Yıl:2 Dönem:2 Sayı:2/14

       

     
 

ŞABAN H. ÇALIŞ İLE 'HAYALETBİLİMİ VE HAYALİ KİMLİKLER' ÜZERİNE...

MURAT AK

 
     
  "Marx'sız olmaz.
Marx'sız bir gelecek olmaz.
Marx'ın hatırası ve mirası olmadan hiç olmaz:
Her koşulda bir Marx gerekir.
Dehası ya da hayaletlerinden birisi gereklidir.


Jacques Derrida, Specters of Marx


Derrida'nın hayalet metaforundan başlayalım isterseniz.

Hayalet metaforu içinde bir olumsuzluk barındırıyor sanki. Gerçi Derrida hayaletlerin varlığının illa ki negatif bir unsur olmayacağını hatta empoze edilen şeylere karşı bir direnme gücü sağlayabileceğini söylüyor. Ama hayalet, varlık alanında gerçekliği olmayan bir unsur. Konuyu temellendirme açısından hayalet yerine farklı bir unsur tercih edilemez miydi? -mesela ruh-


Hayalet metaforu orijinal olarak Derrida'ya aittir. Daha önce pek çok kişi tarafından psikoanalizde kullanılan buna benzer metaforlar var. Ben bunu Derrida'dan alırken Derrida'nın anlatış biçimiyle kendi hikayemizi de anlatabileceğimiz bir imkan olarak düşündüm. Osmanlı-Modern Türkiye ilişkisini ele alırken, Özal'la birlikte ortaya çıkan Osmanlı'ya atfen oluşturulmaya çalışılan fikir tartışmalarını anlatmak isterken, Derrida'yla ortak bir yanımızın olduğunun farkına vardım.

Ele aldığım konuda kullandığım hayalet kavramının yerinde olduğunu düşünüyorum. Bu metaforun nasıl bir imkan sağladığı konusuna gelince; Türkçe'nin vermiş olduğu bir imkan var. Hayalet metaforunun aslında Osmanlı'ya ve Türkiye'deki yaşanan sürece uygunluğu da burada ortaya çıkıyor. Niye ruh; hortlak veya başka bir unsur değil de hayalet. Kitabın bazı bölümlerinde özellikle kesmelerle hayalet/ruh/hortlak diyerek ayırdığım cümleler vardır. Bir anlatım biçimi olarak aynı cümleyi üç defa kullanmak yerine tek bir defada anlatmakla istediğime ulaştığımı düşünüyorum. Bu metaforu kullanmamızın cevabı da burada. Ruh da kullanılabilirdi, hortlak da kullanılabilirdi. Neden hayalet. Diğer dilleri bilemem ama hayalet Türkçe'de pozitif ve negatif unsurları içermeyen bir "oluş"u anlatır. Yani "nötr"dür. Eğer önüne bir sıfat eklemezseniz, hayalet dediğiniz şeyin iyi veya kötü olduğunu nitelendirmezseniz, hayalet dendiği zaman karşınızdakinin kafasında "nötr" bir olgu ortaya çıkar. Ama ruh dediğiniz şey pozitif, hortlak da negatif anlam yüklüdür. Bu kelimelerin bizatihi kendisinde varolan bir normatif değer vardır. İşte bu yapı hayaleti, ruha veya hortlağa tercih ediş sebebimizi ortaya koyuyor. Nötr bir kavram olan hayaleti kullandım çünkü; bana göre Osmanlı'nın illa ki negatif veya pozitif bir içerik taşıması gerekmiyor. Osmanlı'nın bizim açımızdan, yaşadığımız bugün açısından pozitif ya da negatif özellikler içeren bir varlık olmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu birinci nedendi.

İkinci nedene gelince; kullandığımız kelimelerin kafamızda izdüşümleri vardır. Hayalet dediğimiz şey ölümle yaşam arasında -arasatta- bir "oluş"a, varlığa delalet eder. Varlık diyorum; çünkü bu maddi belirtileri olmakla birlikte aynı zamanda olmayan bir şeydir de. Karanlıkta ıslık çalmak gibidir. Aslında yokturlar (hayaletler) ama siz onları var gibi düşünürsünüz. Bir anda karşınıza çıkıp bir heyula gibi, sizi aşan bir varlık gibi karşınızda dikileceklerini sanırsınız. Türkiye tarihinde de olduğu gibi, bu ıslık çalınan karanlık ortama benzeyen toplumsal geçiş dönemlerinde birilerinin ensenize dokunduğunu hissettiğiniz dönemde "hayalet"in bize anlatabileceği çok şey var diye düşünüyorum.

Bütün bunlarla birlikte illa ki bunu tarif edip anlamlandırmamız da gerekli değil. Bazı şeyler hissedilen şeylerdir. Hissedildiği gibi kalmak zorundadırlar bana göre. Tarif edildiği zaman anlamını yitiren ve yok olan şeyleri tarif etme mecburiyetinde kalmış olmamız belki de ciddi bir handikaptır. Ben hayalet metaforuna bu yüzden de sıcak bakıyorum. Tanımlanamayan, varolan ama tanımlanamayan bir şey.


Kitabınızda Osmanlı'yı kavramsallaştıran ve bir aidiyet formu olarak biçimlenmesini mümkün kılan devletin son dönemlerindeki yaşama sorunu olup daha önce görünürde bir aidiyet formu olarak "Osmanlı" kavramının var olmadığını söylüyorsunuz. O döneme kadar kozmopolit bir birlikteliğin -ki bu esnek kozmopolitliğin üzerine A.Davutoğlu'nun "Osmanlı sultanları hem Halife (İslam), hem Padişah (İran), hem Hakan (Turan) ve hem de Kayzer-i Rum (Roma)'dur." tesbitiyle vurgu yapmışsınız- sahibi olan Osmanlı topraklarındaki insanlar hangi imkanla bu birlikteliği ortaya koyabiliyorlardı?

Buna binaen bu esnek kozmopolit yapı sadece "devlet-i aliyye" adı altında toplanan pratik yaşamın menfaat birlikteliklerinden mi ibaret yoksa kitabınızda da belirttiğiniz gibi, problem "ol mahiler ki derya içredirler, derya nedir bilmezler" özdeyişinin anlatımında mı gizli?


Osmanlı üzerine yapılan araştırmalarda ve yazılan yazılarda genellikle şöyle bir soru gündemdedir. "Osmanlı" kavramı bir aidiyet formu olarak ne zaman ortaya çıktı. Osmanlı kavramı veya ifadesi yazılı belge anlamında bilinen tarih itibariyle en erken 15. yüzyıla götürülebiliyor. Osmanlı'nın belli bir döneminde bir kavram olarak "Osmanlı" yok zaten. Bu bazıları tarafından Osmanlı'da bir aidiyet formunun olmayışı şeklinde yorumlanıyor. Oysa ki Osmanlı'da bir aidiyet formu var. Yaşayan insanlar kendilerinin bir yere ait olduklarının elbette bilincindeler. Bu insanlığın kendi tarihi serüveninde de böyledir. Adı da konulmuştur, ama illa ki bizim yaşadığımız dönemlerde formüle ettiğimiz şekliyle bir aidiyet formu olmayabilir. Anlatmaya çalıştığım budur. İnsanlığın illa ki millet, milliyetçilik -nationalizm anlamında- gibi bir aidiyet formu içine sokulmasının Osmanlı için geçerli olamayabileceğini söylüyorum. Osmanlı kurulduğundan beri zaten tebası, kendisine tabi olanlar vardır. Hatta bu teba aidiyetin önüne geçebilecek bir bağlılık olabilir. Osmanlı öylesine vardır ki müslim ve gayri müslim ayrımı bile yoktur. Beylik olarak ortaya çıktığı zaman bile Osmanlı'ya tabi olanlar neye tabi olduklarının bincindedirler.


Anadolu'nun zabt-u rapt altına alınma sürecinde; "Osmanlı, taşra için çok defa ceberrut bir devlet, ruhsuz bir yönetici sınıf, asker toplamaktan ve vergi salmaktan başka bir marifeti olmayan ferman sahibi padişahlardan ibaretti."

Osmanlıcılık fikrinin tutmayışının sebepleri bahsinde okuyoruz bu satırları. Ayrıca o dönemde Osmanlı'ya karşı tepkisel anlamda üretilen atasözü ve türkülere de yer vermişsiniz. Aslında bu üzerinde durulmadan geçilen ve genel öğretimize ters düşen bir Osmanlı Tarihi. Halktan belli zümrelerle bu çatışmanın yaşandığı bilimekle birlikte, bunun genel anlamda bir halk-devlet kopukluğu olarak görülmesi fazla genellemeci bir yargı değil mi?




"Neo Osmanlılık, kollektif aidiyet kalıplarının ontolojikyapısı anlamında, muhayyelin yeniden inşası ve modern Türkiye'yi 1990'lı yıllarda, Balkanlar üzerinden gelip ziyaret eden, bir Osmanlı hayaletinden başka bir şey değildir."

Osmanlı'da kısa dönemde beylikler dönemi bittikten sonra belki beylikler dönemi de dahil olmak üzere yönetici sınıfla halk arasında ciddi bir kopukluğun olduğunu düşünüyorum. Bu ciddi kopukluğun, belli tarihsel dönemleri de aşan, sanki seçkinci bir yapının Osmanlı'yı da önceleyen bir döneme ait olduğu kanaatindeyim. Burada yine tarih okumalarında yapılan genel bir yanlış var. Tarih okunurken illa ki negatif ya da pozitif okunmak mecburiyetinde değildir. Osmanlı'da yönetici sınıf gibi bir fenomenin, ayrışmanın olması illa ki bir kötülük olduğu anlamı taşımaz. Osmanlı'da zaten mesele yöneten-yönetilen meselesi değildir. Bütün işlerde devlet adaletin fonksiyonu olarak görülür. Devlet varsa ki adalet vardır. Ya da aksi, devlet ancak adalet varsa vardır. Bunun dışında Osmanlı'ya ait devlet halk gibi kavramları kullanmaya kalktığımızda arada derin bir kopukluğun var olması belki kötü bir şey değil. Çünkü Osmanlı'da önemli olan adalettir. Toplumun bütün katmanlarını eşit gören, sınıfsız gören, çelişkisiz gören bir yapı değildir Osmanlı. Fakat adalet mefhumunun ciddi bir şekilde zedelendiğini düşündüğüm dönemlerde esas tartışılması gereken toplumsal yapıdaki kopukluklar başlar. Sorun toplumsal yapıda yönetici-yönetilen sınıfın olması değil, aralarında bir ilişkinin olmamasıdır. Osmanlı'da bozulmaya doğru gidilen dönemlerde adalet ciddi şekilde çarpıklaşır, adalet çarpıklaştığı için ilişkilerde ciddi şekilde çarpıklaşacaktır. Bu anlamda Osmanlı ideal bir form olarak çıkmaz karşımıza; eşit, sınıfsız bir toplum değildir. Başlangıcından beri Osmanlı birtakım çelişkileri de içinde taşıyan bir toplum olmuştur. Özellikle dikkatimi çeken tebasındaki bazı kesimlerle Al-i Osman arasındaki sürtüşmelerin olduğunu gözardı edemeyeceğimizdir. Bunun Osmanlı'yı, belki beylikler dönemini de önceleyen "yörük" toplumsal yapısıyla ilgili bir durum olduğunu düşünüyorum. Mesela Osmanlı'da özellikle Türkmenlerin bir kısmıyla Osmanlı yönetici sınıf arasında derin problemler ortaya çıkmıştır. Bunu iddia etmek için Osmanlı tarihini çok derin bilmeye de gerek yoktur. Osmanlı'nın en fazla başına bela olan Anadolu halkı, Anadolu Türkleri, Anadolu Türkmenleri olmuştur. Osmanlı'nın en güçlü olduğu dönemde bile en fazla isyan Anadolu'dan çıkmıştır. Bu Celali isyanlarına hatta öncesine kadar götürülebilir. Hep hür yaşamış, özgür yaşamış sürekli bir yerden bir yere giden bir yapıyı kontrol etmeye çalışmıştır Osmanlı. Ve bu kontrol mekanizması Türkmenler arasında çok ciddi sıkıntılara yol açmıştır. Aradaki kavga da budur. Mesela bir Kuyucu Murat Paşa Balkanlar'da yoktur. Balkanlar'da Anadolu'daki isyanlar da yoktur. Mesela tüm Arap toplumundaki isyanlar Osmanlı gücünü kaybedinceye kadar sayısal olarak Anadolu'daki isyanlarla karşılaştırıldığı zaman çok düşük bir oran teşkil edecektir. Bu isyanların temel sebeplerinden birisi olarak Osmanlı'yla varlığını eşit gören başka varlıkların olduğunu düşünüyorum.


Anadolu topraklarındaki değişimin mimarları "Osmanlı" kavramını önce bir aidiyet formu şeklinde kullanarak halkın desteğini almış, Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki dönemdeyse "Osmanlı" kavramı yeni kurulacak ülkenin tanımında "öteki"leştirilmiş. Yani Osmanlı modern Türkiye'nin ötekisi olmuş ve dışarısında bırakılmıştır. Siz de bu bağlamda P. Wagner'in "tanımda dışarıda bırakılan içeridekine hep baskısını hissettirir" tesbitinden yola çıkarak Modern Türkiye'yi kuran mimarların Osmanlı'yı reddeden tavrıyla aslında Osmanlıcılık fikrini hep yaşattığını söylüyorsunuz. Bu da Osmanlı nın modern Türkiye'de yaşayanlar tarafından şizofrenik nekrofili bir durumla idealize eksenine oturtulmasına ve yaşanılan "an"ın yani bugünün değersizleştirilmesine yol açıyor.

Eğer Modern Türkiye bir "Osmanlı olmayan" olarak tanımlanmadan ortaya koyulsaydı -ki o zaman "modern" Türkiye olur muydu bu da ayrı bir sorun- nasıl farklı bir durum ortaya çıkardı?


Modern toplumlarda tanımlamalar, aidiyet formları oluşturulurken, birilerine karşı veya kendilerine ait olan bir takım olumsuz faktörleri atfedebilecekleri karşı varlık oluşturmalar vardır. Bunun somut bir varlık olması şart değildir. Bazı toplumlarda çok somut kavramlar üzerine aidiyet formları oluşturulmuş, bazı toplumlar da soyut kavramlar üzerinde aidiyet formu oluşturmaya çalışmışlardır. Modern Avrupa kimliğinin oluşmasına bakarsanız, bu kimlikte pek çok yabancı (yabanıl) formlar vardır. Onlar barbardır, kötüdürler. Eski Yunan'dan günümüz Avrupa'sına gelen süreç içerisinde pek çok yabanıl formlar Avrupa'nın karşısına koyulmuştur. Kötü olan hep ona doğru atfedilmiştir. Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti ilişkisi açısından konuya baktığımız zaman görürüz ki, Modern Türkiye Cumhuriyeti kurulurken kendisine en yabanıl görünen form Batı'dır. Modern Türkiye Cumhuriyet'inde Osmanlı veya Osmanlı kimliği oluşturulurken ortaya çıkacak/çıkabilecek olan bir öteki olarak Batı seçilmek zorundaydı. Bu bir zorunluluktu çünkü Kurtuluş Savaşı, Batı'ya karşı yapılmış bir savaştı. İstiklal Harbi özünde Batı'ya karşı, hatta Batılı değerlere karşı yapılmış bir savaştı. Fakat İstiklal Harbi'ni yürüten yönetici sınıf Batı'yı "öteki"leştiremedi. Batı'yı örnek almışlardı ve Batı'yı "öteki"leştirmiş olmaları kendilerini inkar anlamı taşıyacaktı. Bu yüzden 1919'la 1922 arasında Osmanlı kimliğine sarıldılar ve Osmanlı onlara İstiklal Harbi'nin kazanılmasında bir güç sağladı. Daha sonra iktidar ele geçirilince, Osmanlı aynı sınıf tarafından "öteki" olarak ifadelendirilmiştir. Çünkü olmak istedikleri şey Batı'dır. Batı'yı "öteki"leştiremedikleri için Batı'nın "öteki"si olan Osmanlı'yı "öteki" olarak görmüşlerdir. 


Yani Batı bir anlamda zorunlu bir tercih olmuş diyebilir miyiz?

Burada tabi kaçınılmaz bir tercih vardır. Modern Türkiye'yi kuranlar Batılı bir toplum oluşturmak istedikleri için Batı'yı "öteki" olarak gösreremezlerdi. Ama asıl çelişki de burada yatıyor. Osmanlı toplum olarak "öteki" olamayacak kadar kendisini vareden bir özdür. Osmanlı'yı vareden süreç de budur. Osmanlı'yı "hayatileştiren", "hayaletleştiren" süreç de temelde buradan çıkmıştır.


"Neo-Osmanlılık"ın Özal'la birlikte ortaya çıkmasına sebep nedir? Özal'a kadar neden görünürde belirgin bir Osmanlılık yok?

Neo-Osmanlılık'ın Özal döneminde ortaya çıkmasının birden fazla sebebi vardır. Öncelikle toplumsal muhayyileyi harekete geçiren bir isim olarak Özal döneminde ortaya çıkması çok da sürpriz değildir. İkincisi soğuk savaştan sonra -1989 sonrası- Balkanlar'ın ortaya çıkması, yani Kafkasya'nın ortaya çıkmış olması, aynı şekilde Orta Asya'nın ortaya çıkmış olması -nisbeten Osmanlı'ya uzak bir ilişkidir- kaçınılmaz biçimde Özal döneminde Türkiye'yi kendi geçmişiyle yüzyüze getirdi. Özal'ın geçmişi, mayası da buna uygun olduğu için Neo-Osmanlılık düşüncesi hiç de sürpriz olmayan bir biçimde Özal'ın iktidarı döneminde ortaya çıktı. Fakat bu, Özal'dan önce Osmanlı yoktur anlamına gelmiyor. Özal'dan önce Osmanlı vardır. Neo-Osmanlılık biçiminde formüle edilmiş bir düşünce değildir. Daha önce de pek çok tarihçide, pek çok sanatçıda, siyasetçide, hatta Anadolu'nun pek çok köylüsünde yaşayan bir Osmanlı vardır.


Özal'la birlikte yakın tarihte Balkanlardaki sorunlarla ortaya çıkan "Neo Osmanlılık"ın Osmanlı'yı bütün yönleriyle kabul eden değil, onun sahip olduğu siyasal hakimiyeti ve emperyal vizyonu kensine hedef belirleyip Osmanlı'daki birçok geleneksel yapıyı dışarda bırakan eklektik bir "Osmanlılık" olarak boy gösterdiği iddia ediliyor. Aslında bu daha çok Neo Osmanlılık'a karşı yapılan İslamcı bir eleştiri.

Özal hayattaken Neo-Osmanlılık konusundaki görüşlere ciddi diyebileceğimiz şekilde bir itiraz gelmemiştir. Aslında Osmanlı'ya sahip çıkması beklenen kesimler -buna milliyetçiler ve İslamcılar da dahildir- çok da ciddiye almadılar Neo-Osmanlılık'ı.

Bu duyarsız kalmanın ve olumsuzlamanın temelinde ben entelektüel bir kıskançlık görüyorum. Kendilerinin formülleştiremedikleri bir Neo-Osmanlılık düşüncesinden dolayı entelektüel bir kıskançlıkla ona duyarsız kalmaları ve tu-kaka şeklinde göstermiş olmaları muhtemeldir gibi geliyor bana. Kendi toplumsal muhayyilesini harekete geçiremeyen birtakım insanların eleştirileri var gibi bu noktada. Öte yandan Neo-Osmanlılık'a ve Özal'a dönük "Osmanlı'nın sadece siyasal yönü ve emperyal vizyonuyla ilgileniyor" diyerek yapılan eleştiriler haksızdır. Özal Osmanlı'ya hem kültürel hem siyasal yönüyle çok ciddi bir şekilde bakıyordu. Osmanlı aidiyet formlarının Modern Türkiye içerisinde bir seçenek olabileceğini düşünüyor, sadece bir dış politika aracı olarak görmüyordu. Neo-Osmanlılık daha çok dışa dönük politikaya ağırlık verdiği için bir dış politika aracı olarak görülmüştür.

Bunun dışında ne Neo-Osmanlılık fikrini ortaya atanlar bir görüş olarak Neo-Osmanlılık'ın hakkını vermişler; ne de onu eleştirenler ne dediklerini net olarak ortaya koymuşlardır.


Marx'ın tefsircilerinden Jacques Derrida "tarihte epistemolojik anlamda kopmalar yoktur" diyor.

"Osmanlı"yı hiçleştirmeye ve onunla tarihsel bağlarını koparmaya çalışan bugünkü "Türk modernleşmesi" tarihsel sürekliliği inkar ederek çarpık bir şekilde devam ediyor. "Türk modernleşmesi"nin bugün sağlam bir oturmuşluk arzedememesindeki sebeplerden biri bu olabilir mi?

Türkiye'de modernleşme hareketinin veya aidiyet formu oluşturma çabalarının çarpık biçimde ortaya çıkmasında esas sorun Osmanlı'nın eleştirilmesi değil, Osmanlı'nın layıkıyla eleştirilmemesi/eleştirilememesidir. Problem eleştirinin nasıl yapılması gerektiği konusunda. Türkiye'de bütün birimleri/kesimleri ilgilendiren ciddi bir sorun vardır. Nasıl bir eleştiri yapılacak. Yani insanlar bir şeyi görmeden, duymadan, okumadan, bilmeden kolayca çizebiliyorlarsa orada herşeyin çarpıklaşması, yeli yerine oturtulamaması kaçınılmazdır.


Kitabınız bilimsel bir çalışma özelliği taşımasına rağmen bu tür çalışmalardaki anlatımsal kısırlık ve sıkıcılıktan kurtulmuş. Özellikle dipnotlarda yeralan web sitesi adresleri ve veri olarak kullanılmaları, konunun dışında gibi görülen hususların konuyla ilişkilendirilmesi bilimsel çalışmalarda pek raslamadığımız unsurlar. Bunun sebebi edebiyat, sinema ve benzeri sanat alanlarıyla da yakından ilgilenmeniz olsa gerek.

Türkiye'de ciddi bir dil/anlatım sorunu var. Türkçe'yi çok kısır bir dil olarak kullandığımız kanaatindeyim. Türkiye'de yazılan ve bilimsel olduğu söylenen eserlerdeki sorunun da bilimsellikten değil, dil kısırlığından kaynaklandığını düşünüyorum. Neredeyse Anadolu köylülerinin bile dil dağarcığı bu bilimsel denilen eserlerin dil dağarcından daha zengindir. Oysa ki Türkçe gürül gürül özgürce akabilen bir dildir. Müslüman olduğumuz için Arap diliyle, yine müslüman olduğumuz için Farsça'yla münasebetimiz olmuştur tarihte. Türkçe dünyanın en zengin iki dili olan bu dilleri yedeğine alarak konuşan bir dildir. Yazık ki bütün bu zenginliğe rağmen çok kısır metinler ortaya çıkıyor. Kitabı yazarken bunu düşündüm ve serbest bir metin ortaya çıkması için çaba safettim.

Bahsettiğiniz özelliklerime gelince; amatör sayılamayacak derecede hem edebiyatla hem de edebiyatın pek çok türüyle ilgilendim. Çocukluğumdan beri yazdığım hikayeler ve yarım bıraktığım romanlar, az da olsa müstear isimlerle yayınladığım şiirler de vardır. Sinemayla da hem amatör düzeyde hem profesyonel düzeyde uğraştığım dönemler olmuştur. Bahsettiğiniz bu alanlara yakın buluyorum kendimi. Bu anlamda bir ilim adamı olarak da kendimi şanslı da hissediyorum.


Son olarak kitabınıza gelen eleştiri ve tepkilerden; okur kitleleri tarafından nasıl karşılandığından bahsetmek isterseniz.

Büyük oranda olumlu tepkiler aldığımı söyleyebilirim. Gerçi bir kısım okur kitabın ilk birkaç bölümünün sıkıcı olduğunu söylediler. Bence kitabın tamamı okunarak karar verilmelidir. Ki ben bunu okurlara söyledikten sonra onlar da beni teyid ettiler. Okur sabırla kitabın tamamını okumayı hedef edinmelidir. Türkiye'deki okumaktan uzak olan insan tipinin kitap okunurken ciddi bir şekilde sorun yarattığını düşünüyorum.

Genç okurlar Osmanlıca'yı çok kullandığım, yaşça daha ileri olan okurlar da Öztürkçe'yi çok kullandığım kanaatindeler. Ben ise bunları birleştirmekle iyi yaptığım kanaatindeyim.

Ayrıca kitabı okuyup bitirenler bu farklı yaklaşımla kafalarında bir çok soru işaretinin açıldığını ve bazı şeyleri yeniden yerli yerine oturtmaya çalıştıklarını söylüyorlar. Ben bunun iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum.
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV