· AMERİKAN BÜYÜKELÇİSİ CHARLES H. SHERRILL'İN RAPORU - ATATÜRK'ÜN DİNE BAKIŞI / RIFAT N. BALİ
Atatürk'ün özel yaşamı ve İslam dinine bakışı hep spekülasyonlara konu olmuştur. Atatürk'ün hilafeti lağvetmesi ve laik bir cumhuriyet kurması nedeniyle radikal kesimler onu dinsiz, Allah'a ve Kuran'a inanmayan, din düşmanı bir lider olarak resmetmeye gayret sarf etmişlerdir. Yrd. Doç. Dr. İsmet Görgülü, Atatürk'ün özel yaşamı ve İslam dinine bakışı alanlarında popülerlik kazanmış rivayet ve söylentileri çürüten araştırmasında getirdiği kanıtlarla, Atatürk'ün Tanrı'ya inanan, İslam dinine ve Kuran'a saygılı bir lider olduğunu ispatlamaktadır.[1] Bu makalede. İsmet Görgülü'nün eserinde yer almayan önemli ve ilginç bir belge tanıtılacaktır. Söz konusu belge, dönemin Amerikan Büyükelçisi General Charles H. Sherill'in, biyografisini yazmakta olduğu Atatürk'le yaptığı, ancak kitabında yer vermediği, Atatürk'ün dine bakışını kendi ağzından izah ettiği bir mülakattır.
GENERAL CHARLES H. SHERRILL KİMDİR?
Diplomat, hukukçu ve tarihçi olan General Charles H. Sherrill (1867-1936), 1909-1911 yılları arasında ABD'nin Arjantin ortaelçisiydi. 1. Dünya Savaşı sırasında New York Eyaleti'nde silah altına almadan sorumlu tuğgeneral ve emirleri orduya tebliğ eden general olarak görev yaptı. 17 Mart 1932 tarihinde, ABD'nin tam yetkili fevkalade elçisi olarak Ankara'ya atandı. 20 Mayıs 1932 tarihinde itimatnamesini sundu. Görev süresi 23 Mart 1933 tarihinde sona erdi. Sıhhi nedenlerden ötürü teklif edilen Japonya büyükelçiliğini reddetti ve dışişlerinden ayrıldı. Stained Glass Tours in England (1909), Pan-Americanism of Henry Clay (1909), South American Point of View (1914), French Memories of 18th Century America (1915), Modernizing the Monroe Doctrine (1919), Korea and Shantung Venüs the White Perit (1920), Have We A Far Caitern Policy (1920), Prime Ministers and Presidents (1922), Purple or the Red (1924), Stained Glass Tours in Spain and Flanders (1924), Bismarck and Mussolini (1931), Mosaics in İtaly. Palestine. Syria. Turkey and Greece (1933), A Year's Embassy to Mustafa Kemal (1934), My Story Book (1937) kitaplarının yazarıdır.[2]
Sherill'm A year'i £mbaay to Mıiifafa Kemal başlıklı kitabı, Ankara'da bulunduğu görev süresi boyunca Atatürk ile yaptığı görüşmelere ve gözlemlerine dayanarak hazırladığı bir eserdir. Eser, üç kez ve farklı zamanlarda Türkçeye çevrilmiştir.[3]
SHERRILL'İN A YEARS EMBASSY TO MUSTAFA KEMAL (GAZİ MUSTAFA KEMAL HZ. NEZDİNDE BİR YIL ELÇİLİK) KİTABI
Sherill'in kitabı Kurtuluş Savaşı'nı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve devrim kanunlarını anlatan klasik bir yapıya sahip. Kitabı ilginç kılan kısım ise, Atatürk'ün dine bakışını içeren bölüm. Kitabının bu bölümünde Sherrill. Atatürk ile Cumhurbaşkanlığı Köşkünde yaptığı uzun bir mülakata yer vermiş, ancak Atatürk'ün sözlerinin bir kısmını kitaba almamış. Bunu da, "Din konusundaki şahsi görüşleri hususunda söylediklerinin tamamına burada yer vermek hiç doğru olmaz," satırlarıyla dile getirmiş.4 Ancak Sherrill bir diplomat ve tarihçinin, tarih önünde sorumlu olduğunu unutmamış ve kitabının yazım safhasında Atatürk ile yaptığı ve kitabına sadece bir bölümünü aldığı görüşmeyi Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği raporda ayrıntılı bir şekilde yer vererek tarihe mal etmiş. Kitabında belirtmekten imtina ettiği bilgilerin yer aldığı bu görüşme raporu, Atatürk hakkında yazılan biyografilerde de yer almayan ilk elden bilgileri ihtiva etmekte.[5]
A Year's Embassy to Mustafa Kemal, Charles Scribner's Sons, New York, Londra, 1934, s. 199-203.
(Bursa hâdisesinden kısa bir süre sonra) biyografinin diğer bölümleri için Gazi ile bu kez Ankara'da üç saat süren bir mülakatım oldu. Kısa müddet önce meydana gelen Bursa hâdisesi din mevzuunu epey gündeme getirdi.
Mustafa Kemal'in bu mevzuda serbestçe ve uzun süre konuşması gayet tabii beni şaşırttı. Bana şahsi görüşlerini bildirdi ve bugünün Türk halkının din hakkında ne düşündüğü hususundaki kanaatini söyledi. Birçok münakaşadan sonra mutabık olmadığımıza dair mutabakat sağladığımız tek husus Türk halkının din hakkında ne düşündüğü hususuydu, zira ben O'ndan farklı olarak Türklerin çok daha dindar olduklarına inanıyorum. Bu kanaatimin baş sebebi bu bölümün sonundaki Ayasofya Camii'deki meşhur Kadir Gecesi ile ilgili yaptığım tasvirde belli olacaktır.
Din konusundaki şahsi görüşleri hususunda söylediklerinin tamamına burada yer vermek tabiî ki hiç doğru olmaz. Ancak O'nun agnostik ve din karşıtı olduğuna dair söylenen çok fazla saçma hikâyeden dolayı Tanrı'ya, insanlığın bir Tanrı'ya ihtiyacı olduğuna, insanlığın Tanrı'ya yakarma ihtiyacına, O'na seslenmeye hakkı olduğuna inandığını burada söylemem elzem. Ancak bu seslenme belli zamanlarda ibadet etmeye çağıran dualar şeklinde demek değildir.
Yeri geldiği için sadece görüşüme ilgi göstermediğini, neden dindar bir Hıristiyan olduğumu ve biz Amerikalılar dinden ne elde ettiğimizi düşündüğümüzü öğrenmek için de sualler sorduğunu belirtmek lazım. (...) Mustafa Kemal her şeyle ilgilenen bir şahsiyet. Mutabık olmadığınız zaman görüşlerinizi sadece dinlemek değil aynı zamanda anlamak istiyor. Şimdi birçok açıdan modernleşmiş olan bugünkü Türk halkının neden halen derin dini duygulara sahip bir halk olduğuna inandığımın sebeplerine geleceğim. Türkiye'de bulunduğum süre zarfında İslâm dinini incelemek için epey zaman harcadım. Bunu da erkek kadın ve değişik yaş gruplarına ait Kemalist dost ve tanıdıklarla yaptım. Hepsi de başka bir dine mensup olmama rağmen dinlerine olan yaklaşımımın (İslâm'a) sempati duyan bir yaklaşım olduğunu anlamıştı. Muhtemelen bunun bir neticesi olarak uzun zamandan beri İstanbul Müzesi Müdürü olan Halil Bey eşim ve beni Ayasofya Camii nde Kadir Gecesini izlemek için davet etti. Ayin boyunca o, eşi ve Evkaf Müdürü bizlerle birlikte oldu ve birçok sualime çok ilginç cevaplar verdi. (...) Ramazan ayının 27 inci gününün akşamındayız. Dünyanın her yerindeki Müslümanlar, gün doğuşundan gün batımına kadar hepimizin ibadet ettiği tek Tanrı'ya inanan Müslüman müminlerin dualarının (Tanrı katında) duyulacağı ve kabul edileceği hususunda eğitilmişler. Bu nedenle İslâm (dini) bu geceyi Kadir Gecesi olarak çağırmakta. Alaycı mizaca sahip bazı insanların iddia ettikleri gibi kişinin dine verdiği kadarını elde ettiği doğruysa şayet o zaman onbinin üstündeki müminler her biri ve tamamı Kainatın Yaratıcısı'na sunmakta oldukları bu dua saatinden çok şey kazanacaklardır!
Hıristiyan inançları açısından değerlendirirsek İslâm dini Türkiye'de engelsiz veya ruhani müdahale olmaksızın -saf protestancılık- en yüksek noktasında bulunuyor. Şahsi inanç burada en yüksek gücüne yükselmekte. Bu satırların yazarı gördüğü Hıristiyan toplulukların hiçbirinden 23 Ocak 1933 akşamı Ayasofya'da izlediği ibadet kadar etkilenmediğine ve şahit olduğu ibadetin samimiyetine ikna olduğuna şahitlik yapabilir. Bu kalabalığı cezbedecek ne musiki, ne de kesif belagat sahibi bir hatip vardı. Her çeşit Türk oradaydı. Galerilerin altındaki geniş avluları kadınlar dolduruyordu, büyük merkezî alanda sıra sıra (yaklaşık yüz sıra) erkekler vardı. Her sırada omuz omuza yaklaşık seksen erkek. Her biri eğilip kalkan, konuşulanlardan bihaber, eğilen, secde eden, ve her biri büyük Tanrı'nın Güç Evi ile şahsi temasını kurmaya niyetli. Burası Türk halkının ruhunu hissetmesi için uygun yer ve andı. Kişi Türk ırkının ne olduğunu gerçekten anlamak, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran ve ilk Cumhurreisi olan Mustafa Kemal gibi bir önderin doğduğu ulusu anlamak için basit, dindar Türk'ü bu fırsatlarda görmesi lazım.
Evet Türk halkı biz Amerikalılar kadar dindarlar, belki de daha fazla dindarlar.
Bursa'da Türkçe Ezan Karşıtı Gösteriler
Bursa'da 1 Şubat günü öğleden sonra Evkaf Müdürlüğü önünde toplanan yaklaşık yüz kişilik bir grup Türkçe ezan aleyhinde gösteri yaptı. Olayı 4 Şubat'ta Afyon'da haber alan Gazi Mustafa Kemal gezi programını iptal ederek Bilecik üzerinden 5 Şubat'ta Bursa'ya vardı.
İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) ve Adalet Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşek) beyler de Bursa'ya gelerek incelemelerde bulundular. Mustafa Kemal, Bursa'dan ayrılmadan önce Anadolu Ajansı'na şu açıklamayı yaptı: "Bursa'ya geldim. Olay hakkında ilgililerden bilgi aldım. Olay aslında önemi haiz değildir. Herhalde cahil mürteciler Cumhuriyet adliyesinin pençesinden kurtulamayacaklardır. Olaya bilhassa dikkatimizi çevirmemizin sebebi, dini, siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeğe asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kati olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin milli dili ve milli benliği bütün hayatına hâkim ve esas kalacaktır."
Kazanlı Tatar İbrahim'in başı çektiği olay, Bursa Ulucami müezzininin vazifesi başına gelmemesi üzerine Halil adında birinin ezanı Türkçe yerine Arapça okuması ve sivil polis memuru Hamdi Efendi'nin müdahalesi sonucu çıktı. Tatar İbrahim'in kışkırtmasıyla cami cemaatinden bir grup, "Dinini seven bizimle gelsin" diyerek Evkaf Müdürlüğü'ne doğru yürüyüşe geçtiler.
Vilayet Konağı önüne gelen kalabalık, zabıta kuvvetleri tarafından dağıtıldı ve tahrikçiler yakalanarak soruşturmaya başlandı. 23 kişinin yakalandığı olaydan sonra Bursa Ulucami hatibi Hafız Tevfik Efendi de İstanbul'da tutuklanarak Bursa'ya gönderildi. Ankara'ya dönen Adalet ve İçişleri bakanları, Bursa'daki incelemelerini ve aldıkları tedbirleri Bakanlar Kurulu'na bildirdiler.
13-14 Şubat tarihlerinde soruşturma sona erdi. Aralarında Bursa müftüsü Nureddin Efendi, Ulucami hatibi Hafız Tevfik Efendi ve fabrikatör Gaffarzade Mehmet Efendi'nin de bulunduğu 24 sanık 15 Şubat'ta Bursa Ağır Ceza Mahkemesi'ne sevk edildi. Daha sonra tutuklu sanıkların Çorum'a nakledilmesi emri geldi. Bursa olayı davası Çorum'da görüldü ve 1 Mayıs'ta karar açıklandı. Buna göre, 4 kişi beraat ederken, 5 kişi ikişer yıl ağır hapis, 7 kişi birer yıl ağır hapis, 7 kişi de 5 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. Bursa Ulucami hatibi Hafız Tevfik iki buçuk yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Bursa müftüsü Nureddin ve kâtibi Kamil efendiler, yine Çorum'da görülen davada 12 Haziran'da beraat ettiler. Bursa olayınının ardından İzmir ve Salihli'de de Türkçe ezan okumamakta direnen dört imam ve müezzin tutuklanarak mahkemeye sevk edildi.[6]
Atatürk'ün yetiştiği Şemsi Efendi İlkokulu ile ilgili olarak Galip Pasinler'in 1874 yılına ilişkin gözlemleri
Henüz altı yaşlarında idim. Selanik'te benden büyük kardeşimle ünlü Kerim Hafız okuluna devam ediyorduk. Kerim Hafız genç hocalardan idi. Ama okutma yolu eski biçimdi. "Elif küsün enni. be küsün benni". Ve yerlerde oturuyorduk. Hocanın başı ucunda falaka, ders odasının yanında geldi-gitti tahtası. Çocuklar hep birden okuyorlar. Bir gürültüdür gidiyor.
Bir gün sabahleyin, okula gitmek üzere hazırlandığım vakit, babam bizi yeni açılmış başka bir okula göndereceğini söylemiş, hizmetçimizi katarak bu yeni okula göndermişlerdi. Bu yeni okulun sokak kapısından girince bir avlusu vardı, sol tarafta dört beş basamakla bir sahanlığa çıkıyor, oradan geçilerek sınıfa giriliyordu. Küçük avluda 20-30 kadar çocuk oynuyorlar. Ortalarında dolaşan bir genç bizi görünce dikkatini bize çevirdi. Hizmetçimizin elindeki babamızın mektubunu alarak okudu. Bu genç, hocamız Şemsettin Efendi idi. Biraz oyun oynadık. Çocuklarla birbirimizi tanımaya başladık. Sınıf kapısından girince karşıda burcu burcu kokan çam tahtalarından yapılmış sıralar iki tarafa dizilmiş, ortada bir gezinti bırakılmış; kapının solunda Şemsi Efendi duruyor. Arkasından iki ayak merdivenle çıkılır güzel bir kürsü ve duvara dayanmış bir siyah tahta, silgi ve tebeşir var. Yüksek sıralarda oturuyoruz. Önümüzde dolaplı rahleler. Ne güzel!
O gün okulun ilk açılış günü. Hocamız bizi oturduğu kürsüden şöyle bir inceledi. Şimdiye kadar okula gidenleri gitmeyenleri ayırdı. İki bölüm yaptı, hepimize alfabeyi (a. b, c, ba. bi, bu.) usulünde öğretmeye başladı. Kendisi kara tahtaya yazıyor ve bize de yazdırıyordu. Saatte bir tatil yapar, avluda kendi nezareti altında bize oyun oynatır, jimnastik yaptırır, aynı zamanda ders odasının kapı ve pencerelerini açarak bozuk havayı değiştirirdi. Oyun arasında birbirimizle kavga etmememize, fena sözler söylemememize özellikle dikkat ederdi.
Bir iki ay sonra bir gün sokakta bir kalabalık peyda oldu. Fena sözler, küfürler söyleniyor, sofa kapısı kırılıyor ve içeriye hücum ediliyordu. Hocamız bu hali görünce, zaten kulağı kirişte imiş, hemen yerinden fırladı. Komşunun bahçesine açılan bir pencereden atlayarak kaçtı. Kalabalık, serseri takımından kurulmuş, kırk elli kadar haşarılardı. Sınıfa girdiler ve bizi küfürlerle dışarı attıktan sonra, canım sıraları, hocanın kürsüsünü bir harabeye çevirdiler. Biz de evlerimize kaçtık. Sebep? Şemsi Efendi çocuklara gâvur usulünde ders okutuyor, oyun oynatıyor, jimnastik yaptırıyormuş. Zaten o güne kadar öğrencinin adedi günden güne azalmaktaydı. Biz zabit ve memur çocukları olarak yirmi kişi kadar kalmıştık. Aradan birkaç gün geçti. Hizmetçimiz bizi Şemsi Efendi'nin açtığı yeni okula götürdü. Bu okul hocanın kendi evinin altında büyükçe bir oda idi. Hocamız çalışıyor ve çalıştırıyordu. Metanetine, gayretine, öğretmenlik aşkına zerre kadar halel gelmemişti. Aksine şevki artmıştı. Derken bir gün aynı şekilde burası da hücuma uğradı. Tehditler ve küfürler arasında çocukları sokağa çıkardılar. Şemsi Efendi Hocamız saklanmış, tehlikeden kurtulmuştu. Gene sıraları, kara tahtayı, o gâvurluk alameti olan kapkara tahtayı parçaladılar. Eve bir şey yapmadılar. Çok yıl sonra hocanın kendi ağzından dinlediğime göre, kendisini sokakta yakalamışlar, dövmüşler, tahkir etmişler; bıçaklarla hayatını tehdit etmişler. Şemsi Efendi ya Selânik'i terk etmeli yahut okuldan ve hocalığından vazgeçmeli imiş. Şemsi Efendi bunlara da önem vermemiş, üçüncü bir tedbir düşünmüştü. Akşamdan sonra evlerimize gelmeğe bizlere ders vermeğe başladı. Son kalan yirmi kadar öğrencisini böylece her gece ziyaret eder, beş on dakika ders verir veya kontrol eder giderdi.
Bir gün Şemsi Efendi benim de içinde olduğum 5-6 öğrencisini yanına aldı, Rüştiye Okulu'na götürdü. Orada bizi rüştiye öğrencileri ile sınava soktular. Bize gazete okuttular. Rüştiyeliler bizim kadar iyi okuyamadılar. Bize biraz hesap, rakam ve yazı yazdırdılar. Onlar bizim kadar yapmadılar. Duvarda bir harita asılı idi. Onlar bizim kadar bu haritayı da okuyamadılar. Velhasıl biz onlardan üstün çıktık... Şemsi Efendi böylece hizmet ve gayretinin, yüksek azim ve kahramanlığının derecesini ispat etmek suretiyle, halkın sevgi ve güvenini kazanmıştı. Bundan sonra hükümetin de koruması ile Şemsi Efendi okulu yeniden açıldı."[7]
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ BÜYÜKELÇİLİĞİ Sayı: 423 Ankara, 17 Mart 1933. Konu: Türkiye'de din MÜNHASIRAN MAHREM Saygıdeğer Hariciye Vekili Washington
Beyefendi,
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ile dün öğleden sonraki üç saatlik mülakatım zarfında, hakkında yazmakta olduğum biyografinin sekiz bölümünü birlikte gözden geçirdiğimiz ve tartıştığımız sırada Türkiye'de din meselesi bahis edildi. İncelememde Türkiye Cumhuriyeti'nde İslâm dininin gelişimi konusuna oldukça yer verdiğime dikkatini çektim, biyografim için -yayınlanmak veya yayınlamamak kaydıyla- bana söylemek istediği kadarıyla sınırlı olmak üzere bu mevzudaki görüşünü bilmek istediğimi belirttim. Sözlerinin hangi kısmının efkârı umumiye(nin) (bilgisi) için olduğunu, hangi kısmının olmadığını belirterek mevzu hakkında teferruatlı bir şekilde konuştu.
Galiba, altı veya yedi yaşındayken annesi onu bir sıbyan mektebine göndermek istiyordu. Burada öğretmen sadece okuma, yazma ve aritmetik dersleri vermeyecek. Kur'an dersleri de verecekti. Bu, uzun Arapça bölümleri ezberlemek demekti. Diğer yandan babası oğlanın din eğitiminin verilmediği laik bir mektebe gitmesini istiyordu. Her ne kadar sonunda babanın sözü kabul edildiyse de annesi oğlanı Selanik'te geçerli olan geleneksel tören eşliğinde sıbyan okuluna gönderdi. Ertesi gün babası oğlanı okuldan aldı ve tedrisatını devam ettireceği laik okula koydu. Bu duruma çok üzülen annesi epey ağladı ve oğlanın teklif etmesi üzerine sıbyan okulundaki din hocası eve gelip O'na annesinin arzu ettiği Kur'an eğitimini verdi. Bu sadece bir ay sürmesine rağmen anneyi tatmin etti. Bu, ömrü boyunca alacağı tek din eğitimiydi.
Agnostik olduğuna dair genellikle kabul görmüş inancı kesinlikle reddediyor ancak dininin sadece Kainat'ın Mucidi ve Hâkimi tek Tanrı'ya inanmak olduğunu söylüyor. Ayrıca beşeriyetin böyle bir Tanrı'ya inanmaya ihtiyacı olduğuna inanıyor. Buna ilaveten dualarla bu Tann'ya seslenmenin beşeriyet için iyi olduğunu belirtti. Burada duruyor. Daha sonra teferruatlı bir şekilde neden o kadar inançlı bir Protestan Hıristiyan olduğumu sordu. Ben de ona, bu raporda yeri olmayan, sebeplerimi söyledim. Sadece bir genel mütalaa söyleyebilirim. Suallerinde tamamiyle samimiydi bu da din konusunda yeterince zihin yorduğunu göstermekte. Daha sonra, on yıl önce inşa ettiği yeni Cumhuriyetin Reisicumhuru olarak iktidara geldiği zaman İslâm dininin durumu hakkında bilgi vermeye başladı. Şeyh-ül İslâm'ı, medreseleri, Mahkeme-i Şer'iyyeleri ve bu mahkemelere riyaset eden kadılar, hocalar ve muhtelif Dervişler dahil olmak üzere bütün ruhban sınıfını lağvetmeyi gerekli bulduğunu söyledi. Osmanlı İmparatorluğu altında geçerli olan bu ruhban yapıdan geriye kalan, müezzin olarak minarelerden halkı ibadete çağıran ve camilerde namaz kıldıran imamlardı.
Ona az evvel tasvir ettiği bu yapıyı tamamiyle yok ettikten sonra Türk gençliği için, şayet kaldıysa, ne tür dinî tedrisat kaldığını sordum. Kifayetsiz medrese sistemini bütün ülkeye yayılmış ilk ve orta öğretim sistemi ile ikame ettiğini ve bu sistemin (talebeyi) Üniversite'ye kadar götürdüğünü belirtti. İlk ve orta okullarda Kuran'ın öğrettiği Hz. Muhammed'in hayat hikâyesi ve daha ahlâklı yaşama konusundaki hikmetli düstûrlarla dinî tedrisat verildiğini, bu dinî tedrisata Yeni ve Eski Ahit'te tasvir edilen diğer büyük dinleri ve Budist dinî kitapları da dahil ettirdiğini söyledi.
Daha sonra O ve ben bu modern Türk dinî tedrisatı ile Birleşik Amerika'da ortalama Pazar okulunda verilen dinî tedrisatı mukayese ettik. Pazar okullarımızda verilen dini tedrisatın Cuma sabahları kadınlar tarafından tüm ülkedeki Halk Evlerinde verilip verilemeyeceğini sorduğumda böyle bir fikrin muvaffak olacağına dair pek şüpheli göründü ancak yeni bir fikir olduğunu ve kaale alacağını söyledi. Bu amaçla kadın öğretmenlerin vazifelendirilmesi fikri ona cazip geldi çünkü bu şekilde hocaların erkek partizanları, siyaset veya benzeri muhtemel başka mesele yaratacak ihtimallerden kaçınılmış olacaktı.
Bu çerçevede yakın tarihte cereyan eden Bursa hâdisesi üzerinde serbestçe konuştu. Bu hadise Türkler tarafından değil üç yabancı tarafından çıkarılmıştı: bir Arnavut, bir Bulgar ve bir Rus. Hatta Üçüncü Enternasyonal tarafından kışkırtıldığını da ima etti. Muhtemelen sıkıntı verecek bu siyasi hareketi basit bir dil meselesine, ezanın Arapça yerine Türkçe okunması haline dönüştürerek gösterdiği siyasi maharetten ötürü kendisine iltifatta bulundum. Bu sözlerim Kuran'ın Arapçadan Türkçeye tercüme edilmesi için nasıl ve neden telkinde bulunduğu konusunda konuşmasına sebep oldu ve bu mevzuda yepyeni bir ufuk açtı. Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran'dan alınan bir Arapça bölüm okudu. Bu duada Hz. Muhammed amcası ile amcakızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder.[8] "Düşünen bir Türk'ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?" dedi. Bu fikrini geliştirdikçe ben de git gide Kur'an'ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kuran'ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum.
Daha sonra umumi ve şaşırtıcı bir beyanda bulunarak Türk halkının gerçekte hiçbir şekilde dindar olmadığını, aralarından camilere giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek sesle söylenen duaların cezbine kapılarak camiye gittiğini ileri sürdü.
Gayet saygılı bir şekilde bu bakışıyla mutabık olmadığımı, eşimle birlikte yaşadığımız tecrübeyi anlattım. İki Türk arkadaşımızın daveti üzerine 23 Ocak öğleden sonra geç saatlerde Ayasofya Camii'ne gidip Kadir Gecesi'ne şahit olduk. Ona yüzde yirmisi askerî üniformalı onbin mümin tarafından doldurulan camiinin ne kadar kalabalık olduğunu, bütün müminlerin tam bir saat boyunca Gazi'nin de varlığını kabul ettiği Tanrı'ya doğrudan yönelttikleri dualarla nasıl yoğun bir şekilde ibadet ettiklerini anlattım. Bu kalabalık, bu ibadet ve müminlerin duaya yoğunlaşmaları hususunda izahat istemem, O'nun Türk gençliğinin din hakkında bilgi edinme fırsatı mevzusunda Türk hükümetinin kısıtlı bir rolü olması gerektiğine dair kanaatini dile getiren daha fazla beyanatlar vermesine neden oldu. Bu beyanatlarını bitirdiğinde şimdilik orta öğretimde ve Dâr'ûl-Fünün'un küçük İlahiyat bölümünde üç büyük din hakkında verilen tarihî tedrisattan fazlasını öğretmeye inanmadığı sarihti. Ancak Sovyetlerin her türlü dini lağvetme fikriyle kesinlikle mutabık değil. Belli başlı camilerin Hükümet tarafından itinayla muhafaza edilmeleri ve amaçları doğrultusunda kullanılmaları gerektiği hususunda ısrarlı. Üç büyük dinin ahlâk öğretilerine dinden ziyade ahlâk olarak inanıyor.
Bize ihsan ettiği hayırlar için tek Tanrı'ya sık sık minnettarlığımızı dile getirecek ifadelerin eklenmemesi halinde şahsi dinî inancının natamam olacağını söylediğim zaman şaşırdı ancak alakadar göründü. Sadece yeni bir fikir olduğundan bu fikri kaale alacağını söyledi. Benimle bu konuda daha fazla konuşma arzusunu ifade etti. Bu beni şaşırttı zira Yusuf Akçura Bey gibi samimi arkadaşları beni sürekli O'nunla din hususunda konuştuğum takdirde, Gazi'nin nazikçe "dostluğumuz" olarak adlandırdığı münasebetlerimizin kesinlikle bozulacağı hususunda ikaz etmişlerdi. Konuşmamızın bu bölümünün sonunda, daha öncesi bir yabancı ile hiçbir zaman bu konuda bu kadar etraflı konuşmadığını ve özel dinî inançlarını da hiç dile getirmediğini söyledi.
Saygılarımla.
Charles H. Sherrill
National Archives and Records Administration; Maryland, RG 59 Records of the Department of State Relating to the Internal Affairs of Turkey, 1930-1944, Mikrofilm M 1224. rulo 10, belge no: 867.404/218
DİPNOTLAR:
1- İsmet Görgülü. Atatürk'ün Özel Yaşamı Uydurmalar - Saldırılar - Yanıtlar, Bilgi Yayınevi. Ankara, 2003. s. 86-104.
2- Bu bilgiler. Sherill'in A Year's Embassy to Mustafa Kemal başlıklı kitabı. Washington. D.C., Kongre Kütüphanesi ve Ankara Amerikan Büyükelçiliği web sayfasındaki büyükelçi biyografileriyle ilgili bölümden derlenmiştir.
3- Gazi Mustafa Kemal Hz. Nezdinde Bir Yıl Elçilik, (çeviren Ahmet Ekrem). Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi. İstanbul, 1934 ve Gazi Mustafa Kemal, (çeviren Alp Ilgaz). Tercüman Yayınları, İstanbul, 1973. Mustafa Kemal Eseri ve Memleketi, Çeviren: Enver Esenkova). 1955. Kaynak: Dücane Cündioglu, Ara Sokakların Tarihi, Gelenek Yayınları. İstanbul, 2004, s. 185. En son çeviri Selanik'ten Gelibolu'ya (çevirmen A. Basad Kocaoğlu) İlgi Yayınları, İstanbul, 2006'dır.
4- Charles H. Sherill, A Years Embassy to Mustafa Kemal, Charles Scnbner's Sons. New York. Londra, 1934. s, 200.
5- Atatürk döneminde Türkçe ibadet ile ilgili olarak şu incelemelere bakılması önerilir: Dücane Cündioğlu, Türkçe Kur'an ve Cumhuriyet İdeolojisi, Kitabevi, İstanbul, 1998; Dücane Cündioğlu, Bir Siyasi Portre Olarak Türkçe İbadet, Kitabevi, İstanbul, 1909.
6- Cumhuriyetin 75. yılı 1923-1933, Cilt 1, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 135.
7- İlhan Başgöz, Türkiye'nin Eğitim Çıkmazı ve Atatürk, Pan Yayınları, İstanbul, 2005. s. 273-275.
8- Söz konusu bu bölüm, Kuran-ı Kerim'in 111. Suresi olan Tebbet Suresi'dir. "Bismillâhirrahmânirrahîm. 1.2.3.4.5. Ebu Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe girecek)." Bu surede. Hz. Muhammet'in amcası Ebû Leheb ile karısı hakkınca şiddetli bir beddua vardır. Ebû Leheb'in asıl adı Abdülluza bin Abdülmuttalib'dir. Karısının adı ise Ummi Cemül bînti Harb olup Hz. Muhammed'in keskin muhaliflerinden Ebû Sûfyan'ın kızkardeşi olduğu rivayet olunur. Kuran-ı Kerim'in hangi suresinden bahsedildiğini ikaz eden ve bu bilgiler: verme nezaketini gösteren ve çeviri ile ilgili bazı hususlara dikkatimi çeken Dücane Cündtoglu'na candan teşekkür ederim.
· ATATÜRK İSLAM İÇİN NE DÜŞÜNÜYORDU?
(6 Eylül 2006 - Radikal)
Atatürk'ün, biyografisini yazan ABD Büyükelçisi Sherrill'e açıkladığı 'dinle ilgili' düşünceleri ilk kez yayımlandı. Sherrill'in kitabına almayıp rapor olarak ABD Dışişleri'ne gönderdiği söyleşide Atatürk 'Agnostik olmadığını, tek tanrıya inandığını' söylüyor, dindar olmayan Türklerin yüksek sesli duaların cezbine kapıldığını belirtiyor.
Atatürk'ün din hakkındaki görüşlerine ışık tutacak yeni bir belge ortaya çıktı. 1932-1933 yıllarında Ankara'da görev yapan ABD Büyükelçisi Charles H. Sherrill'in hazırladığı ve Atatürk'ün kendi ağzından dinle ilgili görüşlerini içeren rapor ilk kez Toplumsal Tarih dergisinde araştırmacı yazar Rıfat N. Bali'nin hazırladığı yazıda yayımlandı. Büyükelçi, Ankara'da görev süresi boyunca Atatürk ile yaptığı görüşmelere ve gözlemlere dayanarak 'A Year's Embassy to Mustafa Kemal' adlı bir kitap hazırlamıştı. Eser ilki, 1934 yılında Atatürk yaşarken, üç kez Türkçeye çevrildi. Kitabın en ilginç bölümü Atatürk'ün dine bakışını içeren kısımdı. Bu bölümde yazar, Atatürk'le yaptığı uzun bir mülakata yer vermiş ancak Atatürk'ün sözlerinin bir kısmını kitaba almamış bunu da "Din konusundaki şahsi görüşleri hususunda söylediklerinin tamamını burada vermek hiç doğru olmaz" satırlarıyla dile getirmişti.
Ancak Sherill, kitaba sadece bir bölümünü aldığı görüşmeyi özetleyerek bir rapora döktü ve ABD Dışişleri Bakanlığı'na gönderdi. ABD Dışişleri Arşivi'ndeki bu raporu, Bali Türkçeye çevirip Toplumsal Tarih'e yazdı. Aşağıda, raporun tam metni yer alıyor.
ABD BÜYÜKELÇİLİĞİ Sayı: 423 Ankara, 17 Mart 1933 Konu: Türkiye'de din MÜNHASIRAN MAHREM Saygıdeğer Hariciye Vekili Washington
Beyefendi,
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ile dün öğleden sonraki üç saatlik mülakatımda, hakkında yazmakta olduğum biyografinin sekiz bölümünü birlikte gözden geçirdiğimiz sırada Türkiye'de din meselesi bahis edildi. İncelememde Türkiye Cumhuriyeti'nde İslam dininin gelişimi konusuna oldukça yer verdiğime dikkatini çektim, biyografim için -yayınlanmak veya yayınlamamak kaydıyla- bana söylemek istediği kadarıyla sınırlı olmak üzere bu mevzudaki görüşünü bilmek istediğimi belirttim. Sözlerinin hangi kısmının efkârı umumiye(nin) (bilgisi) için olduğunu, hangi kısmının olmadığını belirterek mevzu hakkında teferruatlı bir şekilde konuştu.
Galiba, altı ve yedi yaşındayken annesi onu bir sıbyan mektebine göndermek istiyordu. Burada öğretmen Kuran dersleri de verecekti. Bu, uzun Arapça bölümleri ezberlemek demekti. Diğer yandan babası oğlanın din eğitiminin verilmediği laik bir mektebe gitmesini istiyordu. Her ne kadar sonunda babanın sözü kabul edildiyse de annesi oğlanı Selanik'te geçerli olan geleneksel tören eşliğinde sıbyan okuluna gönderdi. Ertesi gün babası oğlanı okuldan aldı ve laik okula koydu. Buna çok üzülen annesi epey ağladı ve oğlanın teklif etmesi üzerine sıbyan okulundaki din hocası eve gelip ona Kuran eğitimini verdi. Bu sadece bir ay sürmesine rağmen anneyi tatmin etti. Bu, ömrü boyunca alacağı tek din eğitimiydi.
'Beşeriyetin Tanrı ihtiyacı'
Agnostik olduğuna dair genellikle kabul görmüş inancı, kesinlikle reddediyor, ancak dininin sadece Kâinat'ın Mucidi ve Hâkimi tek Tanrı'ya inanmak olduğunu söylüyor. Ayrıca beşeriyetin böyle bir Tanrı'ya inanmaya ihtiyacı olduğuna inanıyor. Buna ilaveten dualarla bu Tanrı'ya seslenmenin beşeriyet için iyi olduğunu belirtti. Burada duruyor.
Daha sonra teferruatlı bir şekilde neden o kadar inançlı bir Protestan Hıristiyan olduğumu sordu. Ben de ona, bu raporda yeri olmayan, sebeplerimi söyledim. Sadece bir genel mütalaa söyleyebilirim. Suallerinde tamamıyla samimiydi, bu da din konusunda yeterince zihin yorduğunu göstermekte. Daha sonra, 10 yıl önce inşa ettiği yeni Cumhuriyet'in Reisicumhuru olarak iktidara geldiği zaman İslam dininin durumu hakkında bilgi vermeye başladı. Şeyh-ül İslam'ı, medreseleri, Mahkeme-i Şer'iyyeleri ve bu mahkemelere riyaset eden kadılar, hocalar ve muhtelif dervişler dahil olmak üzere bütün ruhban sınıfını lağvetmeyi gerekli bulduğunu söyledi. Osmanlı'da geçerli olan bu ruhban yapıdan geriye kalan, müezzin olarak minarelerden halkı ibadete çağıran ve camilerde namaz kıldıran imamlardı.
Ona az evvel tasvir ettiği bu yapıyı tamamıyla yok ettikten sonra Türk gençliği için, şayet kaldıysa, ne tür dini tedrisat kaldığını sordum. Kifayetsiz medrese sistemini tüm ülkeye yayılmış ilk ve ortaöğretim sistemiyle ikame ettiğini ve bu sistemin (talebeyi) üniversiteye dek götürdüğünü belirtti. Hz. Muhammed'in hayat hikâyesi ve daha ahlaklı yaşama konusundaki hikmetli düsturlarla dini tedrisat verildiğini, bu dini tedrisata Yeni ve Eski Ahit'te tasvir edilen diğer büyük dinleri ve Budist dini kitapları da dahil ettirdiğini söyledi.
Daha sonra o ve ben bu modern Türk dini tedrisatı ile Birleşik Amerika'da ortalama pazar okulunda verilen dini tedrisatı mukayese ettik. Pazar okullarımızda verilen dini tedrisatın cuma sabahları kadınlar tarafından tüm ülkedeki Halk Evleri'nde verilip verilemeyeceğini sorduğumda böyle bir fikrin muvaffak olacağına dair pek şüpheli göründü, ancak yeni bir fikir olduğunu ve kaale alacağını söyledi. Bu amaçla kadın öğretmenlerin vazifelendirilmesi fikri ona cazip geldi, çünkü bu şekilde hocaların erkek partizanları, siyaset veya benzeri muhtemel başka mesele yaratacak ihtimallerden kaçınılmış olacaktı.
Bursa hadisesi
Bu çerçevede yakın tarihte olan Bursa hadisesi üzerinde serbestçe konuştu. Bu hadise Türklerce değil üç yabancı tarafından çıkarılmıştı: Bir Arnavut, bir Bulgar ve bir Rus. Hatta Üçüncü Enternasyonal tarafından kışkırtıldığını da ima etti. Muhtemelen sıkıntı verecek bu siyasi hareketi basit bir dil meselesine, ezanın Arapça yerine Türkçe okunması haline dönüştürerek gösterdiği siyasi maharetten ötürü kendisine iltifatta bulundum. Bu sözlerim Kuran'ın Arapçadan Türkçeye tercüme edilmesi için nasıl ve neden telkinde bulunduğu konusunda konuşmasına sebep oldu ve bu mevzuda yepyeni bir ufuk açtı.
Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran'dan alınan bir Arapça bölüm okudu.
Türkçe Kuran okutma nedeni
Bu duada Hz. Muhammed amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder.[*] "Düşünen bir Türk'ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?" dedi. Bu fikrini geliştirdikçe ben de gitgide Kuran'ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kuran'ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum.
Daha sonra umumi ve şaşırtıcı bir beyanda bulunarak Türk halkının gerçekte hiçbir şekilde dindar olmadığını, aralarından camilere giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek sesle söylenen duaların cezbine kapılarak camiye gittiğini ileri sürdü. Saygılı bir şekilde bu bakışıyla mutabık olmadığımı, eşimle yaşadığımız tecrübeyi anlattım. İki Türk arkadaşımızın daveti üzerine 23 Ocak'ta Ayasofya Camii'ne gidip Kadir Gecesi'ne şahit olduk. Ona yüzde 20'si askeri üniformalı 10 bin mümin tarafından doldurulan caminin ne kadar kalabalık olduğunu, bütün müminlerin tam bir saat Gazi'nin de varlığını kabul ettiği Tanrı'ya doğrudan yönelttikleri dualarla nasıl yoğun bir şekilde ibadet ettiklerini anlattım.
Bu kalabalık, bu ibadet ve müminlerin duaya yoğunlaşmaları hususunda izahat istemem, onun Türk gençliğinin din hakkında bilgi edinme fırsatı mevzusunda Türk hükümetinin kısıtlı bir rolü olması gerektiğine dair kanaatini dile getiren daha fazla beyanatlar vermesine neden oldu. Bu beyanatlarını bitirdiğinde şimdilik ortaöğretimde ve Dâr-ül-fünûn'un küçük ilahiyat bölümünde üç büyük din hakkında verilen tarihi tedrisattan fazlasını öğretmeye inanmadığı sarihti.
Sovyetler gibi lağvetmeye karşıydı
Ancak Sovyetler'in her türlü dini lağvetme fikriyle kesinlikle mutabık değil. Bellibaşlı camilerin hükümetçe muhafaza edilmeleri ve amaçları doğrultusunda kullanılmaları gerektiğinde ısrarlı. Üç büyük dinin ahlak öğretilerine dinden ziyade ahlak olarak inanıyor.
Bize ihsan ettiği hayırlar için tek Tanrı'ya sık sık minnettarlığımızı dile getirecek ifadelerin eklenmemesi halinde şahsi dini inancının natamam olacağını söylediğim zaman şaşırdı, ancak alakadar göründü. Sadece yeni bir fikir olduğundan, bu fikri kaale alacağını söyledi. Benimle bu konuda daha fazla konuşma arzusunu ifade etti. Bu beni şaşırttı, zira Yusuf Akçura bey gibi samimi arkadaşları beni sürekli onunla din hususunda konuştuğum takdirde, Gazi'nin nazikçe 'dostluğumuz' olarak adlandırdığı münasebetlerimizin kesinlikle bozulacağı hususunda ikaz etmişlerdi. Konuşmamızın bu bölümünün sonunda, daha öncesi bir yabancı ile hiçbir zaman bu konuda bu kadar etraflı konuşmadığını ve özel dini inançlarını da hiç dile getirmediğini söyledi.
Saygılarımla
Charles H. Sherrill
* Bu bölüm, Kuran'ın Tebbet Suresi'dir. 'Bismillahirrahmânirrahim. 1,2,3,4,5. Ebu Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe girecek).' (R. N. Bali'nin notu)
Sherrill'ın Kadir Gecesi izlenimleri
"...uzun zamandan beri İstanbul Müzesi Müdürü olan Halil Bey, eşim ve beni Ayasofya Camii'nde Kadir Gecesi'ni izlemek için davet etti. Ayin boyunca o, eşi ve Evkaf Müdürü bizlerle birlikte oldu ve birçok sualime çok ilginç cevaplar verdi. (...) Ramazan ayının 27'nci gününün akşamındayız.
Dünyanın her yerindeki Müslümanlar, gün doğuşundan gün batımına kadar hepimizin ibadet ettiği tek Tanrı'ya inanan Müslüman müminlerin dualarının (Tanrı katında) duyulacağı ve kabul edileceği hususunda eğitilmişler. Bu nedenle İslam (dini) bu geceyi Kadir Gecesi olarak çağırmakta.
Alaycı mizaca sahip bazı insanların iddia ettikleri gibi kişinin dine verdiği kadarını elde ettiği doğruysa şayet o zaman on binin üzerindeki müminler her biri ve tamamı Kâinatın Yaratıcısı'na sunmakta oldukları bu dua saatinden çok şey kazanacaklardır!
'İslam en yüksek noktasında'
Hıristiyan inançları açısından değerlendirirsek, İslam dini Türkiye'de engelsiz veya ruhani müdahale olmaksızın -saf protestancılık- en yüksek noktasında bulunuyor. Şahsi inanç burada en yüksek gücüne yükselmekte. Bu satırların yazarı gördüğü Hıristiyan toplulukların hiçbirinden 23 Ocak 1933 akşamı Ayasofya'da izlediği ibadet kadar etkilenmediğine ve şahit olduğu ibadetin samimiyetine ikna olduğuna şahitlik yapabilir. Bu kalabalığı cezbedecek ne musiki ne de kesif belagat sahibi bir hatip vardı.
Her çeşit Türk oradaydı. Galerilerin altındaki geniş avluları kadınlar dolduruyordu, büyük merkezi alanda sıra sıra (yaklaşık yüz sıra) erkekler vardı. Her sırada omuz omuza yaklaşık seksen erkek. Her biri eğilip kalkan, konuşulanlardan bihaber, eğilen, secde eden ve her biri büyük Tanrı'nın Güç Evi ile şahsi temasını kurmaya niyetli.
'Biz ABD'liler kadar dindarlar'
Burası Türk halkının ruhunu hissetmesi için uygun yer ve andı.
Kişi Türk ırkının ne olduğunu gerçekten anlamak, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran ve ilk Cumhurreisi olan Mustafa Kemal gibi bir önderin doğduğu ulusu anlamak için basit, dindar Türk'ü bu fırsatlarda görmesi lazım. Evet Türk halkı biz Amerikalılar kadar dindarlar, belki de daha fazla dindarlar."
Elçinin kaleminden Bursa hadisesi
"...Bursa'da 1 Şubat günü öğleden sonra Evkaf Müdürlüğü önünde toplanan yaklaşık 100 kişilik bir grup Türkçe ezan aleyhinde gösteri yaptı. Olayı 4 Şubat'ta Afyon'da haber alan Gazi Mustafa Kemal gezi programını iptal ederek Bilecik üzerinden 5 Şubat'ta Bursa'ya vardı.
İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) ve Adalet Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşek) beyler de Bursa'ya gelerek incelemeler yaptı. Mustafa Kemal, Bursa'dan ayrılmadan önce Anadolu Ajansı'na şu açıklamayı yaptı: "Bursa'ya geldim. Olay hakkında ilgililerden bilgi aldım. Olay aslında önemi haiz değildir. Herhalde cahil mürteciler Cumhuriyet adliyesinin pençesinden kurtulamayacaklardır. Olaya bilhassa dikkatimizi çevirmemizin sebebi, dini, siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kati olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin milli dili ve milli benliği bütün hayatına hâkim ve esas kalacaktır."
Kazanlı Tatar İbrahim'in başını çektiği olay, Bursa Ulucami müezzininin vazifesi başına gelmemesi üzerine Halil adında birinin ezanı Türkçe yerine Arapça okuması ve sivil polis memuru Hamdi Efendi'nin müdahalesi sonucu çıktı. Tatar İbrahim'in kışkırtmasıyla cami cemaatinden bir grup, "Dinini seven bizimle gelsin" diyerek Evkaf Müdürlüğü'ne doğru yürüyüşe geçtiler.
Vilayet Konağı önüne gelen kalabalık, zabıta kuvvetlerince dağıtıldı ve tahrikçiler yakalandı. 23 kişinin yakalandığı olaydan sonra Bursa Ulucami hatibi Hafız Tevfik Efendi de İstanbul'da tutuklanarak Bursa'ya gönderildi. Ankara'ya dönen Adalet ve İçişleri Bakanları, Bursa'daki incelemelerini ve aldıkları tedbirleri Bakanlar Kurulu'na bildirdiler.
13-14 Şubat'ta soruşturma sona erdi. Aralarında Bursa müftüsü Nureddin Efendi, Ulucami hatibi Hafız Tevfik Efendi ve fabrikatör Gaffarzade Mehmet Efendi'nin de bulunduğu 24 sanık, 15 Şubat'ta Bursa Ağır Ceza Mahkemesi'ne sevk edildi. Daha sonra tutuklu sanıkların Çorum'a nakledilmesi emri geldi. Bursa olayı davası Çorum'da görüldü ve 1 Mayıs'ta karar açıklandı. Dört kişi beraat ederken, beş kişi ikişer yıl ağır hapis, yedi kişi birer yıl ağır hapis, yedi kişi de beş ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. Bursa müftüsü Nureddin ve kâtibi Kamil efendiler, 12 Haziran'da beraat ettiler.
Bursa olayının ardından İzmir ve Salihli'de de Türkçe ezan okumamakta direnen dört imam ve müezzin tutuklanarak mahkemeye sevk edildi."
· 'ATATÜRK DİNİ İSKONTO EDEN NESİLDEN'
(07 Eylül 2006 - Radikal)
Atatürk'ün ilk kez gün ışığına çıkan ve 'dine nasıl baktığını' anlatan söyleşisi yankı uyandırdı. Baskın Oran Atatürk'ün tanrı inancı taşıdığını ancak dindar olmadığını söylerken Halil Berktay, 'Pozitif bilimciliği yükselten ve dini iskonto eden nesilden' dedi.
Eski ABD Büyükelçisi Charles Sherrill'in 1933 yılında, Cumhurbaşkanı'yken Atatürk'le dine bakışı üzerine yaptığı söyleşi tarihçiler, aydınlar ve siyasetçiler arasında tartışma yarattı. Araştırmacı Rıfat N. Bali'nin ABD arşivlerinde bulup Toplumsal Tarih dergisi'nde yazdığı ve dün Radikal'in manşetten duyurduğu söyleşide Atatürk, 'agnostik olmadığını, tektanrıya inandığını' söylüyor, Türk halkının da dindar olmadığını, alışkanlıktan camiye gittiğini belirtiyordu.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Baskın Oran: Sherrill'in yazdığı bana çok makul geldi. Mustafa Kemal konusunda aynı tahminleri yürütüyorum. Deisttir (tanrıya inanan, dini reddeden). Tanrıcıdır fakat dinle pek iştigal etmemiştir. Bunun bir uzantısı olarak Fransız devriminin o çok radikal antiklerikalizminin (ruhbaniliğe karşıtlık) etkisi altındadır. Bu aleyhtarlığı belirgindir. Sherrill'in izlenimini paylaşıyorum. Ancak Mustafa Kemal'e desteği şu veya bu biçimde azaltacak her bilgi saklandı. Bu bilgilerin açıkça sansür edildiğini sanmıyorum. Çünkü korku ve saygı iç içe geçmişti. Ancak Mustafa Kemal, çoğu asker ya da asker kökenli gibi, meşruiyetçidir. Meşruiyet aramaya, bulamazsa da meşruiyet göstermeye çalışır.
Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Halil Berktay: Musafa Kemal bir Jön Türk ve o nesil içinde, Abdullah Cevdet gibi, aynı düşünceye sahip başkaları da var. Pozitif bilimlere çok inanan, dini inanışları iskonto eden bir nesil bu. Hepsi ateist değil. Enver Paşa belirgin biçimde dindar örneğin.
Ama yetişme tarzları ve 19. yüzyıl sonlarının düşünme sistemi çereçevesinde pozitif bilimciliği yücelten ve dini iskonto eden bir yerde duruyorlar. Bazıları için ateizm, bazıları için de deizm denk düşüyor. Kafasında ve ruhunda İslami inanış ve ibadet pratiklerini gösteren bir bilgi yok.
Hayatı, siyasal pratiği, çeşitli uygulamaları en azıdan İslam kökenli kurumlarına karşı radikal bir tavır alışı var. Genel bir tanrı inancının insanlığa yararı olduğunu söylemekle beraber İslami kurum ve geleneklere karşı ortadan kaldırıcı politikalarını savunur. Ruşeni'nin kitabında geçen 'Din yok, millet var' ifadesinin yanına 'Çok doğru, bravo' ifadesini düşmüştür. Kolektif ibadet eylemine, camide namaz kıldığına da rastlamıyoruz. Varsa bile resmi uygulama tarafından silinmiş durumda. Ateist olduğunu söylemiyorum. Ama dindar biri değil. Sonuç olarak, 'Hayatta en hakiki mürşit ilimdir' sözü dine alternatif olarak ve ona karşı söylenmiştir.
İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek: Atatürk hiçbir görüşünü gizlememiş, el yazısıyla yazmıştır. 1930'ların lise 1, 2, 3 ve 4. sınıf tarih kitaplarında, el yazısıyla not tutmuş, din hakkındaki görüşlerinin kitapta yer almasını istemiştir. Medeni bilgileri kitabında da var bunlar. Özetle şunları söyler: 'Allah fikri, Mısır'da belli toplumsal süreçlerde ortaya çıktı. Kabilelerin allahları vardı. En son biri hâkim olunca kendi allahını kabul ettirdi ve siyasi süreçlerde allah fikri doğdu. Hazreti Muhammet, devrimciydi fakat Kuran, vahiy yoluyla gelmedi, kendi fikirlerinin ürünüydü.'
Sherrill'in raporunda geçen, 'Tiksinirler' ifadesini kullanacağını sanmıyorum. Bu bir çevirmen hatası olabilir. Çünkü Atatürk ile Sherrill tercüman aracığıyla görüşüyorlar. Rapordaki, Atatürk'ün 'inandığı' yönünde bilgiler hatalı. Çünkü ders kitaplarında, doğanın üstünde hiçbir varlık olmadığını yazıyor. Rapordaki, dinin sosyolojik bir olgu olduğu görüşü ise doğrudur.
Yazar Erdoğan Aydın: Mustafa Kemal'in 'ateist' olduğunu düşünüyorum. 1930'lu yıllarda çıkan tarih dersi kitaplarında, Hazreti Muhammet için 'Döneminin önder kişiliğidir ve İslam'ı düzenlemiştir, Arap peygamberidir' denir. Kendisi bir yönetici olarak, her türlü dini ve şeriatçı yorumu tasfiyeye uğraşırken, dini sosyal kontrol mekanizması olarak korudu. Kişisel hayatında dine ait en küçük bir öğe bulunamaz. Kurtuluş Savaşı'nda ve sonrasında İslami basınçla karşı karşıyaydı. Kendi yoldaşları bile dindardı. Cumhuriyet'in organize edildiği süreçte, dindar olmadığı halde, onu dine sahip çıkar gibi gösterirler. 'Bizim dinimiz en ileri dindir' ifadesi buradan gelir. Burjuva demokratik reformların etkisini kırmayacak bir Mustafa Kemal imajı yaratıldı.
Yazar Ayşe Hür: Biyografisini yazacağını düşündüğü adama böyle bir imaj çizdiğini sanmıyorum. Aslında Mustafa Kemal din konusundaki görüşlerini, İzmir Konferansı'nda aktarır. Kendisi Fransız sosyologlarından etkilenmiştir. Dini modernleşmenin önündeki en büyük engellerden biri olarak görüyor.
· SIRA GELDİ ATATÜRK'ÜN İNANCINA! / RUHAT MENGİ
(7 Eylül 2006 - Vatan)
Bu kadar TESADÜF fazla gelmiyor mu size de?
Önce BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) çerçevesinde bir "ılımlı İslâm" lâfı çıkardılar ortaya ve Türkiye'nin Ortadoğu'daki İslâm ülkelerine iyi bir örnek olacağını düşündüler, planladılar, açıkladılar.
Sonra adamları Samuel Huntington Türkiye'ye gelerek bize "Medeniyetler Çatışması ve Yeni Dünya Düzeni" teorilerini beyin yıkama yöntemiyle empoze etmeye çalıştı:
"Zaten AB'ye girme ihtimaliniz milyonda bir bile değil. En iyisi siz Ortadoğu'daki -kendi dininize, kültürünüze yakın- ülkelerle birlik olun."
Ve en sonunda da Condolezza Rice "Ortadoğu'ya yeni bir şekil vermenin zamanı geldi" dedi.
Amerika dünyanın istediği ülkelerini ve Ortadoğu'yu hamur gibi yoğurup yeni şeklini verirken Türkiye'nin modern, laik, demokratik, Atatürk'ün izinden yürüyerek akılcı çizgisini (bütün dalgalanmalarına, krizlerine rağmen) koruyan, onun ilkeleri etrafında bütünleşen bir topluma sahip olması ve bir hukuk devleti olması, özellikle AB'nin içinde yer almak istemesi aslında pek işine gelmiyor.
Daha kolay yönetilebilmesi ve üstelik Ortadoğu'daki diğer İslâm ülkelerine benzer hale getirilebilmesi için satrancı iyi oynamak, doğru zamanda doğru hamleleri yapmak, kıvamı tutturmak lâzım.
İlk adımda, nasıl dönüştürüldüğünün farkına bile varmadan laik Türkiye her gün, her konuda dini söylemlere sahne olmaya başladı. Din insanların özel alanından çıkarılarak siyasete, Meclis'e, gündeme taşındı.
Anayasa'nın en değişmez maddesi olan "laiklik" maddesinin "değiştirilmesi" bile gündeme getirildi.
Laikliğin anlamı çarpıtılarak yalnızca "Müslümanlıkla ilgili bir kısıtlama getiriyormuş gibi" anlatıldı.
Toplum siyasetçilerin eliyle çok dindar, az dindar, laik/dinci gibi kutuplara bölündü.
Bütün bunlar olup biterken zayıflatılamayan, her türlü çabaya rağmen toplumu bütünleştirici, birleştirici özelliğini koruyan bir tek Atatürk kaldı.
KOCA 33 YIL VE BİR VARSAYIM!
Bu güzel vatanı yoktan var eden, milletine bir cennet ülke sunan Atatürk... Onun dışında ortam hazırlanmış vaziyette. Ve şimdi de sıra onda.
1932-33 yıllarında Ankara'da bulunan ABD Büyükelçisi Charles Sherill'in o yıllarda ABD Dışişleri Bakanlığı'na verdiği ve Atatürk'ün ağzından olduğunu iddia ettiği (zira Büyükelçi'nin kendisi bile raporun sonunda Ata'nın "Hiç bir zaman kendi özel dini inançlarını bir yabancıyla konuşmadığını" söylediğini yazmış. Ankara'da yalnızca bir yıl kalan bir Amerikalıya neden güvensin, orası meçhul) yazılı rapor tam da şu sırada ortaya çıktı.
"30 yıllık gizlilik kaydı" biteli 33 yıl olmuş, bugüne kadar kimse açıklamamış, kimsenin dikkatini çekmemiş ve şimdi birden bire araştırmacı yazar Rıfat Bali'nin dikkatini çekmiş.
Nur içinde yatsın, ünlü tarihçi Cemal Kutay Atatürk'ü tanımış biriydi; onun dine, inanca çok saygılı olduğunu, cenazesinin de her Müslümana yapılan törenle defnedildiğini sık sık anlatırdı.
Bu raporda ise Sherill, Atatürk'ün yalnızca Allah'a inandığını söylediğini yazmış. Aynı zamanda Atatürk'ün hayatta olduğu 1933 yılında Ayasofya Camii'nde Kadir Gecesi'ni anlatırken çok sayıda Müslümanın ibadeti için "... İslâm dini Türkiye'de engelsiz veya ruhani müdahale olmaksızın en yüksek noktasında bulunuyor" demiş.
HERKES İNANCINDA ÖZGÜRDÜR. O DA...
Aslında elbette Atatürk'ün dini, inancı, her kul gibi sadece kendisine aittir. Ama bu rapor (her ne kadar 33 yıldır kimsenin çıkarmaması hiç akla yakın gelmiyorsa da) eğer doğruysa onun döneminde de herkesin dininde, ibadetinde özgür olduğu orada açıklanmış.
İyi düşünülecek olursa ve yine varsayımla konuşalım; eğer bu rapor doğruysa, kimbilir belki de O'nun yalnızca Allah'a inanıyor ve bütün dinlere eşit mesafede duruyor olması bugün Türkiye'nin "laik-demokratik rejime sahip tek Müslüman çoğunluklu ülke" olmasının nedenidir.
Bir de farklı açıdan bakın olaya... Onun anısına zarar vermek isteyenler bu (her nasılsa 63 yıl beklemiş) bilgiyi kimbilir nasıl çağdışı yorumlarla kullanacaklardır!
--------------------
Derleyen: Mehmet Harmancı
Atatürk'ün, ABD Büyükelçisi Sherrill'e açıkladığı dinle ilgili düşünceleri ve başlattığı tartışma Halep&Arşın'da.
Semiramis hanımın, "Kendi devlet arşivine güvenmek yerine.." diye başladığı cümle ilgimi çekti. Acaba Osmanlı'dan iz kalmasın diye resmi belgeleri, hurda kağıt fiyatına Bulgaristan'a satan (ve değerli kağıt olarak büyük paralarla bir kısmını geri almak zorunda bırakan) saftiriklere rağmen mi veya yıllar sonra hala açılmayan İstaiklal mahkemesi tutanaklarına rağmen mi savunuyor bunu.
Unutmayınız ki "(Doğru)Bilgi Çin'de de olsa almak, öğrenmek boynumuzun borcudur"
size karşı tek bir cevap verilmeli bence cumhuriyet arşivi 27.7.1937 Atatürk'ün TBMM de yaptığı konuşma "İslamiyetin mukaddes yerlerinin Museviler'in ve Hristiyanlar'ın nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız.Ankara'da Milli Arşiv'de 030 10 266 793 25 numaraları dosyada saklı tutulan bu belge amerikan oyununa alet olan kemalist düşünceyi yıkmaya çalışan herkesi birazcık Türklerse birazcık müslümanlarsa utandırsın tabi kendi devletlerinin arşivine yalan deyip tutarsız amerikan belgesini kabul etmektede bir çok konuda sabit fikirli oldukları gibi olmazlarsa