Yıl:2 Dönem:2 Sayı:3/15

       

     
  KRİZİN HATIRLATTIKLARI YA DA TÜKETİM TOPLUMU

MUSTAFA ATİLLA



"Bir musibet bin nasihatten yeğdir"
Türk Atasözü

Bu hikâye aslında yaşam için gerekli görünen ama amaçsızlık ve manipülasyon ile tehlikeli boyutlarda damarlara zerk edilen bir kavrama aittir: Tüketim.

İlm-i iktisat tarafından ihtiyaçları gidermeye yönelik ürünleri satın alma eylemi şeklinde tanımlanan tüketim, aslında kan kardeşi olan üretimi anımsatması gerekirken çoğunlukla sevenleri tarafından kardeşi tüketime yedirilir. Bu ziyafette tüketimi sevenler ve sevdirenler derneğinin üstlendiği rol tabii ki önemlidir.

Yaşananlar ve konuşulanlar, tüketim ve ona ait olan toplumun içerisinde yaşayan herkesin başına gelebilecek ve hatta gelmiş bildik bir hikâyedir. Hikâyenin kahramanı veya kahramanları ile savaştığı düşman ise genelde aynı öznede buluşur.

Hikâyenin başında her şey ve herkes masumdur, niyetiniz açık ve yaptıklarınız ise doğrudur aslında: İhtiyaçları gidermek için bir mekânda alış ve veriş yapmak.

Bu amaçla adı size uygun gelen bir alışveriş merkezine ya da Özel'in tanımıyla alışveriş tapınağına girer ve öncelikle sizi izleyen rafları ya da vitrinleri eski bir dosta kavuşmanın özlemiyle kucaklarsınız. Ardından dayanılmaz bir arzu duyarsınız ve sizi parıltılı ışıkların altına çağıran markalara, ambalajlara ve kalitelere doğru kendi ayaklarınızla tıpış tıpış ya da koşa koşa gider; onları sarar, sarmalarsınız. Bu birliktelikte yaptığınız her hamle, o arzuyu söndürmek yerine sizi daha da tahrik eder ve siz de doyumun tüm yollarını aramaya başlarsınız. Sizin için artık ok yaydan çıkmıştır ve nereye gittiği de belli değildir. Tatminsizlik zirveye ulaşmıştır ve bunu gidermek için hiçbir zaman dilimi kifayet etmemektedir. Bu an isteklerin ihtiyaçlarınızın yerine geçerek ve onu fethettiği andır. Ve siz bu istek atına binerek para imparatorluğunun sıkı bir şöveni olarak fetihlerinize fütursuzca devam ederken, ağzınız, ruhunuz, bedeniniz hep aynı duayı tekrarlamaktadır: Tüketmek, tüketmek, tüketmek...

Lâkin kutsal Hedo(nizmin)nun buyurduğu üzere her mutluluğun bir bedeli vardır. Sıra bu bedeli ödemeye gelmiştir. Alışta duyduğunuz haz, sıra verişe gelince yerini sızıya bırakır. Sızı vücudunuzun ve ruhunuzun her yerini sarmalar. Oysa siz "Dönülmez akşamın ufkuna" çoktan varmışınızdır.

Ve içinizdeki ses bir orkestra eşliğinde size sorar: "Allah'ım! Neydi günahım?"

İşte tam da bu sırada acınıza merhem olacak sesi; keller korosunun sesini, bir çello eşliğinde işitirsiniz: "Hiç birimiz masum değiliz!.."

Ne hoş! Aldığınız bu cevap gönlünüzü huşûya kavuşturur ve sizi arındırır. Artık yaptıklarınızı paylaşan bir ortaklar ordusu vardır ve vebal birlikteliğiniz sağlanmıştır. Ya da, bütün bunların ötesinde sizin artık "Aşka inancınız kalmamıştır".

Tüm bunların sorumlusu, hatta suçlusu ise size tüketmeyi belleten(!) ilm-i iktisattır. Çünkü o kendini böyle tanımlamakta ve sizin bunu böyle öğrenmeniz gerektiğini ısrarla vurgulamaktadır. Ona göre yaşamın aslı olan kendisidir ve O, "kıt kaynaklar" ile "sınırsız ihtiyaçları" sizin için dengeleyerek "dağıtmak" için olanca gücü ile çaba sarf etmektedir. İlm-i iktisat, bu anayasanın tartışmasız kabulünü ister ve bu denge oyununun oynanması için sizleri zorlayıp, dağılım
bilmecesinin(!) çözümüne teorik ödüller verir.

Belki de çözüm sorun'un kendisindedir.

Kim bilir, ihtiyaçların sınırsız olduğunu söyleyen bu anayasa belki de doğru değildir. Maslow belki de hep bunu anlatmaya çalışmış ve isteklerin sınırlılığını vurgulayarak Kutsal Hedo'ya karşı bir gerçeklik savaşı vermiştir. Kutsal Hedo'nun ise ona karşı dehşetengiz bir süvarisi vardır: Reklam...

Sınırsız istekleri tüketim rüzgârına savuran, izbeleri yok eden ve buzdolaplarınızı sürekli dolu tutmayı öğütleyen reklam; stoksuz bir hayatı ayıp, modelsiz bir cep telefonunu ve markasız bir dünyayı kayıp sayar. Varolmanın gerekliliğini "tüketiyorum öyleyse varım" diyerek çözen, tüketememe histerisini yok olmanın müsebbibi sayan tüketimin şımarık çocuğu. Kredi kartlarının öncülüğünde tüketim histerisini azdıran bu çocuk, adına kurulan dinin kutsallığı uğruna imparatoruna hizmet eder ve kadın, erkek, çoluk, çocuk demeden herkesi ele geçirerek hüküm sürer. Efendisi tüketim de işgal edilen bedenleri, akılları ve ruhları sürükleyip, isteklerin çengisi eşliğinde tatmin dansı yaptırarak onları kıt kaynakların önüne serer.

Bu aslında ikinci perdenin açılışıdır: Kıt kaynakların gölgesi sahneye düşerken fonda "hüpleyen" bir adamın şarkısı çalınmaktadır. Oyunun burasında gerçek biraz daha aralanır ve gölgesi düşenin kaynak, ışığın ise kıtlık olduğu anlaşılır. Işıkçı, ilm-i iktisadın arkadaşlarından Kapo'dur. Kaynakların kıtlığına ilişkin verilen petrol, toprak gibi mükemmel örnekler seyredenleri ve okuyanları ve hatta dinleyenleri hemen ikna edecektir. Öyle ya, kıtlığı bollaştırmak için 18. yüzyıl İskoçya'sında koyunlar ve meralar bu uğurda insanlara tercih edilmiş ve verimlilik uğruna kabaca bir hesapla -koyunların üç kat daha verimli olduğu hesap edilerek- insanlar evleri ile birlikte yakılmıştır. Ve her şeye rağmen kıt olan evlerin odunları sağlam bırakılmaya çalışılmıştır.* Ya da ve dahi gene sanayileşme sürecinde işçiler kıtlığı protesto etmek amacı ile meydan saatlerini taşlamışlar ve Dali bu uğurda saatleri eritmiştir. Aynı çabayı gösteren F.W.Taylor, Sinclair ya da ötekilerinin eleştirilerine aldırmaksızın o amansız fedakârlığı ile bolluğa ulaşmaya çalışmıştır. Çabaların varlığı, teknoloji ile soslandırılınca bir kat daha amacına yaklaşmaktadır sanki.

Olan biten her şey ve sunulan tüm çabalar kıtlık ile bolluğun arasındaki dengeyi bulmaya pek de yeterli görülmemektedir. Hatta çözümsüzlüğün kabul olması gibi teorik bir gariplik bile yaşanmaktadır.

Belki de burada sadece ayraç niteliğindeki o soruları sormak gerekmektedir: Örneğin, dünya nüfusunun 5 milyar olduğu dönemde ek bir faaliyet olmaksızın nüfusun on katını besleyecek kadar üretim yapıldığı halde nasıl olmaktadır da açlık, hâlâ bir çok yerde ayakta ve dimdik yaşamaktadır? gibi.

Soru'nun cevabı belki de kralın çıplak olduğundan çok daha açıktır ve bilenler -toplumun tümü- tarafından söylenmemektedir. Belki de bu cevap iktisatçılar duyar da kaos oluşturmak için** yeni malzemeler üretirler endişesiyle saklanmakta veya sokaktaki adamın bilgeliği içerisinde bir hiçlik arz etmektedir. Ve belki de Yunus'un deyişiyle mal da mülk de yalandır ve oyalanma sırasını savan cevabı bulmaktadır.

Ya da bütün bunlarla birlikte cevap kendini "belki de" sorusunda bulmaktadır.

Kardeşi üretime gelince onun hikâyesi uzun ve "belki de" başkadır.


Meraklısına:

- Atasözleri laf olsun ve sakız yapılsın diye değil ihtiyaç sahipleri anlayıp, ders alsınlar da bir daha hata tekrarına gitmesinler diye söylenmiştir.

- Metinde yer alan şarkı sözleri, Kayahan, Sezen Aksu ve Mustafa Sandal'dan alınmış olup, isteğe bağlı olarak İbrahim Tatlıses ya da bir başkasından da dinlenebilir.

- * İskoçya'da olup bitenler ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. J.K.GAILBRAITH, (Ç. Reşit AŞÇIOĞLU), Kuşku Çağı, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul. Baktıktan sonra devamını da zannederim okursunuz.

- F.W. TAYLOR, ile ilgili temel düşünceleri kendi sesinden The Principles of Scincefic Management, Norton Co., N.Y.'dan ya da Türkçesini aynı isimle çevrilen kitapta bulabilirsiniz: Bilimsel Yönetimin İlkeleri, Ç. H. Bahadır AKIN, Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya.

- ** Kaosa gelince, Ayşe Buğra, İktisatçılar ve İnsanlar, İletişim Yayınları, İstanbul'da görülebilir.

- Ayrıca bu anlatılanları sizler de yaşıyorsanız ki yaşamaktasınızdır.
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV