Yıl:3 Dönem:2 Sayı:8/20

       

     
  HİKÂYEYİ HİKÂYE YAPAN ŞEY

CEM ERGENER



Daha önce de vurgulamıştık: Her hikâyeyi "hikâye" kılan bir sebep vardır. Bir "bahane", bir "marifet", bir "numara", bir "buluş", bir "itici güç"... Hikâyeci bu "bahane"nin peşinden giderek, bu "sebebin" esrarına kapılarak, bu "buluş"tan güç alarak kalemine sarılır. 

Çok bilinen bir örnek, "Kaşağı". "Kaşağı"yı çocukluğumuzun anıları (acıları mı demeli?) arasında böylesine vazgeçilmez kılan nedir? Ya da şöyle soralım: Pek çok çocuk-okur için "hikâye" denilince neden ilk akla gelen metin "Kaşağı" olmaktadır? Edebiyatın içinden ya da dışından bir düzine sebep sıralayabilirsek de, henüz edebiyat metinlerinin sürprizlerine alışmamış masum çocuk zihinleri düşünüldüğünde "Kaşağı"nın etkileyici/çarpıcı sonunun bu soruya cevap teşkil etmesinin mümkün olacağını düşünüyorum. Hasan'a haksızlık yapılmıştır. Hasan ölmüştür. Hikâye kurtulmuştur. Hikâyeyi imar edecek kuvvet bulunmuştur.

Sevim Burak'ın deneysel bir çalışma olarak değerlendirilebilecek olan "Bir Evlilik" hikâyesi, birbiriyle belli bir anlam (b)ağı oluşturan kelimelerin alt alta sıralanmasıyla kotarılmış. "ŞATO / TEPE / ÇAYIR / TÜFEK / AV ÇANTASI / AV KÖPEĞİ..." diye başlıyor ve "BABA / MASA / ŞAMPANYA / KOCA / KADIN / KUZEN / GELİN / TUVALET..." diye devam ediyor. Bizden düşgücümüzü kullanmamız, kelimelerin çağrıştırdıklarına yaslanarak bir anlama varmamız bekleniyor. Yazar böyle deneysel bir yolu değil de alışılagelmiş düz bir anlatımı tercih etseydi, o vakit metni bitirdikten sonra "Eeee?" diyebilirdik, "Bütün bunları bize neden anlattın?" (Gerçi yoğun öykü okumaları yapmamış bir okuyucu için hikâyenin bu hali de tatmin edicilikten uzaktır.) Zira metni imar eden kuvvetin desteğinden yoksun kalmış olacaktık; "bahane"den, "sebep"ten, "marifet"ten, "numara"dan... Sevim Burak hikâyesini alışılagelmiş bir biçimde yazmış olsaydı o zaman da o metni okunur kılmanın yollarını arayacaktı, o zaman da başka bir marifet göstermesi gerekecekti. Çünkü biz okuyucular, okuduğumuz her ne ise ondan "bir şey" isteriz. Tatmin edilmek isteriz. Yazarın bunu ne şekilde başaracağı (okurların kahir ekseriyeti için) çok da önemli değildir doğrusu. Ama madem ki bir hikâye okumak üzere koltuğumuza kurulmuşuz, o metnin bizi hikâye olduğuna ikna etmesi gerekir. İşte tam da bu noktada işler karışıyor:

Çünkü bazı okuyucular, hikâye okumaya oturduklarında (yahut herhangi bir edebiyat metnine yaklaştıklarında) zihinlerinde taşıdıkları şablonları okudukları metinler üzerinde bulmak istiyorlar. O zaman ne oluyor? Karşılarındaki metnin hikâye olmadığını söyleyebiliyorlar. Neden? O güne kadar okuyageldikleri metinlerin hikâye olduğunu düşündüklerinden. Daha doğrusu hikâyenin okuyageldikleri metinler olduğunu düşündüklerinden. Halbuki bu kabil zihin açıklığına ulaşamamış okuyucuların hikâye olarak benimsedikleri biçimler de "bir zamanlar" kimi hikâyeciler tarafından kotarılmış metinlerdi. İşte bir metnin bizi hikâye olduğuna ikna etmesi gerekir, cümlesini kurarken bu kabil çarpık bakışları hesaba katamayacağımızı söylememize gerek bile yok sanırım. Bu cümleyi kurmayı hak eden okuyucu, zihin açıklığına ulaşmış okuyucudur. Zihin açıklığına ulaşmış okuyucu ise öykü adına yapılan her türlü "acayipliği" öykü olarak kabul etme basitliğine düşmez. Bütün deneyselliğine rağmen "Bir Evlilik" adlı metin hikâyedir. Hikâye olmak endişesini taşır çünkü.

Ömer Seyfettin'inki gibi vurucu bir son, Sevim Burak'ınki gibi sıradışı bir anlatım olmadan da hikâye yazılabilir elbette. Ve iyi hikâye, onu var kılan marifeti ayan beyan sergilemeden, cümleleri arasında eritmeyi başarabilmiş hikâyedir zannımca. Bizi kelime kelime, cümle cümle fetheder. Bittiği zaman bitmiştir. Ruhumuzda sızısı yahut coşkusu vardır artık. Rasim Özdenören'in "Ocak"ını ne zaman okumaya başlasam bu gerçek aklıma gelir. Gökhan Özcan'ın kimi metinleri için de aynı şeyi söyleyebilirim.

Gökhan Özcan "Gri Serenat" isimli hikâyesinde bir ceket cebini konuşturur. Öyle bir konuşturur ki, "tatmin" kelimesinin yetersiz kalacağı bir etkilenme hali yaşarız. Yazarın gösterdiği bir "marifet" olduğu belli. Hikâyenin bedeli fazlasıyla ödenmiş. Peki bu marifet nedir, var olduğunu bildiğimiz bu "numara"yı nasıl açıklayabiliriz? Korkarım çarçabuk verilebilecek bir cevabımız yok. Yazarın yazdıklarını kanıyla sulamış olduğunu söylesem hem her şeyi açıklamış olurum, hem de bir şey açıklamış olmam. Kıvamında bir hassasiyet var, içimizi kanatan bir acı-ses var, desem yaklaşmam gerekene ne kadar yaklaşabilirim? "Gri Serenat"ı kurtaran şey bu oysa. İçinizi yakan hazin bir ses...

Her hikâyenin "bahanesi"ni, "marifeti"ni, "itici gücü"nü açıklamamız mümkün olmuyor demek ki.
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV