez. Bu düşünce kesinlikle yenik düşmüştür.

Sinemaseverlik ölürse, ardından filmler de ölür... Ne kadar filmin; çok iyi örneklerinin dahi yapılmaya devam ediliyor olmasının önemi yoktur. Eğer sinema yeniden canlandırılabilirse, sinema aşkının yeni bir türünün doğuşu sayesinde olacaktır.

Sinemanın yüzyılı, bir yaşam devresinin biçimine sahip görünmektedir: kaçınılmaz doğum, şan ve şöhretlerin istikrarlı birikimi ve alçaklığın son on yıl içindeki saldırısı, dönüşü olmayan çöküş.  
İz BırakanlarTümü »

» Biraz Sakar Biraz Çirkin Fazlasıyla Komik Bir Fenomen: Kemal Sunal / Ahmet Aksoy
» Gerilime Bir Adım Daha Yakın Çekim: Brıan De Palma / Abdullah Ömer Yavuz
» Direnişçi Bir Makinistin Portresi / Zafer Işık
» Gerilime Bir Adım Daha Yakın Çekim: Brian De Palma / Abdullah Ömer Yavuz
» Sinema Literatürüne Spaghetti Western'i Kazandıran Adam: Sergio Leone / Ahmet Aksoy
Sine-sohbetTümü »

» Sadık Battal: "Bazı Yönetmenleri Akıl Hastanesine Kapatmalı" / Röportaj: Nuriye Akman
» Meslek Olarak Sinema-Kurgu - Kemalettin Osmanlı ile Röportaj
» "Delisin Dediler, Asıl Film Çekmesem Delirirdim..."
» Özhan Eren: "Komplekslerimizden Sıyrılabildiğimizde İyi Filmler Yapabiliriz"
» Abdullah Sidran: "Hayata Umutla Bakmak Zorlaşıyor"
DVD RafıTümü »

» Elizabeth Altın Çağ
» Kirazın Tadı
» Yumurta
» Bir Rüya İçin Ağıt
» Otomatik Portakal

Yorum yazabilmeniz için üye olmanız gerekiyor. Üye olmak için tıklayın.

(Üye iseniz sayfanın en üstünde sağ tarafta yer alan kısımdan giriş yapmalısınız.)


Henüz yorum yapılmamış.

Üye Girişi
Kullanıcı adı
Şifre
Beni hatırla
Şifremi unuttum!
Ücretsiz Üye Olun!
Son 10 Yorum
toplantı (10.12.2013 - 17:25)
tek söğüt (26.02.2013 - 01:08)
yok var, var var (26.02.2013 - 01:06)
Hoş bir yazı (17.08.2012 - 00:19)
beklerken (27.05.2012 - 21:07)
bir yorum (21.12.2011 - 20:20)
bir yorum (21.12.2011 - 20:13)
işte tam da böyle (18.11.2011 - 20:37)
Gitmek (18.11.2011 - 19:53)
ELİF LAM RA (28.10.2011 - 00:02)
Yorum için üye olun!