Yıl:3 Dönem:2 Sayı:6/18

       

     
  İSİMSİZ ROMAN

FATİH KAYA



Küçüklüğünden beri bir arayış içindeydi, etrafı güllerle kaplı, mis kokulu mutluluğu aradı hep. Annesinin "Oku da para kazan, bizlere hiç bakma sen, kendini kurtar" cümlesini ta çocuk yaşlarından beri duymaktaydı. "Kendini kurtar" ifadesinden hiçbir şey anlamamasına rağmen, "Tamam anne, ben ne için uğraşıyorum" derdi, o hiç sevmediği okullarda okurken. Okulu sevmediğini hiçbir zaman ailesine söyleyemedi, zaten söyleyemezdi de. O yoksul ve okumamış anne ve baba hiç bir zaman okulu sevmeme gibi bir fikrin olabileceğine ihtimal veremezdi. Şu an çektikleri yoksulluk sorunlarının okumadıklarından kaynaklandığını sanıyorlardı çünkü. Bir de üstüne üstük o çok az olan bütçelerinin hemen hemen üçte birini son umutları çocukları Haldun'a okuması için ayırmışlardı ki gel de ben okulu sevmiyorum de! Sevmediği halde okullarını zor da olsa tamamladı Haldun.

Ortaokul ikinci sınıfta Türkçe öğretmeninin hediye ettiği bir romanı okumasıyla kitaplarla tanıştı. Bu romandan o kadar büyük bir tat almış, o kadar çok etkilenmişti ki, o günden sonra okuduğu kitapları hep o tadı yeniden bulabilmek için okumuştu fakat bulamamıştı. Ama yılmadan, bıkmadan, sıkıntıdan patlayacak gibi de olsa bırakmadan bir sürü kitap okudu. O müthiş bir dille yazılmış, harika bir kurguyla dizayn edilmiş o zaten her insanın merak edeceği bir konuyu, benzersiz küçük olaycıklarla süslenmiş kitabın az benzerine dahi hemen hemen her gecesini kitap okumakla geçirdiği dokuz senede hiç rastlamamıştı. Hatta o romanın yazarının yazdığı diğer kitaplarda bile bu tadın benzeri yoktu.

Sırf bu kitap yüzünden üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı okumuş ama o kitabın yerini tutan başka bir kitaba rastlamamıştı. Mezun olduğunda kitabın yazarına ulaşmak istemiş fakat iki sene önce öldüğünü öğrenmiş, yıkılmıştı. O kitabı okuduğunda aldığı zevki, o anlardaki mutluluğu arıyordu Haldun, mutluluğun hayatında en yüksek dereceye ulaştığı o anlara yeniden ulaşmak az da olsa yeniden yaşamak istiyordu. Okuduğu diğer kitapların dışında bu kitabı altmış yedi kez okumuştu. Fakat artık hemen hemen her yerini ezbere bildiğinden, başka bir konuda yazılmış, yeniliklerle dolu bu kitaba eşdeğer bir kitap arıyordu bu yüzden. Annesini dediği "Kendini kurtar" ifadesi kulaklarında çınlıyor, kendi kendine ölmüş olan annesine, belki duyar diye "Benim kurtuluşum işte bu kitap, bu manyak, deli, kayıp kitap, anne!" diyerek kitabı işaret ediyordu. Bu kitap, dünyada yazılmış en iyi kitaptır diye düşünüyor fakat üniversite de profesörlerden bile okumayanların varlığı onu derin derin düşündürüyordu. Sonunda bu kitabın benzerini kendisi yazmaya karar verdi. Bazı edebiyat dergilerinde yayımlanan öyküleri vardı fakat roman yazmanın, üstelik o hayatını değiştiren romanın bir benzerini yazmak her babayiğidin değil, hiçbir babayiğidin harcı değildi.

Bütün tanıdıklarından borçlar topladı. Banka kredileri aldı. Annesinden kalma bilezikleri de bozdurduğunda artık yeterli parası tamamlanmıştı. Tam altı ayı yazacağı romanın ana hatlarını, kurgusunu kafasında oluşturmakla geçirdi. Romanda geçen yeri Urfa olarak belirlemişti. Bir valiz eşya ve el bilgisayarı haricinde yanına hiçbir şey almamıştı, Urfa'ya giderken.

Urfa'da küçük bir ev tuttu. İçine belli başlı birkaç eşya satın aldı. Her öğün yemeğini dışarıda yiyordu. Hemen hemen üç ayını da Urfa'yı tanımak için harcadı. Her gün evden çıkıp sokaklarda dolaştı. Romanın, o ortaokulda okuduğu, kendisine göre dünyanın en iyi kitabı olan romana benzemesi için daha çok çalışması gerekiyordu. Urfa'da bulduğu büyük bir kütüphanede yazacağı konuyla ilgili tam seksen sekiz kitap karıştırdı, defterler dolusu notlar tuttu. Romanda estetik cümleler kullanmak için duygusal şarkılar dinledi. Geceler boyu düşündü. Hatta romanda anlatılacak küçük aşk hikayesi için aşık oldu. Kadınlarla çıktı. Artık hayatı bu roman olmuştu. Roman için yaşıyordu. Kurtuluşu için!

Tam iki yıldır Urfa'dan başka yere gitmedi. Okudu, dinledi, araştırdı ve düşündü. Romanı için yaşadı. Geceleri konuştuğu kasetler doldurdu. Bu iki yılda romanı için bir kelime bile yazmamıştı. Her şey o okuduğu kitaptaki gibi mükemmel olsun istiyordu. Sonunda hayatını adadığı romanı yazmaya başladı, yavaş yavaş. Her kelimesine itina ede ede. Yazarken sözlükler karıştırıyor, yazım klavuzlarına başvuruyordu. Kendini hazır hissettiği anlarda yazıyordu, mükemmel olması için. Bazen o anı bekleyerek geçiyordu günleri.

Urfa'ya geleli üç yıl olmuştu ki kimseyi aramamış, sormamış aslında merak da etmemişti. Hemen hemen kitabın ortalarını geçmişti. Planlarına göre bir bu kadar belki de biraz daha az yazacaktı. Türkiye sarsılacaktı bu romanla! Bir gün yine o hazır olma anını beklerken dışarı çıkıp öğle yemeği yemeye gitti. Patlıcan kebap ve pilav yedi. Sonra bir kahvede çay içti. Ve birden o "hazır olduğu" anı yaşadı ve eve doğru koşar adım gitti. Kafasından bir sürü fikir geçiyordu "tamam bunu yazıcam, evet çocuk böyle diyecek" gibi şeyler. Bu hazır olduğu andı işte. Fakat fazla sürmedi bu an. Eve yaklaştığında binanın etrafında bir kalabalık ve gökyüzüne doğru çıkan dumanları gördü. Sessizce "Yangın... yangın... yangın bu. Evet yangın bu!" der demez koşmaya başladı. Binanın önüne geldiğinde alevlerin kendi dairesinden çıktığını gördü. Birden kendini kaybetti. İtfaiyecilerin "Hayır! O bantı geçme. Heeeyy! Nereye gidiyorsun" bağrışları ve şaşkın bakışları arasında hızlıca binaya girdi. Aklında bilgisayar vardı, evet evet bilgisayarı alacaktı. Alevlere rağmen kapıya bir tekme atıp kırdı ve daireye girdi. Yanarak düşen tahta parçacıklarına rağmen çalışma odasına girdi ve bilgisayarına koştu. Bilgisayar alevler içindeydi, yarısı erimiş. "Olamaz! Olamaaaazzz!" sesleri dışarıdan bile duyuldu. Kitapları, notları, bilgisayarı, romanı yanıyordu gözünün önünde. Hayalleri, emekleri, kocaman üç buçuk senesi, en önemlisi de annesinin dediği "kurtuluşu" yanıyordu. 
Bir den o ortaokulda okuduğu, o hayatını değiştiren kitabı, küçük kütüphanesinin üst rafında gördü. Hemen aldı ve iki eliyle göğsüne bastırdı. "Sana kimse zarar veremez, sen benimsin" diyordu ağlamaklı. Kapıya yöneldiğinde kapının alevlerden gözükmediğini gördü. O an kafasına bir tahta parçası düştü. Yere yığıldı. Gözleri kararmıştı. Çalışma odasının ortasında, kucağında o benzersiz romanını iki eliyle sıkmış, yerde öylece yatıyor, yanıyordu.

İtfaiyeciler yangını söndürdüğünde, Haldun çoktan ölmüş, tanınmaz haldeydi. Kucağında da kül olmuş bir roman vardı. Yanmış bir hayat, kurtulamamış bir beden ve o ismi hiçbir zaman bilinmeyecek, isimsiz bir roman vardı Haldun'dan kalan...
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV