Yıl:2 Dönem:2 Sayı:3/15

       

     
  DEĞİNİLER

CEM ERGENER



Son zamanlarda "bizim cenah"tan genç hikâyeciler ardı ardına "ilk kitap" yayınladılar. Münire Daniş, Selvigül Kandoğmuş Şahin, Mihriban İ. Karatepe, Hasanali Yıldırım, A. Ali Ural, Selçuk Orhan... Orhan'ın kitabını yayınlandığı günlerde okumuş ve aşağıdaki kısa yazıyı yazmıştım; parantez içine aldığım bölümü sonradan ekledim: 

Dergilerde hikâyelerini okuyageldiğimiz Selçuk Orhan ilk öykü kitabını yayınlayarak beni şaşırtmadı. Orhan'ın okuduğum ilk öyküsü "Buzdolabındakiler"di çünkü. O vakit otobiyografik izler taşıdığı hissine kapıldığım "Buzdolabındakiler"den etkilenmiştim. Kelime kelime işlenmiş bir yapı duruyordu karşımda. İlhamın cezbesine kapılmış genç bir sesle değil de ilhamını uzun çalışmalarla geliştirmiş bir yazarla; çalışılmış, usta işi bir metinle karşı karşıya kalınca şaşırmıştım. Başka metinleri de yayınlandı Orhan'ın, onları da okudum. Fakat yargımı değiştirecek bir durum iktiza etmedi. Orhan bir ayrıntı emekçisi gibi çalışıyor, hayatın içinde rastlayıp da kelimeleştirmediğimiz/kelimeleştiremediğimiz "detay"ları, sindire sindire yazdığı cümlelerinin ögelerinden biri olarak kullanıveriyordu.

Elbette gözlem!

Kitabındaki "Yüzünü, bir el şakasından kaçırır gibi kaçırdı."(s.7) cümlesini, "Dar kapıdan aynı darlıkta üç sonradan eklendiği belli basamak ayaklarımı zemine indiriyordu."(s.12) cümlesini, "Kendinden daha genç birinin eskisi olduğunu düşündüren geniş vatkalı ceketinin iç ceplerini aradı; arandıkça ceketi kabuk gibi kalıbı bozulmadan devindi."(s.7) cümlesini bütün bunları düşünerek okumak gerekiyor. Şu cümlelere bakın : "Kartviziti önce ters tuttu; sonra hipermetrop gözlerinden uzaklaştırıp ikinci kez baktı. Ya da ikisi de tek bir bakıştı."(s.9)

Önemli!

Günlük hayatta karşılaştığımız ihtiyarların kendilerine özgü davranışlarını düşünün. Orhan eğer bu ikinci cümleyi kurmasa, bir açıklama getirmese böylesine gerçek, böylesine inandırıcı bir tablo yaratamayacak zihnimizde. Bu da öykülerin etkileyicilik oranını artırıyor.

Yaşıyoruz. Hissediyoruz.

Bir cümle daha: "...duraksadım, çünkü ihtiyar duraktaydı. Duraksadım dediysem, uzun bir kalp atışı kadar ancak beklemişimdir."(s.10) Bu ikinci cümle de belleğimizdeki bir fitili ateşliyor; nedir o? Şaşırdığımız zaman kendimizin bile farkına varamadığımız bir duraklama ânı yaşamaz mıyız? Çoğunlukla bizi izleyenlerin kahkahasıdır o şaşkınlık ânını fark etmemizi sağlayan. "...cesedi üstüne başına değdirmekten sakınarak denize doğru bir savuruş savurdu ki, taklalar atarak karanlığa gömülen ceset, düşmek üzere havada hareketsiz kaldığı o kısacık anda sanki dirilip uçuverecekmiş gibi kanatlarını açtı."(s.62)

Bir martı cesedinden bahseden vurguladığım sözcükler, hikâyede "ayrıntı"nın ve "gözlem"in önemini ve etkisini yeterince olgun bir biçimde örnekliyor sanırım. Bir "gözlem"in ürünü olan bu "ayrıntı", daha evvel bizim de yaşadığımız ama bilinçaltımıza postaladığımız kimi bulguların bilincimizde parıldamasına sebep oluyor ki yukarıda belirttiğimiz gibi bu durum da öykünün etkileyiciliğini artırmış oluyor. Kendimizi görüyoruz sözcüklerin arasında.

Selçuk Orhan'ın kitabında yer alan "Ayı" ve "Sesi Duyulan Şeyler" hikâyeleri, esrarengizin büyüsüne sığınılarak kotarılmış metinler. Gerçekçi bir anlatımla başlanıyor ki "giz", ağırlığınca yerleşsin öyküye. Ve o giz öyküyle birlikte bitmiyor elbette. Bence, Cortazar'da olgun örneklerini göregeldiğimiz "esrarengiz"e çok yakın bir yerde duruyor bu metinler.

Bu kitaptaki "El" hikâyesi ise genç hikâyecilerin metinlerine son yıllarda yöneltilen eleştirilere verilmiş bir cevap gibi duruyor. Metropol kalabalığı. Taciz teşebbüsü. Tinerci çocukların hakaretlerine namzet bir genç kız... Genç hikâyecilerin öykü formatını ıskalıyor oldukları ve sokağı ihmal ettikleri, pek ciddi ve disiplinli bir biçimde olmasa da zaman zaman dilegetirilmiş eleştirilerdi. İşlenmiş dilini de unutmayacak olursak özellikle bu metin bir cevap olması bakımından ayrıca önemli.

"Suskunluk Seçenekleri" ise anlatının oyunlaştırıldığı yoğun bir metin. (Fakat tam burada bir problemle karşı karşıya olduğumuzu söylemekten kendimi alamayacağım. Orhan'ın kendini ilhamın sesine kaptırıp gitmek yerine ilmek ilmek dokunmuş, ince ince işlenmiş metinler ortaya koyduğunu söylemiştim ya, kimi hikâyelerinde yazar bunda öylesine ısrar ediyor ki kısa hikâyenin taşıyamayacağı bir hantallığa doğru gidiyor metinler. Okuyucunun sabrının bilhassa kitabın ilk ve son hikâyelerinde fazlaca denendiğini düşünüyorum. Kısa hikâye için yoğunluk önemli mutlaka ama nereye kadar? ATLILAR'ın 9. sayısında yayınlanan -Haziran/Ağustos 2001- "Ağır Misafir" hikâyesi bu handikaptan uzaklaşmış olumlu bir örnek.)

Yazımın sonunda "Selçuk Orhan acaba hangi tarafa gidecek?" diye sormayacağım. "Ayı" ve "Sesi Duyulan Şeyler"in tarafına mı? "Kansızlık" ve "El" tarafına mı? "Suskunluk Seçenekleri" tarafına mı? Böyle bir soru yok. Olamaz. Kitap bu soruyu sordurtmayacak kadar ustaca kotarılmış metinlerden oluşuyor. Daha doğrusu Selçuk Orhan bu kanalları öğütmüş ve kendi sesini tüm metinlere hakim kılmış. "İlk kitap"lara mahsus zaaflardan da sıyrılmasını bilmiş "Kansızlık"ın yazarı... ("Kansızlık", Dergâh Yayınları, 2000)

Gelecek ay, A. Ali Ural'ın "Yangın Merdiveni" kitabı üzerine düşüncelerimi aktarmaya çalışacağım bu sütunlarda...
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV