Yıl:2 Dönem:2 Sayı:1/13

       

     
 

"Yönetmen, İzleyicinin Beklentisi Doğrultusunda Film Yapmamalı"


YÖNETMEN ZEKİ DEMİRKUBUZ İLE SÖYLEŞİ

HATİCE ERGİN
VİLDAN KARAAĞAÇ

 
     
  İlk filmleriniz "C Blok" ve "Masumiyet" size neler getirdi, sizden neler götürdü?

Özellikle "C Blok" çok zor kabul gördü ya da kabul görmedi diyebiliriz. Provokatif bir film olmasından dolayı bunalım filmi kategorisinde ele alındı. 1994 yılında insanlar bu tür filmlere henüz alışamamıştı. "Masumiyet" ise Türkiye'de ve Avrupa'da önemli ödüller kazanan bir film oldu.


Ya "Üçüncü Sayfa"?

"Üçüncü Sayfa"da basit kamera kullandım. Filmde sadece iki yerde kamera hareketi var. Sinemanın estetize edilmeden de yapılabileceği konusunda kendimi sınamak istedim. Bu yüzden müzik de kullanmadım. Mekanlar, insanlar ve kostümler gerçekten daha gerçekti.


Bir üçüncü sayfa kahramanı kendini "Üçüncü Sayfa" filminde bulabildi mi?

Hayır, bulamadı. Bu gün sinema popüler bir olgu olarak ele alındığı için insanlar kendi dünyalarını anlatan bir filme gittiklerinde bile üstlerine alınmazlar. Sinema daha çok eğlence, soyut bir iş olarak kabul görür; bir anlam olarak değil.


Sinemada sanatsal olanla ticari olanı birleştirmek mümkün mü?

Evet, son yıllarda yapılmaya çalışılan da bu. Sanki insanlar sanatsal ve ticari olanı birleştirip yeni bir sinema biçimi kurmak istiyorlar. Mesela Avrupa sineması son dönemlerde bunu çok yapıyor. Ama bunun festivallerde ya da sanatsal alanlarda gösterilen filmlerde de olması ilginç. Bu durum sanırım şunu ifade ediyor: İnsanlar hem parayı, hem şan şöhreti, hem de sanatçı olmayı istiyorlar.


Yani kapitalizm sinemanın içine sızdı diyebilir miyiz?

Tabii, ama kapitalizmin böyle bir amacı olmaz, o sadece böyle bir alan açar. Kapitalizmde bir ahlak yoktur, kapitalizmin kendine yararlı olan her şeyi içine alabilen onunla birlikte yaşayabilen bir özelliği vardır. Böylece gücünden bir şey yitirmez ve sürekli güçlenir. Böyle bir olanağın varlığını gören yönetmen de ilkelerini biraz daha genişletip sulandırabilir.




Zeki Demirkubuz 1964'te Isparta'da doğdu. 1976 yılında İstanbul'a yerleşti. Sinema ile 1984 yılında tanıştı. Bazı hikayelerini göstermek üzere gittiği Yeşilçam'da Zeki Ökten ile tanıştı. Bir buçuk yıl sonra Zeki Ökten "Ses" filminde kendisine danışmanlık teklif etti. O zamandan bu yana Türk sinemasının önde gelen isimleri arasında yer alıyor...
Zeki Demirkubuz neden film yapıyor?

Film yapma nedenlerim çok basit. Amacım sadece film yaparak kendimi ifade etmek ve kendimi insanlarla paylaşmak. Para veya şöhret için film yapmadım. Şimdiye kadar başka bir işe bulaşmamamın tek nedeni de film yaparak kendimi ifade etme isteğimdi.


Filmlerinizde genelde yeteneğe bakmadığınızı, sizin için yüz ifadelerinin çok önemli olduğunu söylemiştiniz. Bu size neler kazandırıyor?

Bu sadece benim algım. Bir insanın davranışları kendi egosundan kaynaklanır, kendi gerçeği insanın kendi kişiliğinden gelir. Bu da benden kaynaklanan bir durum. Şimdiye kadar insanlara hiç deneme filmi çekmedim. Yani yeteneklerini ölçmedim. Çünkü hiç denenmemiş bir şey yapıyorum. Bir çok deneme yapılmış filmlerde de çok iyi sonuçlar alındığı söylenemez.


Şu anda üzerinde çalıştığınız ya da gelecek dönemdeki projeleriniz neler?

Bu yıl iki ya da üç tane film çekmeyi düşünüyorum. Birisi gelecek baharda gerçekleşecek ve prodüktörlüğünü ilk defa bir başkasının üstleneceği yüksek bütçeli bir film olacak. Bir diğerini ise Aralık ya da Ocak ayında çekmeyi düşünüyorum.


Bu filmlerin konularından bahseder misiniz?

Bu filmlerin öykülerini söylemek güç. Film çekmeye devam ettiğim sürece, hepsi hiçbir zaman anlayamayacağım ama anlamak için büyük istek duyduğum temalar üzerine olacak. Birisi insan ruhunun anlaşılamamış yanları ve ruhumuzdaki karmaşalarla, bunları anlama çabası ile ilgili. Bir diğeri kıskançlık hakkında olacak. Güzelliği çirkinlikten bakarak sorgulamaya çalışan bir öykü. Sonuncusunda ise insanlığın en derin acıları karşısında hiçbir şey hissetmeyen bir ruha sahip bir kahramanı anlatma ve insanların neden acı çektiği sorusunu anlama çabam var.


Ülke sinemasından beğendikleriniz hangileri?

İran sinemasına; sanatsal olarak getirdikleri, insanın öyküsünü yeniden yorumlayıp onu anlamlandırabilme becerileri, minimalist olmaları yüzünden, sinemayı ve insanı arama çabalarından dolayı ilgi duyuyorum. Batı bazı özel sebeplerden ötürü yani İran'ın sosyal ve politik durumu yüzünden İran sinemasını abartıyor. Batı aynı şeyi Çin sineması, hatta bir dönem Türk sineması için de yaptı.

Son yıllarda nedense Asya ülkelerinden iyi filmler seyrettim. Mesela iki yıl önce Tacikistan-Kore ortak yapımı "Arının Uçuşu" isimli bir film izlemiştim. Çok küçük ve basit bir proje olmasına rağmen gerçekten önemli bir filmdi. Batı'da ya da Amerika'da genel anlamda sanatın daha tüketilmiş, daha ticarileştirilmiş belki yerine konulmuş, yabancılaşmış bir olgu olup; Doğu'da ise daha yeni yeni bu olanakların ortaya çıkması, insanın kendini ifade aracı olarak görmesi Doğu'yu sinema açısından daha başarılı kılmış olabilir.


Sizin yani bağımsız bir Türk yönetmenin gözünden Amerikan bağımsız sineması ne durumda görünüyor?

Amerikan bağımsız filmlerini ancak festivallerde izleyebiliyorum. Karşılaştığım örnekler arasında beni çok ilgilendiren ve etkileyen filmler olmadı. Aslında bir filmin bağımsız ya da Hollywood filmi olması çok önemli değil. Önemli olan bir filmin içerdiği insani anlam. Tabi Hollywood filmlerinde ticari amaç ön planda olduğu için bu anlamı bulmak daha zor.


Türk ya da dünya sinemasında beğendiğiniz yönetmenler hangileri?

Türk sinemasında son zamanlarda "Mayıs Sıkıntısı" filmiyle Nuri Bilge Ceylan'ı beğeniyorum. Ceylan'ın sinema yapma nedenlerini kendime yakın buluyorum. Dünya sinemasına baktığımızda ise artık Tarkovski, Antonioni, Bergman, Breson ve Chaplin gibi yönetmenler bir ideoloji olarak sürekli üretilip, sinema tarihini oluşturan, sinemaya anlamlarını bağışlayan, sinemayı yaratan yönetmenler olarak söz edilse de, çağımızda çok yüz verilmeyen, pratikte unutulmuş yönetmenler. Son yıllarda Bergman'ın sahip olduğu insanlık değerlerine, ya da Tarkovski dünyasının kaygılarına yakın bir film görmek mümkün olmasa da İranlı yönetmen Abbas Kiarostami ve Kırgızlı Yönetmen Omir Bayev üslubu bakımından beni etkileyen yönetmenler arasında yer alıyor.

Aslında ben yönetmenlerden çok filmlerin konuşulması ve filmlerin üzerinden yorumlar yapılması taraftarıyım.


Tarantino veya Hitchock filmi dendiğinde, akla hemen bir tarz geliyor. Mesela Brian De Palma'nın son filmi Mission to Mars (Görev Mars), bir De Palma filmine benzememiş yönünde eleştiriler aldı.

Bence bu De Palma'ya yapılmış bir haksızlık. Bir yönetmen sizin beklentiniz doğrultusunda film yaparsa samimi olmaz. Bu iş arz talep meselesine döner. Sonuç olarak kafanızdaki şablonlar yüzünden o yönetmeni harcarsınız. Bir filmi sorgularken biz onu hangi yöntemlerle ve nasıl bir düşünceyle sorguluyoruz ve anlamaya çalışıyoruz işte önemli olan bu.


Son yıllarda sinema okulları gençler arasında çok popüler ve büyük rağbet görüyor. Dolayısıyla da bir mektepli-alaylı tartışması gündemden düşmeyen bir konu. Sizce mektepli ya da alaylı olmanın artı ve eksileri neler?

Bu konunun tartışılmasından yana değilim. Ama, daha teknik meseleler için mektepli olmak bir avantaj sağlayabilir. İnsanlık ve sanat tarihi şunu göstermiştir ki, sanat ruhsal bir soyutluğa dayanıyorsa bunu ölçebilecek hiçbir cihaz, kriter ya da yasa bulunamamıştır. Sinemada var olmak isteyen bir insanın bedeni bir okulda ya da usta-çırak ilişkisinin yaşandığı bir ortamda bulunmayabilir, önemli olan ruhunuzun nerede olduğudur.


Yine son dönemlerde "Rüya Sineması" tartışması gündemde, siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Sinemanın bana uzak anlamlarda tartışıldığı bir dünyada rüya sineması yorumunu önemserim ve samimi de bulurum. İnsanların sinema üzerine, tartışılabilir de olsa saf ve çıkarsız yorumlar yapması beni her zaman sevindirir. Sadık Yalsızuçanlar'ın Rüya Sineması kitabında Said Nursi'nin bir sözü bu çerçevede beni etkiledi. Ama sinemayı tersinden ya da düzünden klişelere oturtmak ve böyle bir klişe arayışında olmak bana doğru gelmiyor. Yarın çok daha özel bir yorum getirilir ve o dönem için beğenilir. Bu yorumu dogma haline getirmek, ekleptik bir forma sokmak çok doğru değil.

Soyut olanı -sinemayı- klişelerden uzak tutmazsak sinema, ideolojik olarak üretilmeye uygun hale gelir ve sahip olduğumuz her değer bir tür ideoloji haline geldiği zaman, insanlık soyut bir değere sahip olmayan, maneviyattan uzak, çırılçıplak ve yalnız bir yaratık haline gelir.
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV