Yıl:3 Dönem:2 Sayı:6/18

       

     
  UNUTAMADIĞIM HİKÂYELER

CEM ERGENER



"KIZIL KEDİ"

Yıllardır sürdürdüğüm öykü okumalarım sırasında çok az metin beni bu öykü kadar etkiledi. Yabancı hikâye yazarlarının çalışmalarının toplandığı bir antolojide gördüm ilkin. Okumaya başladığımda böylesi büyük bir etkilenme yaşayayacağımı bilmiyordum kuşkusuz. Peki neden böylesine büyük bir etki yarattı üzerimde? Öyküye baştan sona hakim olan çocuksu safiyet/samimiyet bunda en başat unsur oldu galiba.

Alman yazar Luise Rinser'in "Kızıl Kedi" adlı bu hikâyesi, yokluk yoksulluk içinde yaşayan, üç çocuk ve bir anneden müteşekkil bir ailenin en büyük çocuğunun ağzından anlatılıyor. Aile yiyecek ekmeğe bile muhtaç. Bize hikâyeyi anlatan büyük kardeş bu durumu kendine dert edinmiş olacak ki öykü boyunca "evi"ne hep bir şeyler getirme gayretinde. Ortalarda bir baba yok ve onun yokluğuna dair en küçük bir açıklama ya da ima yok. "Hep o kedi kılığındaki kızıl şeytanı düşünmekten kendimi alamıyorum ve bilmiyorum, yaptığım doğru muydu." diye başlayan öykü boyunca son derece zeki ve saf bir anlatıcı-çocuğun evlerine musallat olan ve kıt kanaat bulabildikleri yiyeceklerine ortak olan, üstelik günler ilerledikçe yedikleri sayesinde semirip şişmanlayan kediye karşı duyduğu nefrettir anlatılan. Öyle bir noktaya gelinir ki çocuk "kahramanımız" annesine "O hayvanı keselim." deyiverecektir. Hikâyenin trajik sonu aslında bu cümlede ve ev halkının bu cümleye gösterdiği tepkide belli olmuş gibidir. Trajik sonu hazırlayan şey çocuğun annesinin ve kardeşlerinin evdeki "yok"luğa rağmen kediye gösterdikleri büyük ilgidir bir bakıma. Anlatıcı-çocuğu bu durum çok sinirlendirmektedir. Kardeşlerine mütemadiyen uyarılar gönderir. Şu nokta da önemli:

Bu zeki ve öfkeli çocuğun safiyeti ustaca sezdirilir okurlara: "O zaman ona sordum: Gerçekten ne istiyorsun? Bu çok aptalcaydı, çünkü o onunla konuşulacak bir insan değil ki." Hepsinden önemlisi öykünün anlatımındaki "hız"dır; çocuk-anlatıcı dursuz duraksız bir biçimde konuşur fakat bu hız metindeki doğrusal zaman akışını etkilemez. (Anlatılara ilginç bir çarpıcılık kazandıran "hız"lı cümleler, genellikle anlatılanların mantıksal düzenini bozmuştur oysa.)

Hikâyenin final sahnesine doğru çocuk iyice çaresiz kaldığı için kediyi karşısına alır ve konuşur: "Bana bak bir şeyimiz kalmadı, bunu anlamıyor musun?" Kedinin ona karşı kayıtsız davranışlar göstermesi çocuğu çılgına çevirir ve: "... onu tuttum ve koltuğumun altına aldım. Dışarısı biraz kararmıştı ve küçükler annemle demir yoluna kömür toplamak için gitmişlerdi." Niyetini gerçekleştirmek üzere ırmağın yolunu tutan çocuk bir adamla karşılaşır. Adam "kediyi satıyor musun?" diye sorar. Çocuk bu sorudan umutlanacaktır. "Evet, dedim ve seviniyordum. Fakat adam sadece güldü ve yoluna devam etti." (Yalnızca şu sahne bile insanın yüreğini burkmaya yetiyor.) Ve öykü başından beri sezdirilenlere uygun olarak feci bir sonla bitecektir. Gündoğan Yayınları'nın bastığı "Öykü Seçkisi" (1991) Gürsel Aytaç tarafından hazırlanmış. "Kızıl Kedi"nin çevirmeniyse Nurhayat Ocak.


"ATEŞ ÇEMBERİ"

1986'dan bu yana beş öykü kitabı yayınlamış olan Sadık Yalsızuçanlar, kendine özgü bir öykü dili oluşturmuş gözüküyor. İlk kitabı "Şehirleri Süsleyen Yolcu"da bütün fluluğuna rağmen kendisini iyiden iyiye hissettiren sağlam bir öykü yapısına sahipken, yazarın giderek bu yapıyı ıskalamaya başladığını, son çalışmalarında bu ıskalama eğilimini iyice yoğunlaştırıp kendi hikâyesini "naiv"leştirdiğini görüyoruz. (Selçuk Orhan "Son dönemdeki hikâyelerinde yorgun denemeyecek ama kelimenin tam anlamıyla dingin, varacağı yere varmış bir zihinle yazıyor." derken sanırım aynı duruma işaret ediyordu.) Güzeran'da da böylesi bir evrilme var. Fakat bu kitaptaki "Ateş Çemberi" hikâyesi (Hece'nin 5. Sayısında NECO adıyla yayınlanmıştı.) hem kitaptaki metinlerden hem de yazarın diğer metinlerinden, sarahatiyle, fluluğun ortadan kaldırılmasıyla ayrılıyor. Yazar bu metniyle kendi çizgisinden az da olsa uzaklaşıyor belki ama "hikâye"ye ve okuyucuya doğru açılmış oluyor.

"Ateş Çemberi"nde önce tekel bayii Bayram anlatılıyor. Azımsanamayacak bir mal varlığına sahip. İşleri yolunda. Derken ölüveriyor. Ardından hikâyenin asıl "kahraman"ı (oğul) Neco'ya geçiliyor ve ölümüne kadar geçecek sürede Neco anlatılıyor.

Pekâlâ, senelerden beri dilime doladığım "Ateş Çemberi" hikâyesi beni neden bu kadar etkilemiş olabilir, diye kendime sorduğum zaman kimi cevaplar bulabiliyorum: Marquez'in romanlarında gördüğümüz, zamanın akışının hızlandırılmasıyla oluşturulan ve bu yüzden yazarına çok büyük imkânlar kazandıran o "hız"lı, hareketli anlatımı andıran işlek bir anlatımın yirmi sayfalık öykü metni içerisine yedirilmiş olması ve bu durumun doğurduğu "kader" duygusu... Hayatın içinde ân ân yaşadığımız için ayırdına varamadığımız ancak kimi inkişaf ânlarında yoğunlukla hissettiğimiz duyuşlara, hayatın anlamsızmış gibi duran derin anlamının birdenbire parlayıvermesine sebep olan sahnelerin varlığı bu hikâyenin neden beni bu kadar etkilemiş olabileceğini sorgularken bulabildiğim sebepler olarak gösterilebilir.

Ayrıca hikâye türü için ayrıntıların ne kadar önemli olduğuna da çok iyi bir örnek "Ateş Çemberi". Evet, ayrıntı zenginliği. Neco yani Necdet'in kısa cümlelerle verilen hayat hikâyesinde sayılamayacak kadar çok "bela" var. O tam anlamıyla bir "bitirim", "başbelası", "hovarda"... Ve ayrıntılar sayesinde Neco'nun kişiliği unutulmaz bir inandırıcılıkla, canlılıkla sunuluyor. Necdet askerden yeğenlerine gönderdiği fotoğrafın arkasına "Hayat bir gemi/Yoktur yelkeni/Resme baktıkça/Hatırla beni." diye, başka bir fotoğrafının arkasına da "Bir dağ ne kadar yüce olursa olsun bir kenarı yol olur/Neco ne kadar yiğit olursa olsun/Yeğenlerine kul olur." diye yazıyor. Bunda ne var? Bence bütün büyü bunda. Bir bakıma günümüz genç öykücülerinin "muhtaç olduğu kudret" de bu ve benzeri ayrıntılarda yatıyor. Bu ayrıntılar hem Neco'nun renkli kişiliğini başarıyla yansıtıyor hem de uzun uzun anlatarak verebileceklerimizi birkaç "klişe"yle canlandırıveriyor. Toplumun ve hayatın rengi, canlılığı bu ve benzeri "sürpriz"lerde gizli kanımca. Şu cümleler de ayrıntı zenginliğine bir başka örnek: "İçerde Çakal Hanifi'nin adamlarından biriyle kan kardeşi olmuştu. Çıkınca ona gitti. Duvarda, çapraz halde iki dev tavus kuşu tüyü arasında Çakal Hanifi'nin ustası Ağınlı Şevket'in büyütülmüş fotoğrafı, yanında kırmızı çintemanilerin lacivert ve sarı zemendi karşılıklı yaprak motifleriyle birarada bulunduğu bir halı, yanında ise Hanifi'nin babasından kalma bir av tüfeği asılıydı."

Bu kabil ayrıntıları kullanabilmek için her şeyden önemlisi eskilerin "iptidai bilgi" dedikleri bilgiye, hayat bilgisine sahip olmak gerekiyor. "Çıkınca kebapçıya uğradı, iki acılı adana yaptırdı, impalaya bindi, topukladı." deyivermek için; "Aşığı sevdadan vazgeçirmeye say deryayı kurutmaya say gibiymiş." cümlesini kurabilmek için; "Kadının kırk çerağı varmış biri sönse biri yanarmış." diyebilmek için "iptidai bilgi"ye ihtiyacı var yazarın. (Yeterince dillendirildi mi bilmiyorum ama genç öykücülerin metinlerine burun kıvırıp geçenlerin görmek istedikleri fakat göremedikleri, aradıkları ama bulamadıkları bu tür bir birikimin eseri olan bu kabil ayrıntılar biraz da. Ki ona "hayat" demek lazım. Ki o hayatı seslendirebilmek için de "ben"in duvarlarını aşıp sokağa çıkmak lazım.)

İşte bakın şu satırlar ne kadar da "bizden", ne kadar da gerçekçi, ne kadar "hayat"a ve "sokağa" ait, ne kadar da Türkiye: "Bir yıl geçmeden oğlu oldu Neco'nun, adını Feyzi koydular./İlkokul üçüncü sınıfta büyük yeğeninin elinden düşürmediği Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı'nı elinde görünce alıp gözattı. 'Bizim rahmetli dede de severdi böyle kitapları, sen de mi sofu olacaksın lan?' diyerek ensesine bir tokat atmıştı./Nereden bilebilirdi oğlunun okumayı sökünce Minyeli Abdullah'ı kanlanmış gözlerle masa lambasının ışığında okuyacağını."

Hikâyemizin kahramanı Neco tabiatı gereği ailesine bağlı bir koca olamaz ve bir metres edinir. Babasından kalacak bütün mirası metresi ile birlikte yiyecektir. Hayatının son anlarında kadını yanına çağırtacak ve ondan soyunmasını isteyecek, istediği yerine gelince de "Yitirdiğim hiçbir şeyi göremiyorum orada." diyecektir. Hikâye şu cümlelerle sonlanır: "Feyzi, babasının cansız bedenine bir heyula gibi korkulu gözlerle bakarken, çocukken oynamayı çok sevdiği bir oyunu hatırlıyordu./Söğüt çubuğunun ucunu yakar, akşam karanlıkta hızla çevirir, ateşten çember yaparlardı."

Öykünün bu son cümlesi tekel bayii Bayram'dan oğlu Neco'ya ondan da Feyzi'ye uzanan bir kader çizgisine işaret ediyor. Fakat Feyzi'nin bu ateşli çembere dahil olacağına dair bir belirti yok elimizde. Hatta tam tersi işaretler var. Minyeli Abdullah'ı ve Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı'nı okuyor çünkü O.

Sonuç: Şarkılardan, şiirlerden, romanlardan, filmlerden, deyimlerden, "bitirim" sözlerden, aslında hepimizin aşinası olduğumuz hayat sahnelerinden örülmüş bir ayrıntılar cenneti... Beni mest eden şey de tam olarak bu işte. Sarahatiyle Sadık Yalsızuçanlar'ın diğer metinlerinden ayrılan "Ateş Çemberi" güzel bir hikâye değil, muhteşem bir hikâye!
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV