Yıl:3 Dönem:2 Sayı:9/21

       

     
  HİKÂYE GÜNLÜĞÜ

CEM ERGENER



"YAZAR OLMAK"

İsimlerini okuyunca edebiyat teorisi üzerine yazılmış olduklarını sandığım ve umutlandığım bazı kitaplarla karşılaşıyorum ama bu kitapları okumaya başladığımda durumun hiç de sandığım gibi olmadığını anlıyorum. Son yıllarda benzerlerine sıkça rastladığımız "Ömür Boyu Flört Nasıl Yapılır?", "İyi Bir Yönetici Olmanın Yolları", "Mutlu Bir Aile Babasıyım, Size de Öğreteyim" tarzında yazılmış kitapları andıran üsluplarıyla, roman, öykü, senaryo yazmanın "ince" taraflarını anlatan, hatta zaman zaman "çok satan" roman yazmak için neler yapılması gerektiğinden dem vuran, genç yazarlara direktifler yağdıran kitaplar bunlar...

Dorothea Brande'ın "Yazar Olmak" (Ötüken, 2001) adlı kitabı bunları önermekle kalmıyor, "yazar"lığın sonradan kazanılabilecek bir yetenek olduğu iddiasıyla yola koyulup bunun için neler yapılması gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Böyle bir iddiaya katılmasam ve genç bir yazarın en iyi, kendi deneme yanılmalarıyla, okuma yazmalarıyla, düşe kalka, yaza boza yolunu bulacağına inansam da "Yazar Olmak" kitabını okuduğuma pişman olmadım. Zira kendisi de bir yazar olan Brandea'ın deneyimlerini aktarırken vardığı yargılardan, verdiği örneklerden, bulgulardan, belirlemelerden epeyce etkilendim. Etkilendim: içimde bir yerlere değdi.

Sözgelimi yazarların dört çeşit problemlerinin olduğunu söyleyen Dorothea Brande bunları tasnif ediyor: Kolayca ve doyurucu bir şekilde yazmaya başlayamamak, başlangıçta başarılı bir eser verdiği halde bu başarıyı sürdürememek, çok etkili de olsa çok uzun aralıklarla yazmak, hikâyeye iyi başlamak ama bir türlü başarılı olarak sonlandıramamak... Alıntılayacağım şu satırlar ise "yazarlık tipolojisi" hakkında önemli bilgiler veriyor:

"Sanatkârın biraz kibirli bir çocuk, biraz çile çeken bir aziz, biraz kaldırım arşınlayan bir çaylak olarak gösterildiği o ucube resim, bize geçen asrın bir mirasıdır. (...) Geçen asrın bu sanatkâr kavramının içinde ufacık bir gerçek tohum varsa o da şudur: Yaratıcı yazarlar, bir çocuğun içtenlik ve duyarlılığını son nefeslerine kadar korurlar, daha çok ressamlar için kullanılan bir tabirle "masum bakışlı"dırlar, başka bir ifadeyle ilk gördükleri şeylere karşı canlı ve çabuk bir ilgi gösterebilir, her gün gördükleri şeylerle de sanki onları ilk defa görüyorlarmış gibi ilgilenebilirler, fark ettikleri özellikleri ve vasıfları ise, sanki bunlar Tanrı'nın elinden henüz çıkmış şeylermiş gibi algılarlar, (...) olayları öylesine çabuk öylesine derinden hissederler ki "basmakalıp" sözü onlar için pek bir anlam taşımaz." (s.29)

Tarık Buğra bir şehir kulübünün müdavimlerinden bahsederken, bu insanların kulübün bahçesinde kaç tane akasya ağacı olduğunu bile bilmediklerini söyleyerek bu durumdan yakınıyordu. Sanırım sanatçı duyarlığı budur. İlginç olan, Dorothea Brande'ın, okuyucularına, böylesi bir hassasiyete sahip olabilmek için günlük hayat içerisinde ne gibi temrinler yapmaları gerektiğini söylemesi.

Tıpkı "Yazar Olmak" gibi "Öykü Yazma Sanatı" da (Çizgi Kitabevi Yay., 2000) genç yazarlara öğütler veren bir kitap. Hasan Çakır tarafından derlenen ve çevrilen kitapta, bir grup yabancı yazar; diyalog yazma, kahraman yaratma, betimleme... gibi konularda işin püf noktalarından bahsediyor, tecrübelerini aktarıyor. (Hemen ilgimi çeken bir nokta, "betimleme" yaparken "acemi yazarlar"ın çokça yaptıkları hatalara ilişkin yazılanlar... Acemi yazarlar, gözleri, kirpikleri değil de "burun" betimlemesini yaparken zorlanırlarmış. Bunun sebebi, acemi yazarın burun şekillerine aşina olmaması ve burun için uygulanabilecek sınırlı renk çeşidinin olmasıymış.)

Dedim ya, aradığım bunlar değildi ama bunlarla karşılaşmak da beni mutlu etti doğrusu. Yine de öykü yazmayı öğrenmenin en iyi yolu çok çeşitli imzalardan bol bol öykü örnekleri okumaktır, diye düşünüyorum.


"NE Kİ ABABETH"

Hasanali Yıldırım'ın bu adı taşıyan hikâye kitabını okuyunca (Birun, 2000) aynı imzanın metinlerini dergilerde okuduğum zaman tam olarak ayırdına varamadığım bir durumu gözlemledim: Yazarın "dil"e verdiği emek. Bu emeğin bir sonucu olarak öyküler "kolay okunmazlık" özelliği kazanıveriyorlar. Evet, dile verilen emek, kısa öykünün kanımca en önemli özelliği olan "yoğunluğa" ulaştırıyor yazarı. Hasanali Yıldırım uzun cümlelerden hoşlanıyor; fakat bu hoşlanmanın kimi kazalara sebep olduğunu da söylemeliyim: "Bu savaştan kazandıklarımın asıl istediğim olmadıklarını anlamam için elde etmem gerekiyordu: birkaç eser ve bir miktar da şöhret." (s.14) "Annem yüzünü kaçırarak sofrayı toplamaya başlarken biz de çizmelerimizi giymeyi bitirmiştik." (s.20) "Baharın son günlerinde kimseye anlaştırmadan çıktığı evden aşağılara doğru sarkmış..." (s.29) Vurguları bana ait olan sözcüklerde, cümlelerin ritmini bozan kullanımlar var: "... tedirginsizce atıldım mağaraya." (s.69) Yine de bu tür hataların öyküleri gölgelediği söylenemez.

Yazarın naiv de olsa bir "olay örgüsü"nden yararlanmaya çalıştığı metinlerin daha güçlü öyküler oldukları görülüyor. "Toprak", "Önsöz", "Kimse" gibi... Buna karşılık, yazar, daha doğrusu anlatıcı, yer yer düşüncelerini açıklıyor; bu değil ama bunda ısrar etmesi öykülerin gücünü azaltıyor.

Yukarıda adını saydığım hikâyelerden çıkarak Hasanali Yıldırım kendine ait bir hikâye kurabilir, demeyeceğim, çünkü böyle bir hikâyenin varlığından şimdiden söz edebiliriz. Yazar öyküsünü tamamen kişiselleştirmiş...

"Ne ki Ababeth"i okurken büyük keyif aldım; cümlelerin zihnimi yoran incelmiş sesinden...


OKURA GÜVENMEME

Bazı yazarların, okuyucusunun zekâsına, ferasetine, donanımına güveni yoktur veya azdır. Hikâyelerini yazarken bunu belli ettikleri olur. İki cümle kurarsanız bu her zaman iki şey söylediğiniz anlamına gelmez. Üçüncü şeyi de belki dördüncü şeyi de söylemiş olursunuz böylece. Fakat okuyucularına güven duymayan hikâyeciler, kendiliğinden ortaya çıkmış bu üçüncü, dördüncü durumları da açıklamak zorunda hissederler kendilerini. Bunun sebebi bazen de tamamen kişisel bir zaaftır. Yani okuruna güven duymayan yazar, gerçek yaşamında da yaptığı esprileri açıklamak gafletine düşmektedir, ihtimal dahilindedir bu. Halbuki bir metni bize yeniden yeniden okutturan biraz da bu değil midir, metinden çıkarabileceğimiz yeni anlamlar?.. Yazarın bizim için oluşturduğu "boş alanlar"?..

Öte yandan, okuruna güvenme konusunda aşırı gitmiş yazarlar da vardır ki, onların metinleri de boşluklarla doludur. Yeterli "veri" yoktur ki elimizde yeni anlamlara doğru yürüyelim.

Tutunacak dal, yazarın zannettiğinden daha azdır. Bunun sebebi mi? Yazarken seçeriz. Kimi sözcükleri, görüntüleri, yazma temposu içerisinde alelacele eleriz. Kimilerini anımsamış olduğumuza sevinir, yazmakta acele ederiz. Bu esnada, zihnimizde parladığı halde, seçmeyip kâğıda geçirmediğimiz sözcükleri, görüntüleri, yazmış olduğumuzu farz ederek sürdürürüz yazmayı. Verdiğimizden daha azını vermişizdir oysa. Okurla aramızı açan bir durumdur bu. Bir metnin boşluklarını belki başka sebeplerle de açıklamak mümkündür. Fakat şu belirttiğim sebep küçümsenmeyecek kadar önemli. Bir metni fazlasıyla "boş" kılan bir kusur. "Güven"in olması gerekenden daha ilerilere götürülmesiyle oluşmuş bir sonuç... Ve tıpkı okuyucuya güvenmemek kadar büyük bir kusur...
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV