Yıl:2 Dönem:2 Sayı:4/16

       

     
  HAC, ÇOBAN VE CİNGIL

ÜMİT SAVAŞ



Sobanın üzerinde biraz önce yemiş olduğu portakal kabuklarını yakıyordu... Radyoda hüzünlü bir melodinin oluşturduğu fon ile spiker hac ile ilgili bir hikaye okudu... Kutsal toprakların, özellikle Peygamber Efendimiz'in kabrindeki kokunun dünyanın hiçbir yerinde olmadığını anlatıyordu... Bunu anlatırken içten, sesini titreterek ve heyecanını, daha iyi anlaşılsın, aynı hava teneffüs edilebilsin diye, kelimelere yansıtmaya çalışıyordu... Radyodan sesler net olarak anlaşılmıyordu... Adam sobanın üzerine, kokusu çıksın diye bıraktığı portakal kabuklarını çevirdi... Kahvede önemsenen bir varlığı yoktu. Kimse masasına çağırıp ta çay ısmarlamaya tenezzül etmediği için sobanın başında, yalnız başına oturuyordu. Portakal kabukları ile uğraşıyor, bir yandan da ellerini sobada ısıtıyordu... Portakalın kokusu birkaç kişinin bakışını önce sobaya, sonra ona yönlendirdi. Spiker hala kokuyu, kutsal toprakları anlatmaya devam ediyordu. Belki de tam bu sırada etrafa yayılan kokudan dolayı bakışları üzerine çekmeyi başarmıştı...

Biraz hor görmek ile küçümseme arası bir bakış, dudaklarda alay ifadesini alan bir sırıtmanın eşlik ettiği bir bakıştan sonra herkes kendi masasında konuşmaya devam etti...

Her yer karla kaplıydı. Okullar tatil edilmişti. Betonarme olduğu için soğuk olan evimin en küçük odasında oturmuş olmama rağmen bir türlü ısınamıyordum. Pencereden içeri sızıyordu soğuklar. Oysa buradaki evlerin çoğu kerpiçtendi. Kışın sıcak yazın serin oluyormuş. Bu yaz bunu tecrübe etmek için kerpiç bir ev aramaya başladım şimdiden. İki göz bir oda bile olsa yeterliydi benim için. Yeter ki biraz ısınsın. Kitaplarım, bilgisayarım ve ben, sığardık zaten böyle bir eve... oysa şimdiki odam ne kadar soğuk! Acaba yalnızlıktan mı diye düşünüyorum bazı geceler... Bilgisayar masasına yazı yazmak için oturduğumda, ayaklarım duvardan gelen soğuğu içine alarak sızlarken, sırtım yanan sobanın harareti ile terliyordu... Dengesi yoktu. İşte böyle bir günde ayaklarım soğuktan sızladığı, sanırım romatizmam oldu, ve yanan soba da sırtımı ısıtmadığı, penceremden içeriye zaten hassas olan gözlerimi rahatsız edecek biçimde karın rengi yansıdığı için, şimdi gözlerimin altına bir kömür karası, ya da rimel çeksem nasıl olur diye düşünerek, evimin hemen aşağısındaki kahveye indim...

İçeri girmeden önce görmüştüm onu. Fazla inmiyordum kahveye. Ama, birkaç kez oturduğumda kim kimle oturur öğrenmiştim. Konular aynıydı genelde. Zamlar, geciktirilen çiftçi paraları, hayvanların piyasası, süt birliğinin artan yem maliyetlerine rağmen neden sütlere zam yapmadığı, kaymakamın sütten yaptığı kesenek, az biraz yoksulluk ve bol miktarda dedikodu... Kahve oyunları yoktu. Sadece çay içilir ve abone sistemi ile çalışan bir gazete geldiği için o okunurdu. Gazetenin orta sayfası diğer sayfalarından ayrılarak okunur, ayrı bir önem atfedilirdi. İlk zamanlar, gazeteyi elime aldığımda orta sayfasını bulamadığım için rastgele çıkarıldığını düşünmüştüm. Ancak ara ara merak edip okumak için gazeteyi elime aldığımda ısrarla orta sayfasını ayrı buluyordum. Sonra bu sayfada ne var diye merak edip dikkatle incelediğimde bazı menkıbeler, fıkıh konularının yazıldığı bir sayfa olduğunu fark ettim. Hikmeti bu olsa gerek diye düşündüm. (Hâlâ bunu kimseye sormuş değilim.) Bu kahve (belki diğerleri de öyledir, bilemiyorum) ilginç bir yer. Daha doğrusu yaşadığım yerde ilginç bulduğum kişilere rastlıyorum... Bir gün çay içerken gazeteye göz atmak için de fırsat kolluyordum. Hemen yan masada, sakalları tamamen ağarmamış, kırçıllaşmış, başında dışarıda giyilen takkesi, ayağında, benim keçeye benzettiğim, kalın kumaştan dikilmiş bir pantolonu, eskimiş kahverengi bir ceketi ve ceketinin içinde, koyu renkli ama yıpranmış bir kazağı ile yaklaşık olarak yetmiş yaşlarında gösteren birisi (amca mı demeli dede mi?) okuyordu. Gazetenin bulmaca sayfasını açınca cebinden bir kalem (bilmem neden beni şaşırttı) çıkardı ve bulmacayı çözmeye başladı. Bulmacadaki boşlukları çabucak doldurması dikkatimi çekti. Acaba öylesine mi yazıyor diye düşündüm. O, okumasını bitirdikten sonra gazeteyi aldım ve ilk önce bulmacayı kontrol ettim. Hayır, rastgele doldurulmamıştı. Bildiğim bazı sorulardan (çünkü bilmediklerim de çoktu) kontrol ettim. Evet, bilerek doldurulmuştu. Gazeteyi bırakıp onun yanına oturdum. Ve sordum, bulmacayı nasıl bu kadar çabuk doldurduğunu... Yaklaşık olarak elli yıldır bulmaca çözdüğünü söyledi. Benim yaşımdan da uzun bir süre diye içimden geçirdim. Artık bulmacaların kolaylaştığından bahsetti. Sürekli çözünce kerat cetveli gibi oluyormuş. Ezberliyormuşsun artık soruları ve cevapları... (onu yarışma programına mı çıkarmalı?) İlkokul mezunuymuş. Okumak istemiş ama olmamış... Okumak tutkusunun bir yansıması olduğunu düşünmüştüm bu ilgisinin...

...

Kahvenin camları buğulanmıştı. Kapı her açıldığında bakışlar kapıya yönelir, sonra masadaki mevzu her ne ise ona devam edilirdi. İçeri girmek için kapıyı açtım, bakışlar bana yönlendi. İçeri girip sobanın yanına doğru ilerledim. Çay içmek için davet ettiler ama ben önce ısınmak istediğimi söyleyerek güzel bir şekilde reddettim. Camdan içeri bakarken onunla konuşmak, hikayesini dinlemek istiyordum. Bir sandalye alıp sobanın ona yakın olan yerine iliştim. İçi ezilmiş olan insanlarda görülen, mazlum bir duruşu ve bakışı vardı. Çocuklarda da aynı bakış vardı. Öğrencilerimin gözlerinde olan ışık, içimi coşkuyla dalgalandıran bir okyanus ışıltısı gibiydi. Yüzme bilmeseniz de o içlerindeki okyanuslara dalmak isteği uyandırır. Çökmüş yüzü, düzensiz çıkmış sakalları, başında, toz ve çamur içindeki beresinden çıkan, kahverengiden sarıya çalan saçları ve kısık olmayan kahverengi gözlerinden çıkan ışıkta çocukların gözlerinden çıkan ışığı yakalamıştım ama bunda coşku değil acı vardı... Ürkek ürkek etrafa bakışlar fırlatıyor, sonra soba üzerindeki portakal kabuklarını çeviriyordu. Yeterince yanıp, kömürleşen, artık koku veremez olanları ise sobanın içine atıyordu... Bir iki kez göz göze geldik. Onu inceleyen gözlerle bakıyordum. Doğrudan kendisine baktığımı görünce biraz ürktü, ikinci kez bakışımı yakaladığında hafiften gülümsedi... Ben de gülümsedim. Evet, konuşma vakti geliyordu.

Radyoda spiker kokudan bahsetmeyi bitirmişti. Hac ayı yaklaştığı için yapacakları hac programından bahsetmeye başladı. "Biz Türklerin İslam dünyasının umudu olduğumuzu, herkesin bizden bir şeyler beklediğini, oraya gidenlerin ülkemizi iyi bir şekilde temsil sorumluluğunun bulunduğunu, bunun bilinci ile orada..." diye devam ediyordu konuşmasına.

Aklıma, hacca gitmek için kaç dolar gerektiği sorusu geldi ve geçti. Dışarısı soğuktu. Kar ince ince de olsa sürekli yağıyordu. Sürekli olmanın başarısı olarak değerlendirdim dışarıda her yeri kaplayan karı. Garip bir durumdu. Dışarıda kar ve radyoda hac... Sıcak yani. Arabistan, yıkılan kale, tarih... Bizler için gurur, onlar için esaret belgesi...

Tam ben konuşmaya başlayacakken o "burada mı oturuyorsunuz?" diye söze başladı. Ben de "evet" dedim. "Daha önce sizi hiç görmemiştim" dedi. "Ben de sizi" diye cevap verdim. Sonra hikayesini anlatmaya başladı. Ona bazı sorular sordum. Benim onu muhatap alarak konuşmuş olmam çevredeki masalarda şaşkınlık yarattı. Şaşırmış bakışlar yakalıyordum üzerimde...

Kasabanın çobanıymış. Ondan ben onu, o beni hiç görmemiş. Sabah erkenden hayvanları toplar, akşam saat yedi sekiz sularında geri getirirmiş. Üç çocuğu varmış. Birisi askerde, birisi iki hafta sonra gidecekmiş. Küçüğü de ilköğretimden geçen sene mezun olmuş. Meslekleri yokmuş. Çobanlık yapacakmış. Askerdekinin de işi yokmuş. İlkokul mezunuymuş. Okul bitmiş o zamandan beri dağlarda koyun sığır otlatırmış. "İnsanların arasında fazla kalmadığı için bakışlarında hala o ışık var diye düşündüm o an." Babası inşaatta çalışırmış. (sanki amele demekten utandı gibi bir his uyandırdı sözleri bende.) Hayvan başına yirmi milyon alıyormuş yıllık. Yaklaşık yüz hayvan varmış. Ama parasını zamanında alamıyormuş. Hem ekonomik kriz ile birlikte hayvanlara bakılamaz olmuş. Artık mal sahipleri ya satıyor ya da kesiyorlarmış. (sermayesi eriyen tüccar denebilir mi?). sattıkları zaman parayı vermeyi de ihmal ediyor, ya da üzerine yatmaya çalışıyorlarmış. Hatta önemsemiyorlarmış, yirmi milyon ne ki? Kar dağa çıkılamayacak kadar çok yağdığı için kahvedeymiş. Askerdeki oğul para istiyormuş. Parasızlıktan zaten izin kullanamıyormuş İki gün sonra ortanca oğlu da askere gidecekmiş. Yol parası gerekliymiş. Mal sahiplerinden parasını alamamış... Evinde yiyecek de çok azdır diye düşündüm. Bunu ne edebimden ben sordum ne de o edebinden bahsetti.

Para alacağı kişileri bekliyor gibi değildi. Hava soğuktu. Kahvede sigara dumanı gittikçe ağırlaşıyor, genzimi yakıyor, elbiselerime siniyordu. Kasabada zengin çoktu. Fakir de çoktu. Ama fakirin halini hatırını soran yoktu. Çobana baktım. Düşüncem ellerimden önce ceplerime indi. Ama para yoktu. Ellerim uzanmadı. Maaş gününe çok vardı. Radyoda spiker konuşmasını bitirmişti. Yoksullara yakacak kampanyasını tanıtan bir "cingıl" girmişti devreye. Ağlayan ve üşüyen bir çocuk sesi annesine öbür dünyada üşüyüp üşümeyeceklerini soruyordu... Çoban, spiker ve cingıl kafama bir soru takmış duruyordu...

Sefaletin bu kadar yaygınlaştığı bir dönemde, hac yolculuğunda seyahat şirketlerine verilecek para ile kaç çocuk doyardı?
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV