Yıl:3 Dönem:2 Sayı:7/19

       

     
 

İBRAHİM DEMİRCİ İLE ERZURUM GÜNLERİ, EDEBİYAT DERGİSİ, DİL YAZILARI, İMLA KEŞMEKEŞİ, EDEBİYATA YAKLAŞIMIMIZIN YANLIŞ TARAFLARI, 'SUSMA'NIN ANLAMI ÜZERİNE...

 
     
  İbrahim Bey, yazı hayatınız hakkında az çok bir şeyler biliyoruz. Diyelim ki Edebiyat Dergisi'nde yazdınız. İlk kitabınız da buradan çıktı. Sonra sanırım hemen bütün "Edebiyat" ekibi için geçerli olan bir suskunluk dönemi... Ardından benim hatırladığım zamanlar, yani Yedi İklim'de şiirler yayınlandı, derken Yeni Şafak, Hece... Fakat ben ayrıntılı olarak konuşmak istiyorum. Zira bu konuşmalar geleceğe belge olarak kalacak. Edebiyat Dergisi'nde yazmaya başlamanız nasıl oldu? Pakdil'le tanışmanız? Oradaki diğer yazar, şair takımıyla olan ilginiz, ilişkiniz? Hatta daha da öncesine giderek Edebiyat Dergisi'nden evvelki dönemde (eğer varsa) yazdıklarınız, yayınladıklarınız? Erzurum'daki üniversite hayatınız?

İlk yazı ve şiir çalışmalarım okulların duvar gazetelerinde çıktı. Biz öğrenciler, demek ki o zamanlar, başkalarına söyleyecek sözümüz olduğuna inanır, sınıfın-okulun bir duvarındaki pano üzerinde de olsa o sözü söyler, o çizgiyi sergiler imişiz. Bu duvar gazetelerinin herhangi bir denetimden geçtiğini de hatırlamıyorum. Özdenetim dışında "resmî denetim" yoktu, belki kimi zaman, kimi öğretmenlerin yarı sitemli uyarmaları olurdu; daha özgür bir ortam vardı demek. Bu duvar gazeteleri resmî-göstermelik, zoraki duvar gazeteleriyle karıştırılmamalıdır. Bizim bu çalışmalarımızdan rahatsız olan bir öğretmenin derste şöyle bağırdığını hatırlıyorum: "Cebirden 5 almayı beceremeyenler, çarşaf çarşaf yazı yazıp vatan kurtarıyorlar!" Cebirden 5 alma peşinde koşanların "vatan" diye bir dertleri olmadığını, "gemisini kurtaran kaptan" olmaya göz diktiklerini bilmeyen bir zavallı olduğunu düşünmüştüm o öğretmenin; bir punduna getirip derste -belki de aynı dersti, bilmiyorum- soru ve yorumlarımla zor duruma düşürmüştüm onu. Beni teneffüste yanına çağırıp ağlamaklı bir sesle "Ben sana ne kötülük ettim?" demesi, şaşırtmıştı beni. Herhangi bir konuyu açıklıkla tartışabilecek olgunluktan, yanlışını düzeltebilecek zihin ve gönül genişliğinden yoksun oluşuna hüzünlenmiştim. O olayı her hatırlayışımda aynı hüznü duyarım. (Bu ortam 12 Eylül'den sonra yok edildi, diyebiliriz. "Profesyonel vatan kurtarma", ağırlığını ortaya koyunca amatörlere iş kalmadı belki de!)



"Ülkemizdeki dil tartışmalarının çoğu, kısır ve anlamsız sözcük tartışmaları olageldi. Oysa anlamı, içeriği, özü öne çıkarmak; doğruluk ve tutarlılık sorgulamasını o alanda yapmak gerekiyor."
Basılı ilk şiirim Balıkesir'de haftalık gazete Anahtar'da çıkmıştı. Adını dizgide "Ufkumdan Tayfalar" yapmasalardı, tashih sırasında düzeltip "Ufkumdan Tayflar" yapmasaydık, herhalde tamamen unutmuş olurdum o şiiri. Nitekim bugün de yalnızca adını hatırlıyorum. (O sırada "İdeolocya Örgüsü"nün de "İdeolocya Öyküsü" şeklinde dizildiğini görüp gülmüştük.)

Erzurum'da içinde bulunduğum çevre, hep kalbimizde hissettiğimiz tarihe, aşka ve inanca derin bir bağlılık içeren manevi sorumluluk duygusunun yanı sıra, bir yandan Atasoy Müftüoğlu ile bir yandan Nuri Pakdil ile bağlantılı bir çevre idi. Önümüzde yanımızda rahmetli Mustafa Sarıçiçek, Cemil Çiftçi (Cela), Nevzat Şeker gibi ağabeylerimiz; Beşir Atalay, Ersin Nazif Gürdoğan, Ahmet Aksay, Süleyman Acar, Ömer Okumuş, Nazif Şahinoğlu gibi akademisyen müzahirlerimiz (içimden bu kelime geldi işte) vardı. Siyasal çatışmaların uzağında durmaya çalışan, düşünce ve edebiyat eksenli bir topluluk içinde idik.

Kaldığımız evlerde kitaplar, dergiler okunur, şiirler ezberlenir, gerekirse tartışılırdı. Mehmet Kahraman (şimdi, doçent mi?) ile evde yarısı eski yarısı yeni harflerle elde yazılan bir duvar gazetesi çıkardık bir süre. Sevgili ve rahmetli Mustafa Sarıçiçek o duvar gazetesini görüp şiirlerimden istedi; elden mi verdim, posta ile mi yolladım, şimdi anımsayamıyorum; onları Nuri Pakdil'e ulaştırdı. Böylece, Edebiyat'ta şiirlerim çıkmaya başladı.

Nuri Pakdil, yabancı dile ve düzyazı disiplinine de çok önem veriyor, bizim de bunların üstüne düşmemizi istiyordu. Onun yüreklendirmesiyle kimi deneme, öykü çalışmaları (Selim Yavuz müstearıyla), Fransızca'dan yaptığım çeviriler de yer aldı Edebiyat sayfalarında. Liseden arkadaşım Ali Ulvi Temel de Edebiyat'ın bürosuna sürekli gidip geliyor ve öyküler yazıyor, çeviriler yapıyordu. Ali Göçer ile, Fuat Altınsoy ile, rahmetli İbrahim Sarı ile birlikte idik. Rahmetli İlhami Çiçek ile de sık sık görüşürdük.


İlk şiir kitabınızla ikincisi arasında uzun yıllar var. Tıpkı "Edebiyat" ekibinde yazan çoğu şair, yazar için söz konusu olduğu gibi sizin için de sanırım bir suskunluk döneminden bahsedilebilir. Bu dönemden konuşabilir miyiz biraz? "Susmak" ne anlama geliyor ya da hangi anlamdan doğuyor?

Şunu itiraf edeyim ki, konuşmak-yazmak ile suskunluk arasındaki ayrımı "kitap" belirtilerine bakarak belirlemek, başkaları için geçerli olsa da, benim için pek anlamlı görünmüyor. Yanıklar'ı her ne kadar benim imzamı taşıyorsa da, kendi kitabım sayıp benimsemekte güçlük çekiyorum. O kitap sanki kolektif bir kolaj çalışmasıyla ortaya çıktı. Böyle bir çalışmaya katılmış ve katlanmış olmaklığımı belki açıklayabilirim ama bunun hiç de hoş bir şey olmadığını söylemeliyim.

Suskunluğa gelince, bunun çeşitli boyutları olmalı. Kişisel hayatlarda meydana gelen değişmelerin -evlenme, iş sahibi olma- kimi duyarlıkları törpülemesi, belki eritip yok etmesi, önemli etkenlerden biri olmalı. 12 Eylül'den sonra oluşan umarsızlık ortamının doğurduğu beyhudelik hissinin bize de, yazan çizen arkadaşlara da bulaşması, başka bir etken olabilir. Bunlardan -bence daha önemli- bir etken var ki, o da Edebiyat dergisi çevresinde -gerek derginin, gerek yazmanın- hak ettiğinden ya da olması gerektiğinden daha çok, daha büyük, neredeyse biricik "ülküsel bağ" sayılmasıdır. Edebiyat, insanın (Müslüman insanın) olağan-gerekli etkinliklerinden "biri" olarak algılanabilmiş olsaydı, işler sanki daha az gerilimli, daha rahat, dolayısıyla daha verimli bir mecrada akabilirdi. (Ulus ve ümmet olarak yaşadığımız büyük travma karşısında rahatlık, dinginlik önermenin duyarsızlık getireceğini, edebiyatı "gönül eğlencesi" düzeyine düşüreceğini söylemek de pekâlâ mümkündür.)

Doğrusu bu konuda kafam hâlâ biraz karışık.


Sizdeki "dil" hassasiyeti nereden geliyor? Hemen her yazarda vardır böylesi bir duyarlık ama sizin ilginiz çok çok ciddi ve yanlış hatırlamıyorsam yedi yıldır haftalık olarak "dil" yazıları yazıyorsunuz. Bu yazıların çok azını kitaplaştırdınız. Sizden yeni dil kitapları bekleyelim mi?



"Edebiyat dergisi çevresinde -gerek dergi, gerek yazma edimi- hak ettiğinden ya da olması gerektiğinden daha çok, daha büyük, neredeyse biricik 'ülküsel bağ' sayıldı. Edebiyat, insanın (Müslüman insanın) olağan-gerekli etkinliklerinden 'biri' olarak algılanabilmiş olsaydı, işler sanki daha az gerilimli, daha rahat, dolayısıyla daha verimli bir mecrada akabilirdi."
Dil hakkında söyleyeceğimiz her söz, insanlığımızın anlamıyla doğrudan bağlantılı olacaktır. Anlamın bedenidir dil. Bireysel-toplumsal-doğal-tanrısal-evrensel bütün varlık ve ilişki alanlarında hem kavrayış, hem iletişim düzeyinde vazgeçilmez bir yeri var dilin.

Ülkemizdeki dil tartışmalarının çoğu, kısır ve anlamsız sözcük tartışmaları olageldi. Oysa anlamı, içeriği, özü öne çıkarmak; doğruluk ve tutarlılık sorgulamasını o alanda yapmak gerekiyor. Kuşkusuz, yeryüzü koşullarında hayat, nasıl beden ile ruh birlikteliği içinde mümkün oluyorsa, dil de lâfız ile mânânın çakışması sayesinde işliyor. Toplumsal-siyasal hayatımızı yönlendiren iktidar odakları, dilimizi de yönlendirmek istediler. Bu isteğin doğurduğu çatışmalar, savrulmalar, gerginlikler oldu. Fakat bireyin ve toplumun direniş ve savunma düzenekleri de bir şekilde çalıştı, karşı koydu; birçok etkenin etkilediği bir çalkalanma yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.

Köklerimizin sağlam olması, tarihimizde bir Yunus Emre'nin, bir Süleyman Çelebi'nin bulunması, çok önemli ve değerli bir olgudur ama onların varlığı, bizim bugünkü dilimizi sağlıklı kılmamızın güvencesi olmuyor, olamıyor. Belki her birey, her toplum kendi döneminin dil sözleşmesini yeniden yapıyor.

Kitap konusunda şu anda herhangi bir niyet, tasarı, arz-talep görmüyorum.


İçinde bulunduğumuz bu "imla" keşmekeşinden kurtulmanın bir yolu var mı sizce? Bu bağlamda -hâlâ- neler yapılabilir?

İstenirse, olur! "Keşmekeş" diyorsunuz, evet öyle. Bundan rahatsızlık duyanlar, "kurtulmak" isteyenler, "yolu"nu da ararlar ve bulurlar. Ama bunun yakın gelecekte yapılabileceğini ve başarıya ulaşacağını ummuyorum. Demek ki, keşmekeş sürecek.


Günümüz edebiyat "dünyası" bin bir adaya bölünmüş durumda. Sağ, sol, islamcı... gibi bir bölünmeden bahsetmiyorum elbette, aşırı derecede küçülmüş ve küçüldükçe çoğalmış, çoğaldıkça küçülmüş edebiyat "ortamları"... Bir yanda yüz binler satan romanlar, bir yanda beş yüz adet basılan ve tükenmeyen şiir kitapları... Bir edebiyat ortamı vardır, diyenler, var mıdır? diyenler... Siz bu manzarayı nasıl yorumluyordunuz?

Zengin bir edebiyat geleneğimiz var. Ve bu gelenek, toplumun öteki kurumlarıyla her bakımdan koşutluk gösteriyor. Şimdiki durum da, ülkemizin bugünkü siyasal-ekonomik-kültürel-toplumsal, vb. koşullarıyla bağlantılı olmalı. Ancak, özünde bireysel yaratıcılık yatan sanat hamlesi, öteki etkenleri ve koşulları da etkileyip dönüştürecek bir patlama yapabilir. Görselliğin ve yüzeyselliğin yaygınlaştığı, gözboyamanın ve yalanın küresel bir güç olduğu günümüz koşullarında, insana özünü ve hakikatin özünü yalın ve çarpıcı biçimde sunacak sanat verimleri, ulusal sınırları da aşma gizilgücüne sahip bir bereketi, bir büyük nasibi kucaklayabilirler. Bu bana temelsiz bir "hayâl" gibi görünmüyor.


Son olarak: İnternette edebiyat için ne dersiniz? Ne de olsa siz de internette yazıyorsunuz...

İnternet yeni bir iletişim ortamı. Geleneksel ortamlardan oldukça farklı nitelikleri var. Fakat bizim yaptığımız da, birçoklarının yapmakta olduğu da, yazıyı ya da çizgiyi, resmi, kâğıt yerine ekrana aktarmaktan ibaret. Basılı metnin sıcaklığını, kokusunu taşımayan bu yeni aracın üstünlüğü, çok uzak yerlere çok çabuk ulaşabiliyor olması. Ama bence önemli olan, internetin kendi diliyle, bu dilin gereçleriyle sanat-edebiyat üretiminin yapılmasıdır. Bunun bir süre sonra başlayacağını sanıyorum.
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV