İletişim Yayınları Editörü Ali Artun: "Sanat hayata tekrar kök salmalı"
Röp: Barış Yıldırım
04.07.2008 - 13:16
Walter Benjamin'den Jacques Ranciere'e pek çok yazarın sanat ve siyaset arasındaki ilişkiyi ele aldığı yazıların derlemesinden oluşan "Sanat/ Siyaset"i, kitabın çıktığı sanathayat dizisinin editörü Ali Artun ile konuştuk.
İletişim Yayınları'nın 'sanathayat' dizisi beş yıldır, sanat üzerine eleştirel düşüncenin klasiklerinin yanı sıra, çağdaş düşünürlerden derlemeler yayımlıyor: Baudelaire'in "Modern Hayatın Ressamı"ndan, Adorno'nun "Kültür Endüstrisi, Kültür Yönetimi" adlı çalışmasına dek pek çok değerli kitabı Türkçeye kazandıran bu dizinin editörü Ali Artun, geçtiğimiz günlerde, Walter Benjamin'den Hal Foster ve Jacques Ranciere'e pek çok yazarın sanat ve siyaset arasındaki ilişkiyi ele aldığı yazıların derlemesinden oluşan bir kitap daha, Artun'un editörlüğüyle aynı diziden yayımlandı: "Sanat/ Siyaset." Dizinin editörü Ali Artun'la, "Sanat/ Siyaset" kitabından hareketle, sanatın Türkiye ve dünyadaki panoraması üzerine söyleştik.
Editörü olduğunuz 'sanathayat' dizisinin, içinden geçtiğimiz dönemde sanatın metalaşmasına karşı bir direniş kaygısı güttüğü söylenebilir mi? Ekonomide mübadele başladığı zamanlardan beri sanat da alınıp satılıyor. Örneğin savaşlarda Yunan tapınaklarından yağmalanan eserlerin piyasaya sürülmesi, antik Roma'da önemli bir sanat pazarının oluşmasına yol açar. Ancak zamanımızdaki durum oldukça farklı. Artık herkes bir 'çağ dönüşümü' yaşadığımızın farkında. Modern Çağ'ı tanımlayan kurumlar, kavramlar, normlar ve bu arada 'sanat', 'sanat tari- hi', 'estetik' giderek aşınıyor; aşındırılıyor. Terry Eagleton, içinde bulunduğumuz çağı, Tanrı Çağı ve ardından gelen Akıl Çağı'nı (Modern Çağ'ı) takip eden bir Kültür Çağı olarak tanımlıyor. Buradaki 'kültür' kavramı son derece kapsamlı; bütün anlamlandırma ilişkilerini, gösterge sistemlerini kapsıyor. Kültür, sonunda iktidar ilişkilerindeki başat alan haline geliyor. Siyaset, hatta ekonomi, büyük ölçüde kültür dolayımıyla işliyor. Zamanımızın tüketim toplumu bir kültürel hegemonyayı öngörüyor. O nedenle, iletişim tasarımı, halkla ilişkiler, pazarlama, gösteri ve medya teknolojileri, kültürel işletme, yönetim ve tasarım disiplinleri olmadan, tüketim ekonomisinin egemen olması imkansız. Sanat da, hayati bir anlamlandırma, iletişim, öznellik, kimlik kurma ortamı olarak bu çağdaş 'teknolojilere' aracılık etmeye zorlanıyor. İktidarın bölgesi kültür olunca, ona muhalif kültürel eleştiri, direniş girişimleri de oluşuyor elbette. İşte 'sanathayat' dizisi de, kültürel eleştiri yazınının kimi temel metinlerini derleme düşüncesiyle başladı. Doğu'suyla, Batı'sıyla her kültürde süregelen ve moderniteyi, sanatsal modernizmi ve avangardı durmadan yeniden keşfeden, inceleyen, tartışan eleştiri hareketine eklemlenen bir dizi...
"Sanat/ Siyaset" derlemesindeki seçimleri neye göre yaptınız? Benjamin'in Türkiye'de bilinen metinleri yanında daha çağdaş kalemlere de yer vermişsiniz. 1985'te Ünsal Oskay'ın mükemmel çevirisiyle "Estetik ve Politika" adlı önemli bir derleme yayımlanmıştı. Ancak bu derleme, Alman Marksistlerinin Lukacs'ın düşünceleri çevresindeki tartışmalarına odaklanmıştı. "Sanat/ Siyaset " ise daha geniş konuları ve zamanları kapsıyor. Bu derleme için kaleme alınan sunuş yazısı da sanatın ulusallaştığı modern zamanlardan günümüzün 'kültüralizm'ine kadar sanat-siyaset anlayışının dönüşümünü irdeliyor. Yazarı Lev Kreft, Ljubliana Üniversitesi'nde estetik ve spor felsefesi profesörü. Kitabın ilk bölümü olan "Estetiğin Siyaseti", sanatın hayatı özgürleştirebilme umudunu taşıyan yazıları kapsıyor. İkinci bölüm olan "Siyasetin Estetiği"nde ise hayatın sanatı teslim almasını, güncelleştirmesini, popülerleştirmesini, gösterileştirmesini inceleyen yazılar var. Yani Benjamin'in tabiriyle, "Siyasetin estetikleştirilmesi" ile topluma otoriter bir form, bir stil verilmesiyle ilgili örneklerin ele alındığı yazılar.
Şu anda Türkiye'de de hayatın estetize edilmesinden söz edilebilir mi? Hayatın estetize edilmesi ifadesi, Baudrillard'a ait: Baudrillard, modern düşüncenin bir dalı ve güzelliğin anlamını arayan bir düşünce olarak estetiğin tükendiğini öne sürüyordu ve bunu da bütün hayatın estetize olmasıyla açıklıyordu. Gerçekten estetik de artık büyük ölçüde tüketim kültürü tarafından kodlanıyor ve kimliklerimize, bedenimize varana kadar her şeyi, hatta savaşları, katliamları estetize ediyor. Birçok modernleşme deneyiminde olduğu gibi Türkiye'de de sanat büyük ölçüde devletin himayesindeydi. 12 Eylül darbesiyle yürürlüğe giren neo-liberal politikalar uyarınca kültür özelleştirildikçe, sanat da bu kez devlet himayesinden şirket himayesine devrolmaya başladı. Yani bizde kamunun kendi kültürünü, sanatını örgütlediği girişimler kısır kaldı. Oysa, örneğin İngiltere'de 18. ve 19. yüzyıllarda gerçekleşen büyük müze hamlesi, British Museum dahil, tamamıyla kamunun inisiyatifi ve birikimiyle gerçekleşti. İşte bu kamusal gelenek şimdi müzelerin ö- zelleştirilmesine direnç gösteriyor. Her Britanya yurttaşı müzelerini kendi malı olarak görüyor, kullanıyor, denetliyor. Şirketler kültürde etkili olduğu ölçüde, kültürün örgütlenmesi de şirketleşiyor. Şirketlerin işletme, sevk ve idare, 'kurumsal yönetim' model- lerini benimsiyor. Ve bir de bakıyoruz, üniversitelerde yeni sanat veya sanat tarihi bölümü açılmazken, derme çatma müfredatlarla çok sayıda sanat ve kültür yönetimi bölümleri açılıyor. Çok yakında sanatçıdan çok, sanatçıları 'işletecek' sanat yöneticileri olacak.
Şirketler için mesele kârlılık mı, prestij mi? Bu öncelikle yaşadığımız çağ dönüşümünde sanatı yeniden anlamlandırma, aslında tüm hayatı yeniden anlamlandırma ve böylece ona hükmetme taarruzu. Özelleştirmenin, her alanda olduğu gibi, sanat ve kültür alanında da, özünde bir mülkiyet değil bir hükümranlık devri olduğunu hatırlamalıyız. Bir yandan 'sanat bankacılığı'nın gelişmesiyle sanat, finans ortamına emiliyor. Sanat eserlerinin dolaşıma girmesinin tehlikeleri konusunda iki yüzyıl önce bizi ilk uyaran Quatremere'in korktuğu gibi, sanat senet oluyor. UBS, Deutschebank gibi dev finans kuruluşları, bienalleri, fuarları, hatta galerileri himayeleri altına alarak sanatı borsaya taşıyorlar. Yakında belki de, bir şirketin hisse senedi misali, Guernica' nın belirli bir hissesini alıp satmanız söz konusu olabilecek.
Peki muhalif bir sanatsal yaklaşım nasıl üretilebilir bu durumda? Günümüzde bir kısım sanatı zaten hegemonya karşıtı arayışlar şekillendiriyor. Bu arayışların dinamiği, zamanında modernizm dönemini de belirleyen, sanatın kendi varoluşunu sorgulaması, kendi kendisini eleştirmesi. Ancak şimdilerde 1848 ve 1968 gibi iki devrimle sembolleştirilen modernizm dönemindeki kadar köklü bir başkaldırı izlemiyoruz. Üstelik estetik modernizm, hem çağındaki egemen modernlik kavrayışına (rasyonalizme) hem de klasisist geleneğe isyan ediyordu. Modernizmi 'esnekleştiren', göreceleştiren, 'her yolun geçerli olduğu' postmodernizm ise, modernist direniş üslubunu ne kadar kendine mal etmeye çabalarsa çabalasın, bir gösteri kültürü esteti- ğidir, sanatın özerkliğini yitirdiği bir teslimiyet estetiğidir. Şimdi sanatın devlet himayesine de, şirket himayesine de diren- mesi zamanıdır. Hayata kök salmanın, kendi siyasetini inşa ederek başına buyruk olmanın, hayalgücünü pazara ezdirmemenin yollarını yaratmalıdır.
Türkiye'de, Avrupa'nın 1848- 1968 evresine benzer bir estetik modernizm ne zamana denk düşer? Bence Türkiye'de bu, II. Dünya Savaşı ertesinde belirdi. Yerel modernizmlerin tarihlendirilmesinde sanatın özerklik durumunun esas olduğunu düşünüyorum. 'Özerklik', tartışılması bu söyleşinin sınırlarını fazlasıyla aşan kritik bir kavram. Türkiye'de sanat ancak bu dönemde resmi kültür polikalarıyla arasına mesafe koyarak, ulusal davalardan kendi davalarına doğru bir kopuş yaşamaya başladı. Sanatçılarımız, yüz yıldan fazla bir zamandır olduğu gibi devletin iradesiyle değil de, kendi iradesiyle Paris'e gitti ve Paris Ekolü'nün kozmopolit atmosferinde kendi estetiklerini keşfetti. Örneğin, Hakkı Anlı, Mübin Orhon, Nejat Devrim, Tiraje, Yüksel Arslan, Selim Turan. Onlar, Parizyen formların uyarlan- masına yönelik estetik modernliğin misyonerleri değil, özerkliğe dayalı bir estetik modernizmin temsilcileriydi. Bu sayede bir özerklik hareketi başlattılar ve arkası geldi. Galeri Nev de sergi politikasında olabildiğince bu hareketi temsil etmeye çaba gösterdi...
ALİ ARTUN KİMDİR? 1972'de ODTÜ Mimarlık Bölümü'nden mezun olan, ardından Mimarlar Odası için mimar ve mühendislerin toplumsal konumu üzerine bir araştırma yürüten Artun, 1984'te açılan Galeri Nev'in kurucuları arasında yer aldı. Yüzü aşkın Galeri Nev yayınının editörlüğünü de yapan Artun, galerinin sergilerinin yanında Ankara'da "Cobra" ve "1950-2000", Kopenhag'da "Ben Bir Başkası" ve İstanbul'da "Mübin Orhon - Sainsbury Koleksiyonu" sergilerini hazırladı. Ali Artun halen Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Müze ve Modernlik dersi veriyor.
"Sanat/Siyaset" Editör: Ali Artun, İletişim Yayınları, 315 sayfa.
(Milliyet)
Walter Benjamin'den Jacques Ranciere'e pek çok yazarın sanat ve siyaset arasındaki ilişkiyi ele aldığı yazıların derlemesinden oluşan "Sanat/ Siyaset"i, kitabın çıktığı sanathayat dizisinin editörü Ali Artun...