Yıl:2 Dönem:2 Sayı:8/20

       

     
  HONÇA

DURAN ÇETİN



-Haydi! Ne duruyorsun?, diye bir çığlık kapladı ortalığı.

İrkildim. Olduğum yerden fırladım. Odanın penceresine koştum. Yüksekçe olduğu için yastığın üzerine çıktım. Fal taşı gibi açılmış gözlerim, çığlığın sahibini aradı. Güneş ışığından başka bir şey görünmüyordu.

Hiç vakit geçirmeden, kendimi dışarı atmak için koştum. Kapıdan adım atarken karşımda çakılı vaziyette duran Murat'la yüz yüze geldim.

Birlikte olduğum arkadaşlarımın en büyüğü olan Murat, hiç duraksamadan:

-Gidiyoruz, diyerek yürüdü.

-Nereye?

-Varınca görürsün! Çok güzel çok!

-Ne?, dedim. Cevap vermedi. Güneşin keyifli aydınlığında gölgeleri takip edip yürüdük. Az ilerde, mahallenin belki en yaşlı badem ağacının altında, öbeklenmiş çocuklar vardı. Yanlarına vardığımızda, hepsinin neşe dolu yüzleri, yarışa hazırlanan sporcunun yüzü gibi değişti.

Ne yapacağımızı konuştuk. Çok ciddiye aldığımız olayı, en ince detayına kadar planladık. Hiç vakit geçirmeden harekete geçtik.

Sonuca bir an önce ulaşmanın dayanılmaz isteği ile, start almış yarışmacılar gibi koştuk. Kimisi önde, kimisi arkada, bağırmalar, çağırmalar... Patırtı gürültü ile hedefe ulaşmanın sevincini yaşama coşkusu, gözünü budaktan esirgemez tavırla koştuk, koştuk...

Hedefe ulaştığımız zaman, kan ter içinde kalmıştık. Sıcaktan gagalarını açan tavuk ve civcivleri gibi soluyorduk. Ama olsun. Sonuçta çok hoşumuza giden, sık sık yaşamak istediğimiz bir olayı yaşayacaktık. Bütün bunlara değerdi doğrusu.

Murat ve ben temsilci olarak bir adım önde, diğerleri arkamızda kapının önünde sıralandık. Murat kocaman yumruklarını kapıya vurdu. İçeriden hiçbir ses çıkmadı. Murat, bir daha bir daha vurdu. Bütün planlarımız boşa mı gidecekti? Sevincin yerini hüzün rüzgarları kaplamıştı. Tüm ümitler solmaya başlamıştı.

Düşünce yoğunluğumuz dağılmıştı. Bu esnada, metal kapının kolu "şık" sesiyle aşağı indi.

Bu ses, hepimizi bir anda uyardı. Kapı, yağsız menteşelerinin gıcırtısıyla açıldı.

Karşımızda Zeynep Teyze bütün heybetiyle duruyordu. Kalabalığa bir anlam verememiş gözlerle baktı. Gülümseyen yüzüyle:

-Ne oldu çocuklar?, dedi.

Bu sözleri söylerken, ne olduğunu anlamıştı. Gözlerinin içi gülüyordu.

Hep birlikte, çok sesli çocuk korosu gibi bağırdık:

-Müjde! Müjde!

-Ne Müjdesi?

-Zeynep Teyze! Honçamızı isteriz, dedim.

Yüzünün tamamına yayılan gülümsemesi, sevincinin dışa yansımasıydı:

-Ne istersiniz?, diyerek kapıdan dışarıya bir adım attı.

-Para isteriz, para.

Yüz hatları gerilen Zeynep Teyze, yokluğun sıkıntısını çekiyordu. Bir an sustu. "Param yok" diyemedi. Ezikliğini içine attı. Sanki içinde volkan kaynıyordu. Sevincini bizimle paylaşmak istiyordu. Ama yokluk... Ne de olsa ilk torunuydu bu.

Bizler de fırsatı değerlendirmek için oraya gelmiştik. "Yok"tan anlamazdık. Anlamak istemezdik.

-Buğday versem olur mu çocuklar?, diyerek sıkıntısını geçiştirmeye çalıştı.

-Evet, diyerek bağırdık.

-Ne oldu?

-Bir oğlan oldu.

-Oğlan mı?

-Evet, oğlan.

-Çok şükür kurtulmuş.

Torununun oğlan olduğunu duyan Zeynep Teyze, hızlı adımlarla karşıdaki ardiye olarak kullanılan yere yürüdü, giderken:

-Çocuklar!, dedi. Bekleyin, hemen geliyorum.

Az sonra elindeki buğday dolu tenekeyle yanımıza geldi:

-Alın çocuklar!, diyerek tenekeyi ortaya koydu.

Murat, buğday dolu tenekeyi kucağına aldı. Yola düştü. Arkasından da biz.

"Tenekeyi atmayın. Geriye getirin!" sesi kulaklarımızda, gözlerimiz bakkala ulaştıracak olan yolda, koşarcasına yürüdük.

Hedefimize bir adım daha ulaşmıştık. Sıra son hamleye gelmişti.

Baskın yapar gibi, hep birlikte daldık dükkana. Bakkal Osman Dede, her zamanki gibi içten ve sevecen bir tavırla:

-Eee, çocuklar! Ne var yine?

-Buğday, diyerek kucağındaki tenekeyi, derme çatma tahtalardan yapılmış masanın üzerine "küt" diye bırakan Murat, nefes nefese kalmıştı.

-Dur oğlum! Masamı kıracaksın.

-Kırılmaz, kırılmaz.

-Ne istiyorsunuz bakalım?

İlk toplanma yerinde kararlaştırdığımız gibi:

-Lokumla bisküvi, dedik.

-Nerden aldınız buğdayı?

-Zeynep Teyze'ye torununu müjdeledik. O da bize buğday verdi.

-Honça yani.

-Evet honça.

Osman Dede, titreyen elleriyle buğdayı terazisinde tarttı. Nur yüzlü, bakımlı sakalları ile nezaket timsali bir insandı. Çocukları çok severdi. Çocukların yaptığı şımarık ve yaramaz davranışlarını hoş karşılar, kızmazdı. Zaman zaman onlarla oyun oynamaya, şakalaşmaya kalkardı.

Tarttığı buğdayı, çuvala boşalttı. Karşı terekteki lokum sandığı ve bisküvi kutusunu indirip masaya koydu. Sonra da terazinin bir kefesine gramlardan bir kaç tane attı. Diğer kefesine lokum koyarak tarttı ve aynı şeyi bisküviler için de yaptı.

Biz, bir an önce bu işlemi bitirip, lokum ve bisküvilere kavuşmayı istiyorduk. Çünkü böyle günler çok değildi. Arada bir yakaladığımız bu fırsatı kendimizce iyi değerlendirmeyi istiyorduk.

Osman Dede tartmayı bitirdi. Kağıttan yapılmış keselere, koydu:

-Alın bakalım çocuklar. Afiyet olsun, diyerek uzattı.

Kaptığımız gibi dışarıya fırladık. Tekrar ilk toplanma yerimiz, yaşlı badem ağacının altına geldik.

Adaletlice dağıtmak için lokum ve bisküvileri tek tek saydık. Herkes eşit bir şekilde paylaştı. Bu bizim toplu olarak yaşadığımız en büyük zevkimizdi. Oturduğumuz yerde, bisküvilerin arasına koyduğumuz lokumları afiyetle yerken, doğum için gelip gidenlere bakıyorduk.

Yanımızdan geçen Zeynep Teyze:

-Afiyet olsun çocuklar!, dedi.

-Sağool, diye bağrıştık.

Tahta merdivenlerden sızlayan dizlerini tutarak eve çıkan yeni anneanne, gözlerden kaybolunca düşündüm:

Mahallenin koyunları sıra ile güdülürdü. Sıra babama geldiğinde, otlatmak için gittiği dağlarda doğan kuzu ile oğlakları eşeğin sırtındaki heybeye koyardı. Eve geldiğinde; heybedeki kuzu ve oğlakları kucağıma alıp doğruca sahiplerine götürürdüm. Sonra da "honça" isterdim. Onlardan aldığım birkaç yumurta ile sevinirdim. Anneme pişirtir, zevkle yerdim. Ertesi gün için planlar yapardım...

Ben, bunları hayal ederken kapının önüne tekrar çıkan Zeynep Teyze'ye gözüm takıldı. Bize bir şeyler söylüyordu.

Çocukların gürültüsünden söyledikleri anlaşılmıyordu.

-Susun!, diye bağırdım.

Çocuklar susunca Zeynep Teyze'nin sözleri duyuldu:

-Hani çocuk doğmuştu? Sizi yaramazlar. Beni niye kandırıyorsunuz?..

Herkes birbirine baktı. Gerçekten doğmamış mıydı? Gözlerimi Murat'a odakladım:

-Ne iş?, dedim.

-Bilmem. Bize öyle söylediler. Bir oğlu oldu, dediler.

Zeynep teyze konuşmasına devam ediyordu:

-Ayıp. Çok ayıp. Günah...

Çok üzülmüştüm. Farkında olmadan birisini kandırmış, honçasını yemiştim. Ama yapabileceğim bir şey de yoktu.

Arkadaşların bazıları dağılıp gitti. Bir kaç kişi, orada oyalandık.

Zeynep Teyze birkaç söz daha söyleyip tekrar eve girdi.

Kısa bir süre geçti. Gözlediğimiz evde bir hareketlilik oldu. Dışarı çıkanlardan haber sorduk.

Sonuçta mutlu haberi aldık. Erken müjdeleyip honçayı peşin yedik. Olsun haber güzeldi.

Çocuk doğdu. Üstelik kız.
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV