Yıl:3 Dönem:2 Sayı:7/19

       

     
  HİKÂYECİNİN ZİHNİNDEN GEÇENLER

CEM ERGENER



Evimin balkonuna oturmuş, şehir stadyumunun içimi yakan insansızlığını, başka bir deyişle stadyumun insansız boşluğunun içimi neden acıtıyor oluşunu düşünürken, bununla hiç de ilgisi olmayan bir şey daha düşünüyorum: Kimi hikâyelerim var ki dergileri açıp da onları okumaya başladığım zaman rahatlıyorum. Onlarla yüz yüzeyken gayet iyi metinler olduklarını fikrediyorum. Ancak o metinlerden uzaklaşıp da mesela gazete almak üzere sokağın başına doğru yürürken yahut şehirlerarası otobüste çalışmalarımı düşünmeye başlamışken veya işte böyle insansız boşluğuyla içimi acıtan şehir stadyumunu seyre koyulmuşken, daha önce haklarında olumlu yargılara vardığım hikâyelerim güçlerini yitiriyorlar. Kendimce birtakım "âman"lar buluveriyorum; filanca öykünün ritmi gereğinden fazla yavaş, diye geçiriyorum mesela; felanca öykü ise olması gerektiğince açık değil, okuyucunun kendisiyle bağ kurmasını zorlaştırıyor; feşmekânca öykü mü, o ne kadar iyi kotarılmış olursa olsun bugüne değin yazdıklarımla bağdaşması çok zor, ayrıksı, farklı, uzak... Fakat bu olumsuz yargılarım hikâye dosyasını elime alıp da okumaya başlayınca dağılıveriyor. Ne var ki tersi de oluyor; okurken burun kıvırdığım ama uzaklaştığımda çok olumlu düşüncelere kapıldığım metinlerim de var: Kimilerinin "yaratma sancısı" dedikleri şey bu çalkantılar, bu med-cezirler, bitip tükenmek bilmeyen bu tereddüt zamanları olmalı. Her gece yapılan, her sabah yıkılan bir kum kulesi edebiyat. İşte bu kum kulesine, bu çalkantılara, bu med-cezirlere bir başka örnek:

Yazdığınız ama yayınlamadığınız, yayınladığınız ama "artık" beğenmediğiniz, henüz yazmadığınız ama çok yakında yazabileceğinizi umduğunuz, yazdığınız ama daha yayınlamadan gözden çıkardığınız, pek çok metin... Ve bunlardan bir dosya oluşturma çabası... (Sık sık söylendiği gibi sadece bu kabil sanatçı kaygılarından, "yaratma sancıları"ndan bile pekâlâ başarılı sanat eserleri kotarılabilir ve kotarılmıştır da... "Yaratım süreci"ni konu alan pek çok başarılı eser verilmiştir.)

Şehir stadyumunun insansız boşluğunun içimde yarattığı sıkıntının sebebini düşünürken bunları da düşünüyorum: Hikâyeci için, yazdıklarını bir düzene koyarak öykü dosyasını oluşturabilmesi de belli başlı hayat işkencelerinden biridir. Temaları birbirine yakın olduğu için kimi metinleri bir bölümde toplamayı kurarsınız ama öte yandan aynı hikâyeler üsluplarıyla birbirlerinden ayrı dururlar; tematik açıdan bir benzerlik taşımayan kimi hikâyeler de biçimsel olarak yakınlık arz ederler. Hikâyeleri yazılış yıllarına göre sınıflayıp dosyalaştırmayı planladığınız vakit büsbütün bir dağınıklığa yol açtığınızı görürsünüz. En iyisi gene "kıymak"tır. Bir sürü bahane üretip kimi metinleri elemek istersiniz. Ve elersiniz. En fazla birkaç hafta sonra (belki de moralinizin yüksek olduğu bir zamanda) elediğiniz metinlere karşı fazla acımasız olduğunuzu düşünür bu kez yeniden dosyaya alırsınız.

Hangi metinden sonra hangi metnin geldiği de önemlidir. Öndeki metnin son cümlesini sondaki metnin de ilk cümlesini okursunuz. Oldu, deyip "televizyonlu oda"ya gidersiniz. Ama içinize ilimemiştir. En iyisi zamana bırakmaktır. Kimbilir dersiniz, öyle metinler yazacağım ki bunların hiçbiri olmayacak dosyamda. Zamana bırakırsınız. Fakat hangi "zaman"a? Mesela iki buçuk saat sonrasına. En çok içinizi yakan da bütün bunlarla uğraşırken yitirdiğiniz zamandır. Bu tür "ayrıntı"larla gereğinden fazla ilgilendiğinizi düşünür ve üzülürsünüz. İş olacağına varır, dersiniz. Doğrudur, iş olacağına varır. Ancak içinizi yakan ateş de bir yerlere varır. Eserinizi görürsünüz. Elinizi sıkan bir el, çalan bir telefon, bir beğeni yazısı, bir gayretlendirme cümlesi...

Sanat nankördür ama. (Ne kadar beylik olursa olsun bu cümleyi kurmak zorundayım.) Onca yıl didinip de ibda ettiğiniz metinler, bitirdiğiniz zaman kalbinizi dolduran o anlatılmaz sevinç, göğsünüzün kabardığı ânlar... yitip gider.

Hatırınıza birkaç yıl evvel o metinleri yazdığınız zaman yahut o beğeni cümlelerini okuduğunuz zaman duyduğunuz büyük sevinçler gelir ve şimdi hepsinin yerinde yeller esmekte olduğunu görür, üzülürsünüz. Hayır hayır, üzülmekten öte bir şeydir bu. Varlığınızdan kopan bir parçadır, hissedersiniz. Varlığınızdan kopan parçalardır; o metinleri yazdığınız zaman kaç yaşında olduğunuzu hesaplamaya çalışırsınız; yiten sadece o sayfalar değildir kuşkusuz, yirmi beş yaşınızdır, yirmi altıncı yaşınızın mayıs ayıdır.

Soyulan dükkânının ortasında zararını hesaplamaya çalışan bir sarraf gibi beklemektesinizdir çalışma odanızda. Hırsız mı? Hırsız "zaman"dır elbette. Hırsız, sanatçının kendisidir. Sanatçının incelen beğeni duygusudur. Sanatçının okuduğu kitaplardır, sanatçının yaşadığı yıllardır hırsız. Peki bütün bunlara direnebilen eser var mıdır? Şunu söylemek lazım:

Sanatçı eserinin üstündedir. Ve başı yukarıya doğrudur. Meydana getirdiğiniz eser sizi daha yukarı fırlatır. "Öte"leri görür, heyecanlanırsınız. Eser ne kadar üstün olursa olsun yazarı için bir "son" yoktur. Proust'un ruhumuzun derinliklerine süzülen dahice cümlelerini okur okur titreriz. Ne zamana kadar? Bir: Daha derinlere inmiş bir eser görünceye kadar... İki: Onu aşmayı göze alan bir eser verme iddiasıyla kolları sıvayıncaya kadar... (Böylece Walter Benjamin'in cümlesine geliyoruz: Benjamin insanların neden yazar olduklarını kendilerini tam olarak tatmin eden bir yazar bulamamalarıyla açıklıyordu.) Üç: Onu, onun kulvarını takib ederek aşmak yerine çok başka bir kulvara yönelip de çok başka araç ve gereçlerle çok başka işler başarana kadar... Demek ki "aşmak"tan anlaşılması gereken iki ayrı şey var: Aynı yollardan gitmek ama daha derinlere inebilmek ya da başka yolları tercih edip başka maceralar yaşamak...

Stadyumun insansızlığında içimi acıtan ne var, diye düşünürken işte bunları da evirip çeviriyordum zihnimde.
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV