Yıl:2 Dönem:2 Sayı:1/13

       

     
  KİMDİ O ADAM?

İBRAHİM DEMİRCİ



Aslında, bu yazının böyle bir başlığı olmayacaktı?

Belki hiç başlığı olmayacaktı bu yazının.

O gün, yani 2 Nisan 2001 Pazartesi akşamı, o gün olanları günlüğüme yazsaydım, şimdi bu yazıyı yazıyor olmayacaktım.

Günlük dedim ya, yıllardır günlük filan tuttuğum yoktu. Nuri Pakdil'in kitaplarını yeniden okuduktan sonra, yazma hevesi uyandı içimde. Üç beş gün, günlük yazdım ve o yazıştan hoşnut da oldum. Sabah, öğle, gün ortası, ikindi vakti bile oturup yazdığım oldu; yazılmaya değer şeyler gördüğüm, duyduğum oldu. Sanki daha dolu, daha bilinçli, daha duyarlı yaşamaya başladığımı hissettim. Ama düzenli ve sürekli yazmayı yine bu kaçıncı başlayıp bırakış? - beceremedim. Beceremediğim doğru da bunu, "beceriksizlik" diye adlandıramayacağımı da biliyorum. Başka nedenleri olmalı; "tembellik"ten başlayıp "gerilim düşüklüğü"ne, belki "duyarlık yetersizliği"ne uzanan nedenler. Gerekçe mi, bahane mi olduğu tartışılabilir nedenler...

O tarihte "o gün olanları günlüğüme yazmak"tan söz ettim ya, bunun bütünüyle doğru olmadığını siz de takdir edersiniz. O gün olanların tümü yazılmaz, yazılamaz ki. İnsan, algılamakla içine bir duygu, bir düşünüş, bir ağırlık getiren, bir yoğunluk oluşturan yaşantıları yazar. Böylece o yaşantılardan kendisi için, belki olası okurları için, elle tutulur ve az çok kalıcı bir ürün üretir. Bu üretim sayesinde bir doluşa, bir boşalışa, bir çeşit doyuma erer.

O gün tanık olduğum o olayı daha izlemekteyken, "İşte, yazılması gereken bir gerçeklik var karşımda!" diye düşünmeye başlamış, hattâ gözlerken cümleler oluşturmaya da çalışmıştım. Fakat tanık olduğum olay, öyle içimi kabarttı, öyle coşturdu ki beni, akşamı bekleyemeden, okulda olayı öğrencilere anlatıverdim. Anlatmaya başlamadan, duyduğum tereddüdü de söyledim onlara: "Aslında, bunu size anlatmamam gerekir; çünkü bunu yazmak istiyordum." dedim. Yine de anlattım işte. Bununla da yetinmedim; akşam sofrasında evde de hem olayı, hem de nasıl olup da anlattığımı anlattım.

Tahmin edeceğiniz gibi, o gece günlüğümü açıp da tek satır yazmadım. Ne olmuştu? Söylemiş olmakla, yazma gereksinimini tüketmiş miydim? Belki. Belki de yalnızca tembellik etmiştim. Ama kimseye söylememiş olsaydım, kesinlikle o gece yazardım gibi bir "sanı" veya "kanı" var içimde. Artık sınanamayacak bir sanı, kanıtlanamayacak bir kanı.

Aradan dokuz gün geçtikten sonra, bugün 11 Nisan 2001 gecesi, o zaman yazmadığım olayı yazarak anlatmayı deneyeceğim. Hem de kalemle defter sayfasına değil, klavyeyle bilgisayar ekranına. Zihnimi geçmişe taşımaya çalışarak yapacağım bunu.

Olayı anlatmaya başlamadan önce, yazının başlığını oluşturan soruya, öğrencilerimden birinin -bir kız öğrenci- ve evde eşimin "Belki de Hızır idi." yanıtını vermiş olduklarını belirtmek istiyorum.


***

Bugün otomobille değil, otobüsle gideceğim okula. Resmî bir kurumda, sorumlusu olmadığım bir değişiklikten dolayı, iki milyon lira vermem gerektiği söyleniyor. Cebimde o kadar para yok. Demek ki o işi, başka bir güne -umarım yakındır o gün- ertelemem gerekiyor. Otobüs durağına yürüyorum. Ardımda Tanzimat'tan kalma PTT binası, karşımda Osmanlı yapısı Şerafeddin Camii ile Tanzimat yapısı Özel İdare binası (Eskiden Karatay Lisesi idi, daha önce de Sanayi Mektebi imiş. Başından bir yangın geçti, sonra restorasyon.), sağımda Tanzimat yapısı Hükümet Konağı, solumda Selçuklu eseri İplikçi Camii. Saat 14'e yaklaşıyor. 13.55'te fuardan hareket etmesi gereken otobüs, çoğu zaman olduğu gibi bir iki dakika erken çıkmış ve buradan da geçmiş olmalı. Bu durumda 14'te çıkacak öteki otobüse binebilirim. Biraz yürümem gerekecek ama olsun, yürümek iyidir!

Durağın hemen yanındaki boyalı demir parmaklıklara yaslanmış bir kadın oturuyor hemen önümde. Ben ayaktayım, oturmayı düşünmüyorum. Yaşlı ve yorgun kadın, elindeki yarım simidi ısırıp ağır ağır geviyor. Gözlerinin boz rengi ağarmaya yüz tutmuş gibi. Yanında büyükçe bir torba duruyor, naylon, çuval bile denebilir. Yarısı ancak dolu olan bu çuvalcığın içinde kim bilir neler var? Alt yanında bir bölümü, yuvarlak kabarıklar hâlinde. Patates, elma? Yoksul bir kadın bu. Parasıyla mı aldı onları, birileri mi verdi? Dilenci olmadığı belli. Nereden geliyor bu yaşlı kadın, nereye gidiyor? Otobüs mü bekliyor burada, yoruldu da dinlenmek için mi oturdu yoksa? İç yandaki boş banklardan birine oturamaz mıydı? Otobüs bekliyor olmalı. Ne zaman geleceğini bilmediği bir otobüs...

Bir kalabalık, bir gürültü... Sloganlar atarak yürüyen bir grup gelip geçiyor. Çoğu genç, çoğu neşeli insanlar. Öfkeli protestolarında bile gizli bir neşe var sanki. Önlerinde polis otosu, yanlarında arkalarında yaya polisler. Kadın, kalabalığı görmemiş, duymamış gibi...

Bir adam geliyor İplikçi Camii'nden doğru. Aman Allah'ım, ne kadar da yavaş atıyor adımlarını! (Hemen de kaplumbağa imgesi beliriverir.) Çevresindekilerin hızından belki, yavaşlığı bir olağanüstülük de kazanıyor. Kimse ona çarpmaz, çarpamaz; hattâ dokunamaz sanki. Gizli bir güvenlik mesafesi olmalı çevresinde ve kendiliğinden olmalı bu. Uzunca boylu, saçları ağarmış. Yürüyüşünde sanki kamburunu önlemeye ya da gizlemeye çalışan bir diklik. Adımlarını atışındaki ağırlık, bir rahatsızlık belirtisinden çok, bilinçli bir tercihmiş gibi görünüyor.

Güven verici temiz bir yüzü var, saçları özenle taranmış gibi. Koyu renk ceketi çok yeni değil ama tertemizlik duygusu veriyor. Kravat takmış. Soydan gelen bir zenginliği var sanki. Emekli bir bürokrat mı? Müdür, genel müdür? Hayır, bir "beyzâde" olmalı. ("Aristokrat" sözcüğü de yokluyor ya zihnimi, pek iltifat etmiyorum ona.) Sâhip Atâ torunlarından mı desem, Celâleddin Karatay ahfâdından mı? Çelebilerden biri olamaz mı? Neler yakıştırıyorum böyle? Ama bunları düşlemeye o zorluyor beni. Bu hızlı kalabalığın arasında o ağırlık, o dinginlik, o vakar, inanılır gibi değil. Yüzüne ve yürüyüşüne bakarken kendi geleceğimi görür gibi oluyorum bir an için. Ben de mi on on beş yıl sonra böyle yavaş atmak zorunda kalacağım adımlarımı? Yalnızca yaşlılıkla açıklanabilecek bir yavaşlık değil bu. Geçirdiği bir hastalık zorluyor olmalı onu bu yavaşlığa. Ama yüzü çok sağlıklı. Yaşı elli beş, altmış, en çok altmış beş olabilir. İşte, yaklaşıyor adam ve sadece karşısına bakıyor görünmesine karşın, nasılsa kenarda oturan o yaşlı kadını görmüş oluyor. Kadının önüne gelince duruyor, başıyla birlikte gövdesini de ona çeviriyor. Durgun yüzünde bir tebessüm, bir sevecenlik beliriyor. Çok yaklaşmıyor kadına. Hafifçe öne eğilerek soruyor: "Para ister misin? Para vereyim mi sana?" Kadının soruyu işitip işitmediği, olumlu ya da olumsuz bir yanıt verip vermediği anlaşılmıyor ya da ben anlayamıyorum. Adam, "evet" yanıtını almışçasına ağır hareketlerle ceketinin iç cebinden cüzdanını çıkarıyor. Yine aynı ağırlıkla aralıyor cüzdanı. Beş altı banknot ya var ya yok. En dıştakini usulca çıkarıp bakıyor adam. Beş milyonluk bir banknot bu. Az mı çok mu tereddüdü yaşayıp yaşamadığını bilemiyorum. Biraz daha eğilerek kadına uzatıyor parayı. "Al bunu, senin bu para!" diyor. Kadın, örtüsünün arasından sol elini uzatıp parayı alıyor, avuçluyor. Bir şeyler mırıldanıyor ya, ne dediğini işitemiyorum. Sanki adam da anlamıyor kadının sözlerini. Yüzünde memnun ve mutlu bir gülümseme, usul usul cüzdanını cebine yerleştiriyor. Doksan derecelik bir dönüşle yürüyeceği yola yöneliyor.

Aramızda bir buçuk iki metre ya var ya yok.

Onu izlerken, içimden "O kâğıtlardan birini de bana verebilir misiniz?" desem nasıl olur sorusu geçiyor. Bunu olağan karşılayacağını, "Hay hay, neden olmasın?" diyeceğini düşünüyorum ama o soruyu sorma cesaretini bulamayacağımı da biliyorum. (Ayıp ayıp! Kendinden utanmalısın!) Biraz da bu duygu karmaşasından sanırım, adamın gözlerini arama, yakalama, bakma-bakışma olasılığından kaçınıyorum.

Adam yine güçlükle yürürmüşçesine ağır adımlarla geçip gidiyor önümden. Bir süre ardından bakıyorum. Ah, şimdi okula gitmek zorunda olmasam da izlesem bu adamı, onu tanımak, onunla konuşmak fırsatını bulsam! Ah, bir gazeteci olsaydım da, bu adamla enine boyuna bir söyleşi yapabilseydim! İşte uzaklaşıyor beyzâde ve ben onu tanımak için hiçbir girişimde bulunamıyorum. Yazık!

Parayı hâlâ sol elinin avucunda tutuyor kadın. Çok sevinmişe benzemiyor. Küçük bir parçası kalmış olan susamlı simidi yemekten vazgeçmiş olmalı ki, solunda duran çuvalcığını açıp içine koyuyor simit parçasını.

Başımı yeniden sağa çevirip duraklarda bekleşenlerin arasından uzaklaşan adamın sırtını, görmeye çalışıyorum. Evet, işte, gidiyor. Onu bir daha görebilecek miyim, tanışabilecek miyim onunla? Çok ilginç, renkli ve zengin hayat hikâyesine
-öyle olmalı, evet!- ulaşabilecek miyim? Bunun için buralara daha sık uğramalıyım. Otomobille değil, yürüyerek dolaşmalıyım kentte.

Ah, işte otobüs de geldi. Ve bu 13.55 otobüsü! Göstericiler trafiği aksattığı için biraz gecikmiş, belli.

Otobüse biniyorum. Yaşlı kadın orada, demir parmaklıklara yaslanmış, yanında çuvalcığıyla oturmaya devam ediyor.

Tanık olduğum bu olaydan duyduğum sevinç ve coşku, bütün kalbimi dolduruyor. İçimde hiçbir kaygı, hiçbir sıkıntı kalmıyor. Kim olduğunu şimdilik bilmesem de, o beyzâde hem de bizim dünyamızda yaşıyor çünkü. Evet, yaşıyor ve ben onu gördüm. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, onu hatırladıkça büyüklüğümüzü de hatırlayıp ferahlayacağım.

(Şimdi de bir kuşku doğmasın mı içime: Kimseye söylenmemesi gereken bir sırdı bu; niçin açıkladın bu sırrı? Sır taşıyamayacak kadar dar mı için senin? Eyvah mı demeliyim şimdi ben?)
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV