« Anasayfa | Künye | Arþiv 20 Nisan 2024, Cumartesi
Gündem: Kültür-
Sanat
Gündem: Hayat
40i Gündem Nöbetçi Köþe
40PENCERE
Edeb Yahu
Nedret Kudret
Erdem Bayazýt Ey!

Gölgelik
Köksal Alver
Tek Söðüt

Dil Aðacý
Ýbrahim Demirci
Kafý Yutanlar

Kelimeler ve Þeyler
Abdullah Harmancý
Seni Ne Ýhtiyarlattý?

Mýzrak ve Ýlmihal
Ahmet Murat
Ýmamýn Hatýrlanýþý

Saksaðan
Osman Özbahçe
Dünya Aklýma Yatmýyor

Þiir Çýkmazý
Mehmet Solak
Kimi, Nereye Götürür Þiir?

[ Edebiyat -> e-sohbet ]

Mustafa Kutlu: "Allah Varsa Trajedi Yoktur"

17.09.2005 - 00:46

Mustafa Kutlu Türk Hikayeciliðinin zirvesi. Bu topraðýn kendine özgü serüvenini anlamaya ve hilesiz, duru bir dille anlatmaya çalýþýyor. 1947'de Erzincan'da doðdu. Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatý Bölümü'nü bitirdi (1968). Sanat hayatýna Ýstanbul'da çýkan Fikir ve Sanatta Hareket dergisinde yayýmladýðý hikâyelerle girdi (1968). 1990'dan beri yönettiði Dergâh dergisinde hikâye ve denemeleri çýkýyor. Türk Dili Edebiyatý Ansiklopedisinin üçüncü cildinden Ýtibaren yayým yönetimini üstlendi. 1986 yýlýndan itibaren Zaman gazetesinde þehir yazýlarý yayýmladý; 1995'ten bu yana Yeni Þafak gazetesinin kültür ve spor sayfalarýnda yazýyor. Sinema ve televizyonla ilgileniyor; senaryolar yazýyor, TV programlarý hazýrlýyor. Koyu Fenerli.

Kutlu ile, hikâyelerinden tanýdýðýmýz Saka Kuþu'nun ötüþleri eþliðinde, zevkli bir sohbet gerçekleþtirdik. Þehir, tasavvuf, toplumsal dönüþüm, modernlik, gelenek, iktisat, yoksulluk, sosyal adalet gibi Mustafa Kutlu hikâyesine rengini veren konular, söyleþinin de ana temalarýydý. Aralarýnda, Yoksulluk Ýçimizde (1981), Ya Tahammül Ya Sefer (1983), Bu Böyledir (1987), Sýr (1990), Beyhude Ömrüm (2001) ve Tufandan Önce(2003)'nin de bulunduðu bir düzine hikâye kitabý olan Kutlu, Hüzün ve Tesadüf(1999)'ten beri her yýl bir hikâye kitabý yayýmlamaya okuru alýþtýrdý. "Bu sefer her nedense paranoyak bir þekilde adýný sakladým" dediði yeni kitabýný ise bizden saklamadý. "Adý Þef. Fakat 'Chef þeklinde yazýlacak; Fransýzca yazýlýþýyla" diyor ve bununla ilgili ipuçlarýný söyleþinin içinde veriyor.

Ýsterseniz yazarlýk meselesinden baþlayalým. Yazarlýk, nasýl bir þey? Günün birinde yazar olacaðým diye bir duygu mu geliyor, yoksa insan kendini öyle yazarken mi buluyor?

Yazarlýk iþi bizim memlekete nereden intikal etmiþ; onu bilmiyorum. Ama yazarlar ve sanatçýlar herhalde dünyanýn diðer taraflarýnda da ayrý bir muamele görüyorlar. Hatta bunu biraz ileri götürürsen, "yazardýr, ne yapsa yeridir" yahut "sanatçýdýr, ne yapsa yeridir"e kadar uzayabilir. Meselâ dâhi diyorlar, diðer insanlardan ayýrýyorlar. Ben bizim kültürümüzde dâhi kelimesine rastlamadým. Bir Mimar Sinan'ý ele alacak olursak, o da týpký kavukçubaþý gibi, kazasker efendi gibi bir mimarbaþýdýr; meslek erbabýdýr. Kaynaklarda insanüstü bir yaratýk gibi bahsedilmiyor; hakeza padiþaha da diðer insanlar gibi normal bir adam olarak bakýlýyor. Ben bize ait olan deðerlendirmenin sanatla zanaatý ayýrmayan bir düþünceden neþet ettiði kanaatindeyim. Bana göre bir ressamla bir taþ ustasýnýn, bir þairle bir nakkaþýn farký yoktur. Zanaatkarlar da birer sanatçýdýr. Bu deha meselesi, ateþi çalan Prometheus'tan geliyor olabilir.

Ýlk, "yazdým" dediðiniz þeyi hatýrlýyor musunuz? "Þunu yazdým ve bu benim yazar olduðuma delâlet ediyor" dediðiniz metin...

Lise yýllarýnda edebiyata ve sanata meylim vardý. Sözgelimi, o yýllarda uzun süre resimle uðraþtým. Sonra malî meselelerden dolayý, bir de Erzurum yakýn olduðu için, Erzurum Edebiyat Fakültesi'nde okudum ve oradaki tahsil hayatým sýrasýnda Orhan Okay Hoca'nýn talebesi oldum. 1966'da Hareket mecmuasý çýktý. Hareket mecmuasý benim fikir dünyama, hissiyatýma denk düþen bir mecmuaydý. Yani hem Müslüman, hem sosyal adaletçi. O zamanlar sosyalist bile olmuþtum. Zira adalet düþüncesi bende çok köklüdür; nitekim kitaplarýmýn hepsinde vardýr.

Hatta, Yoksulluk Kitabi adýyla yazýlarýnýz yayýmlandý.

Evet, yoksulluk meselesinin de üzerinde uzun boylu duruþumun nedeni, bende ki isyan duygusudur; haksýzlýða karþý isyan bende hep vardý, yazýlarýmda da var. Hareket dergisini de bana hukukçu amca oðlum tanýtmýþtý ve çok hoþlanmýþtým. Orhan Hoca'nýn masasýnýn üstünde de görünce, biz ayný dergiyi okuyan hoca ve talebe olduk. Hocam bana "Senin de mi haberin var?" deyince, ben de "Evet hocam, çok hoþuma gitti," diye mukabelede bulundum. "Bu dergiyi çýkaran adam (Ezel Elverdi) biraz sonra buraya gelecek" dedi. Karþýlaþýnca baktým ki tombul, kývýrcýk saçlý tipik bir görünüþü var; yani öyle savaþçý görünümlü biri deðil. Erzurum Pastanesi'ne oturduk. Ben uzun uzun Hareket mecmuasýný tenkit ettim. Mesela görsel olarak hiç hoþuma gitmiyordu. Beni dinledi. Sonra da "Þuradan baþlayalým; sen madem resim yapýyorsun ve isteklisin, o hâlde bize desen gönder," dedi. Dolayýsýyla Hareket dergisine yazý yazarak deðil, desen yaparak girdim. Sonradan ilk hikâyemi yazýp Orhan Hoca'ya götürdüm; ismi "O" idi. Resimle bir yere varamayacaðýmý anlamýþtým; çünkü taþrada, akademik eðitimden geçmeden, usta görme den, çoban ressam filân olunabilir ancak. Belki de resimle ifade edemediðim þeyleri ifade etmek için edebiyata baþvurmuþumdur; bu sorunuz için bir cevap olabilir.

Sizi, yazýþ tarzýnýz deðil belki; ama konulan seçiþiniz bakýmýndan Behçet Necatigil'e benzetiyorum. Küçük yer, kasaba, orta insanlar ve bunlarýn buluþmasý diyebileceðimiz bir durumu yaratmaya çalýþýyorsunuz. Oysa Ýstanbul'da aþaðý yukarý kýrk yýllýk bir geçmiþiniz var. Ancak hâlâ Erzincan'da, Erzurum'da yaþayan biri gibi yazabiliyorsunuz. Bunu nasýl beceriyorsunuz?

Yazý hayatýmda baþlangýçtan bugüne takip ettiðim esaslý bir konu var: Türkiye'de toplumsal dönüþüm. Bunun en önemli konu olduðu kanaatindeyim; çünkü gerçekten Türkiye 1950'den itibaren, yani çarýðýn, karasabanýn ortadan kalkýþýndan itibaren, çok köklü deðiþmelere sahne oldu. Halil inalcýk, "Osmanlý toprak düzeni 1950'ye kadar devam etti," diyor. Ben de Türkiye'nin 1950'den itibaren çok deðiþtiðini gözlemliyorum. Sýrf siyasî deðiþikliklerden deðil; çarýðýn yerine kara lastiðin, sabanýn yerine pulluðun gelmesi gibi toplumsal ve kültürel deðiþikliklerden bahsediyorum. Bu gözlemi Türkiye'de insanlýðýn (yani topyekûn geleneklerin, yaþama biçiminin, þehirlerin, dilin, terbiyenin) ne yönde deðiþtiðini (neleri kaybettiðimizi, neleri muhafaza ettiðimizi) anlamak, bir de Cemil Meriç'in tabiriyle, "maziden istikbale bir köprü olmak" bakýmýndan önemsiyorum; çünkü bizim geçmiþimizle bugünümüz arasýnda maalesef büyük bir kopukluk var. Bu toplumsal dönüþüm meselesinin baþlangýcý için bana bir ünite, bir mekân, bir kültürel zemin, bir toplumsal birim gerekiyordu ve kanaatimce bu, Türkiye'de "kasaba" idi. Nitekim Sezai (Karakoç) Bey de bu duruma dikkat çekmiþ, bunu sonradan öðrendim. Kasaba, esnafýyla, eþrafýyla, insan iliþkileriyle þehirlere nazaran daha az deðiþtiði -neredeyse hiç deðiþmediði- ve bu sayede geleneksel yapýsýný muhafaza ettiði için, bizi biz yapan kültürün ne olduðunu çok daha iyi görebileceðim ve bu ölçüyü tutturduktan sonra, bunun geçmiþten bugüne ne kadar savunulduðunu anlayacaðým için kasabayý hikâyelerimde öne çýkardým. Kasaba benim için büyük bir ölçek, bir laboratuar oldu. Geçen elli sene içerisinde kasabalar ortadan kalktý. Bir kýsmý azmanlaþarak þehir olma iddiasýnda bulundu. Suþehri gibi yerler hâlâ þehir olmayý bekliyor. Siyasî maksatla Osmaniye þehir oldu. Bazý kasabalar da göç vererek silinip, eski yapýsýný kaybetti. Göz önünde bulundurduðum süreçte, insanýmýzýn özelliklerini en iyi yakalayabileceðim konu "kasaba" idi. Kendi teþebbüsümü zenginleþtirmek için, meselâ yurt dýþýna gitmeyi hiç arzu etmem. Gitmek istediðim; Tosya, Kula, Ödemiþ, Sinop, Kastamonu, Ermenek gibi yerlerdir. Bütün endiþem, oralarý, turistik hâle gelmeden görmek. Çünkü turistik hâle gelmek demek, eski atmosferin yaþanmadýðý, turistlere hizmet için paketlenmiþ program olmak demektir.

Yazýlarýnýzda kasabanýn kaybolduðunu, ama yerine þehrin de gelmediðini görüyoruz. Tasvir ettiðiniz þehirler, büyümüþ köyler gibi. Dolayýsýyla þehirlerimiz büyümedi, köylerimiz büyüdü gibi bir hava var. Bunu biraz açar mýsýnýz?

Geçenlerde "Ýmza ve Marka" baþlýklý bir yazý yazdým, Ýstanbul'a mimarlar geldi; havadan, karadan, denizden dolaþtýlar. Biri hayran kalmýþ Ýstanbul'a; yani sur içine. "Her þey olaðanüstü" diyor. Hatta "ben Ayasofya'yý seçmiþtim; ama hayýr, Sultanahmet Camii daha iyi bir sembol," diyor. Sonra Kazlýçeþme, Gaziosmanpaþa, Þirinevler, Sultanbeyli'yi gezmiþ ve dehþete kapýlmýþ; "Yahu bunlarý gerçekten de Mimar Sinan'ýn torunlarý mý yaptý?" demiþ. Ne kadar kendi kiþiliðimizden, kültürümüzden, kimliðimizden, birikimimizden uzaða düþtüðümüzü gösteriyor bu. Birçok televizyon programýnda, bu iþle uðraþan kiþilerin (ki bunlar arasýnda maalesef Ýstanbul Büyükþehir Belediye Baþkaný da var) "Ýstanbul'u nasýl marka yaparýz?" endiþesiyle konuþmalar yaptýðýný gördüm. Ýmza þahsî bir þeydir; kiþilik, þahsiyet, biricik oluþ, eþi benzeri bulunmayýþ, temsil kabiliyeti gibi birçok þey ifade eder ve taklit edilemez. Taklit edilmesi de suçtur. Bir kiþi eserine imzasýný atmýþsa, o eser bir tanedir. Bir tane olduðu için çok önemli, eþsiz bir þeydir. Dolayýsýyla imza sahibi olmak, çok az þehre nasip olmuþ bir þeydir. Uzak Doðu'nun mabet tarzlarý, Ortodokslarýn soðan kubbeleri, Katolik Gotik kiliseler, kadim medeniyetlerin þehirleri dinî kimliklerini siluetlerde gösterir. Oysa ki seküler medeniyetin, yani modern medeniyetin þehirlerinde bu yoktur. Yüksek gökdelenler, yüksek binalar, heykeller, bulvarlar vardýr. Bunlarýn görünümleriyle kadim þehirlerin siluetleri birbirinden farklýdýr; hemen ayýrt edebilirsiniz.

Modern þehirler hep birbirine benziyor.

Evet, modernler hep birbirine benzer. Modern þehirler bu yüzden fabrikasyondur. Bir marka da öyledir. Fabrikasyon bir ürün için birçok kiþi (tasarýmcýlar, renkçiler, vs.) çalýþýr. Bir marka, bir kiþiden ziyade ortaklaþa bir çabanýn ürünüdür; markalaþýldýktan sonra da seri üretime geçilir. Siz "A" markasýný giyersiniz, arkadaþýnýz da giyer, iki "A" giyen arasýnda bir eþitlik peyda olur. Bu sözde eþitlik, insanlar arasýnda sanal bir memnuniyete yol açar.

Aslýnda bir bakýma buna tek tipleþme diyebiliriz.

Hem tek tipleþme, hem de bir markayý ele geçirmiþ olmanýn, diðeri ile ayný seviyeye ulaþmýþ olmanýn verdiði aldatýcý rahatlama hissi, tüketim toplumundaki tipik bir eðilimdir. Dolayýsýyla marka yapýlýr, sunulur, moda olur, satýlýr; sonra tekrar yerini baþka bir yere býrakýr. Bir müddet sonra biter. Ama imza hiçbir zaman kendini satmaz. O bir varlýk meselesidir. Bizim þehirlerimiz eskiden imzalarýný taþýyorlardý. Mesela Erzurum evleri ve mahalleleri ile Kütahya evleri ve mahalleleri arasýnda çok bariz farklar vardý. Kiþilik, güzellik farklarý vardý; iklimden, coðrafyadan, kültürden, malzemeden gelen çeþitlilikler vardý. Turgut Cansever'in de tespit ettiði gibi, Osmanlý medeniyetinin ortak standartlarýný kullanýyorlardý (pencere biçimleri, kapý ölçüleri, kapý biçimleri, vs.); ama her bölge kendi içinde özerk ve kendi kültürüyle, malzemesiyle, onu yoðuran kendi kiþiliðini aksettiriyordu. Mesela 1960'larda ben Erzurum'daydým. Erzurum, hüviyet sahibi bir þehirdi. Hakikaten girdiðiniz zaman evleriyle, sokaklarýyla, esnaflarýyla, çarþýlarýyla bambaþka bir þehirdi. Þimdi gitseniz, onlarýn hiçbirini bulamazsýnýz. Bütün þehirlerimiz kendine mahsus özellikler taþýyordu. Biz maalesef nasýl Ýstanbul'u barbarca ortadan kaldýrdýysak, o þehirlerde oturanlar da bunu yaptý. Ancak bazý adacýklar var bizde. Mesela Ýstanbul Boðazý; toprakla doldurulmadýktan sonra güzelliðini kaybetmez. Bazý þehirlerimizin de böyle birkaç köþesi kaldý sadece -ki onlarý bulduðumuz zaman önünde durup resim çektiriyoruz. Diðer kýsýmlar konfeksiyon oldu. Bulvarlar, uyduruk parklar, içinde þelâleler, fýskiyeler; benzin istasyonlarý, showroomlar, sonra mümkünse þehirde bir ya da iki gökdelen. Mesela Konya'nýn ortasýnda gökdelenin ne iþi var?

Þu anda yedi tepeye misilleme olarak Üsküdar-Kadýköy arasýna yedi tane gökdelen dikileceði, dolayýsýyla þehrin siluetinin modernize edileceðine dair rivayetler var.

Bir yazýmda, "Asla böyle bir þey yapmayýn!" dedim ve Baþbakan'a sitemde bulundum. Çünkü üçüncü köprüye, belediye baþkanlýðý döneminde þiddetle karþýydý; bakýyorum da þimdi üçüncü köprü taraftarý oluvermiþ. Bu çok yanlýþ bir þey. Dünyanýn aklý yeten mimarlarý "Bu güzelim Ýstanbul þehrini rahat býrakýn!" diyorlar. "Yapacak çok iþiniz var," diyorlar. Onu da þunun için söylüyorlar: insanlarýn görmesi lâzým gelen o kadar çok tarihî eser ve semt var ki! Hâl böyleyken, gökdeleni, þunu bunu ne yapayým? Çatalca'da ticaret bölgelerine motel mi, alýþveriþ merkezi mi yapacaksýnýz, imar mý yapacaksýnýz, gidin yapýn. Buraya neden yapýyorsun kardeþim? Burayý rahat býrakýn! Burada medreseyi, çeþmeyi onarýn. Ýnsanlar gelip onlarý görmek istiyor, Ýstanbul'un mimarî yapýsý onarýlmalý; imar faaliyetinden kastým bu. Mesela surlarýn doðru dürüst restore edilmesi fevkalâde bir gereklilik.

Hikâyelerinizde, hep toplumsal dönüþümle bir paralellik görülüyor. Yokuþa Akan Sular'da o dönemin konjonktürüne uygun iþçi, sendika üyeliði ile ilgili neredeyse sosyalizme yakýn bir çizgi var. Ya Tahammül Ya Sefer'de yine, 1980 sonrasý Ýslâmî kesimdeki çözülmeye deðiniyorsunuz. Daha sonra Sýr var; yine gelenek, modernleþme, köy, þehir, tasavvuf eksenindeki þeylere eklenebilir o da. Genelde "þimdi"yi ele alýyorsunuz, o dönemi yazýyorsunuz. Þark hikâyeciliðinden faydalanan, çerçeve öyküyü kullanan bir hikayeci olarak biliniyorsunuz. "Þimdi"yi sürekli esas alýrken gelenekten, tarihten etkilendiðiniz hâlde ortada tarihî bir öykü yok; bilâkis sürekli bir "þimdi" var. Bu, bir kaygýnýn ürünü mü?

Doðrusu iyi bir tespit. Ben geçmiþe de, arkama da çok fazla dönüp bakmam; ön tarafý da fazla merak etmem. Benim için önemli olan, þu anda ne yaptýðýmýz. Bu belki mizacýmdan, hem de benimsediðim tasavvufî anlayýþtan ileri gelen bir þey. "Dem bu demdir, dem bu dem" ifadesi o anda ne yaptýðýnla ilgili. Yani o anda aldýðýn nefesin Hak'la birlikte olmasý lâzým. Bir önceki, geçmiþ gitmiþtir. Bir sonraki, senin elinde deðildir zaten. Yani o an ne yapacaksan yapacaksýn demektir. Bir tasavvufî anlayýþtan neþet ediyor bu. Zaten ilk hikâyelerimde, Yokuþa Akan Sular, Ya Tahammül Ya Sefer, Yoksulluk Ýçimizde, Bu Böyledir ve Sýr adlý beþ kitapta, belirttiðiniz gibi Þark hikâyesini esas aldým. Yani bir çerçeve hikâye ve içinde diðer parçalar. Bu da tasavvufî bir yapý yani. Þark'ta zaten sanat dili tasavvuf üzerine kurulmuþtur. Sanatçýya sembolik bir dil lâzýmdý ve bu da tasavvufun dili olabilirdi ancak. En tipiði Mantýku't-Tayr'dýr. Otuz kuþ gidiyor Simurg'u aramaya. Kuþlarýn her birinin ayrý ayrý hikâyesi var ve onlar bir çerçevenin içindeki hikâyelerdir; fakat birbiriyle baðlantýlýdýr. Dolayýsýyla kesretten vahdete giden bir yapýyý iþaret eder. Ben doðrusu bu yapýyý günümüz insanýnýn anlayacaðý, modern bir tarzda iþlemeye çalýþtým. Bunun bir dili var; o dili yakalamaya, modern mazmunlar üretmeye çalýþtým. Yazdýklarým tasavvuf sembolizmini taþýr ve bu dili de gittikçe daha az söyleyip çok þey ifade etmeye çalýþan Þark üslûbuna yaklaþtýrmaya çalýþtým, iþte o beþ kitap, tasavvuf düþüncesi üzerine yükselir. Ama bu teorik bakýmdan böyledir. Pratikte ise günümüz meselelerini anlatýr. Yine ben toplumsaldan topluyorum. Mesela Sýr kitabý, 1980 sonrasýnda Türkiye'de tasavvufla, tarikatla, siyasetle hayli yakýndan ilgilenen büyük kalabalýklarýn öyküsüdür. 1984'te bunlara dikkat etmiþim ve bunun nereye doðru yürüdüðünü çözmeye çalýþmýþým. Uzun bir süre sonra, söylediklerimin gerçekleþtiðini gören arkadaþlar oldu.

Baþlangýçta çok tepki aldýnýz ama...

Evet, belki baþlangýçta çok tepki aldým; ama sonradan -bunu söylemek bana acý gelse de- "Senin bütün söylediklerin bir bir çýktý," diyenlerin sayýsý hiç de az deðildi. Dolayýsýyla baþtaki bu beþ kitabý anlamak biraz donaným ister. Ortalama okuyucu, onlarý tam manasýyla çözemez; sade ce olaylarý takip edebilir. Biraz tasavvuf bilmesi lâzým. Uzun Hikâye ile baþlayan ve Beyhude Ömrüm, Mavi Kuþ, Tufandan Önce ve Rüzgârlý Pazar ile devam eden sonraki beþ kitap ise, geleneðin baþka bir yönünü esas alýyor -ki o da halk kültürü ve halk hikâyeleridir. Halk kültürü ve halk hikâyelerini de çok önemsiyorum. Önceki kitaplarýmýn divan edebiyatý gibi yüksek zümre için olduðunu kabul edersek, bunlarýn da halk edebiyatý için olduðunu kabul edebiliriz. Çünkü bu kitaplarý yediden yetmiþe herkes çok kolay okuyor. Bunlarý bazýlarý roman kabul ediyor; ama ben bunun neden roman deðil de, hikâye olduðunu her zaman açýklayabilirim.

Mesela Uzun Hikâye'ye "kýsa roman" diyenler oldu.

Yok, onu anlatýrým, o teknik bir þey. Burada da halk hikâyesini þöyle bir hâle getirdim: Aslen halk hikâyesi denilen þey, anlatým esaslýdýr; yazma esaslý deðildir. Anlatým esaslý bir þeyi, yazý esaslý bir hâle getirmek bayaðý zor bir iþtir. Öyle bir yazý yazacaksýnýz ki, yazdýðýnýz yazý, sanki birisi anlatýyormuþ da dinliyormuþsunuz gibi olacak. Yani bir kitap okuyormuþ gibi deðil de, birinin anlattýklarýný dinliyormuþsunuz gibi olacak. Ondan sonra da keyifle okunacak. Son beþ kitap, halk edebiyatýný yeniden ve günümüz þartlarýnda yeni bir dille, yeni bir kuruluþla, anlatým esaslý metni yazma esaslý metne çevirerek yapýlmýþ hikâyeler oldu ve çok kolay okundu. Ama onlar da sosyal meselelerdi.

Yeni bir türe geçtiðinizin iþaretlerini alýyoruz. Diyelim ki, ilk beþ kitapta tasavvuf ve yüksek kültür, divan kültürü; diðer beþ kitapta halk kültürü. Þimdi bu çýkacak olan kitaplarda daha farklý bir damar olacak sanki; onu biraz açabilir misiniz?

Bu yýl benim yazý hayatýmdaki otuz altýncý yýlým. Geçen zaman içerisinde bir Mustafa Kutlu hikâyesinden bahsedilebilir. "Bu, onun yazdýðý bir þey, evet onun yazdýðý belli oluyor" denilmiþtir. Benim yazacaðým kitap da ne olursa olsun, hangi biçimsel tavrý öne çýkarýrsa çýkarsýn, -çünkü biçimsel kaygýlarý ben çok öne almam- "bunu Mustafa Kutlu yazmýþ" diyecekler. Ama öbürlerindeki gibi bir kaygý ile yazýlmýþ olmayacak. Bu kitaplarýn isimlerini ben daha önceden hep tekrar ederdim. Bir kitabý yazarken öbür proje hemen doðuyor. Mesela gelecek sene yazacaðým kitabýn adý þu olacak diyordum; kitabý yazmadan önce. Ben kitabýn adýný ve giriþini çok önemserim. Bu sefer her nedense paranoyak bir þekilde kitabýn adýný bugüne kadar sakladým. Ama þimdi itiraf edeyim. Yeni kitabýn ismi Þef. "Chef" þeklinde yazýlacak; Fransýzca yazýlýþýyla yani. Bu yazým tarzýný tercih ediþim de bizim memleketteki yabancý dil tutkusundan ileri geliyor. Bugün insanlar, çocuklarý Ýngilizce bilsin diye daha anaokulunda Ýngilizce öðretmeye kalkýþýyor yahut Ýngilizce bilmeyeni adam yerine koymuyorlar. Hikâyede bir de bu dertten muzdarip bir kahraman var; "Ýngilizce bile bilmiyoruz, yahu adam mýyýz biz!" diyen biri. Ayrýca kitaptaki kahramanlarýn biri de bir banka þefi. Bir aile: Baba, anne ve oðul. Üçünün birbirleriyle kesiþen ve ayrýlan üç hikâyesi var. Kitap üç hikâyeden oluþuyor. Burada öbür kitaplarýmdan farklý bir yapý var. Yani üç baþlýk var ve üç baþlýkta metinleþen bir yapýyý gösteriyor. Türkiye'de olup bitenler, beni, bunlarý yazmaya zorluyor.

Bu kahramanlarý gerçekten somut olarak görüyor musunuz, yoksa birkaç kiþinin birleþiminden bir kahraman mý çýkarýyorsunuz? Yani "þef", tanýdýðýnýz bir kiþi mi?

Hayýr, hiçbir kitabýmda birebir adam yoktur. Uzun Hikaye'deki çocuðu da ben zannetmiþlerdi. Otobiyografi olarak düþünülüyordu. Halbuki ben kendisini anlatan biri deðilim. Gördüklerimi, duyduklarýmý, gözlemlediklerimi, kendi yaþadýklarýmý, onlarýn bende býraktýðý izlenimlerin süzgecinden geçirerek harmanlýyorum. Dolayýsýyla kitaplarýn içinde bir parça ben de varým elbette; ama asla baþrolde deðilim. Ama saka kuþu, küpe çiçeði, trenler, vs. benden gelen þeyler. Elbette ki bir hikayeci yaþadýðý toplumda duyuyor, görüyor ve onlarý okuduklarýyla, kendi hisleriyle harmanlýyor. Mesela Tufandan Önce adlý kitabý yazmaktaki amacým, Türkiye'deki siyasetin parodisini yapmaktý. Benim hiç yakýn olmadýðým bir hadisedir; siyaseti de, siyasetçileri de sevmem. Ama öðrenmem gereken þeyler var. Kitabý yazmadan önce il baþkanlarý, ilçe baþkanlarý, milletvekili arkadaþlarým, parti baþkanlarý, hatta bakanlarla görüþtüm. Mesela bir kaymakam arkadaþýmýn bana çok büyük faydasý oldu. Kendisi Reþadiye kaymakamýdýr -ki ona müteþekkirim. Ýlçeye bir bakan geldiði zaman nasýl karþýlama yapýlýr, onu anlattý. Ben bunu bilmiyorum; ama bunu doðru yazmam lâzým. Bir bakana nasýl brifing verilir? Karþýlama il sýnýrlarý içinde mi olacak; yoksa ilçenin giriþ kýsmýnda mý? Böyle bürokratik þeyler var. Bunlarýn hepsini öðrendim. Mesela þurada Sarýkamýþ'la ilgili bir kitap var, onu okuyorum. Bundan sonra yazacaðým kitapta bana çok küçük bir iki þey lâzým Sarýkamýþ Harekâtý ile ilgili.

Bu hikâye de "þimdi"de geçecek; ama yine tarihten beslenecek herhalde?

Bundan sonra yazacaðým, biraz daha metafizik bir kitap olacak. Görünüþte hiç metafizik deðil. Benim kitaplarýmda zaten böyle bir þey vardý. Mesela hemen hemen tamamýnda bir fanilik düþüncesi vardýr; ama çok göz önünde deðildir. Biraz düþününce anlaþýlýr. Ýþin esasýný konuþacak olursak; insanoðlu ruh ve bedenden oluþuyor. Ruh hakkýnda bir þey bilmiyoruz. Fakat beden hakkýnda çok çeþitli rivayetler var. Ama nefs dediðimiz bir þey var. Mesela bizde trajedinin olup olmadýðý tartýþýlmýþtýr. Bence bizde trajedi yok. Allah varsa, trajedi olmaz zaten. Yani yalnýzlýk olmaz; umutsuzluk olmaz, Allah varsa. Trajedi, iki yüksek duygunun, iki yüksek deðerin ayný anda ve kaçýnýlmaz olarak çarpýþmasýdýr. Mesela vatan sevgisi ile aþk kaçýnýlmaz olarak çarpýþýr. Ancak Allah'ýn karþýsýna baþka bir þeyi koyamýyorsunuz. Onunla denk bir duygu yok. Nasýl bir þey olabilir bizde? Dram olabilir; o daha sonra melodrama dönüþür. O da insanýn nefsiyle, kendisiyle olan mücadelesidir. Bizim esas problemimiz odur.

Sýr hikâyesinde, Þeyh Efendi köyden þehre gelir ve "sýr" çözülmeye baþlar. Ticarileþme, siyasilerle iliþkiler derken, Þeyh, gördüðü bir rüya sonrasý sarýðý, cüppeyi koyup tekkeden çýkar ve "sýrrolur." Bir nevî yeniden seyr ü suluk; ama þehirden kaçýþ ayný zamanda. Biz tasavvuf ile þehri meczedemedik mi? Tasavvuf az önce anlattýðýnýz þekildeki þehir için bir umut olabilirdi de, biz bunu kaçýrdýk mý?

Tasavvuf, sanat konusunda da bize pek çok ufuklar açar; zaten baþka bir yoldan da sanat yapmamýz zordur. Çünkü gelenekte de, mimariden musikiye kadar her þey tasavvufa dayanýr. Baþka bir dil yok. Tasavvuf, bugün için elimizden kaçýrýlmýþ bir fýrsat mýdýr? Bizim dinî hayatýmýz kadar bir de iktisadî hayatýmýz var. Dinî hayatýmýzýn iktisadî hayatýmýza galebe çalmasý ve onu bir çitin altýnda tutmasý lazým. Biz hâlâ neyi, nasýl yapacaðýmýz hususunda çok cüz'i çabalar sarf ediyoruz. Alýþveriþini, düðününü, caddeni, þehrini, sokaðýný nasýl yapacaðýný tayin edersen, zaten dinin emrini de yerine getirmiþ olacaksýn. Türkiye þu anda bir þaþkýnlýk hali, bir buhran geçiriyor. Dolayýsýyla tasavvuf düþüncesi bize yürüyeceðimiz yolda yeni kapýlar açabilir. Mesela, sanatla uðraþanlar için bilhassa (sanat, sanattan ibaret bir þey deðil; tamamen ahlakî bir þeydir). Onun için ben kaçýrýlmýþ bir fýrsat gibi görmüyorum. Ama þunu söyleyebilirim: Vaktiyle geleneðin içinden, eski kültürle hemhal olarak intisap etmiþ insanlar, büyük hoca efendiler teker teker aramýzdan ayrýldý. Onlarýn yokluðunu ben çok önemli görüyorum. Çünkü onlar baþka bir dünyadan gelmiþ insanlardý sanki. Baþka türlü insanî iliþkileri tatmýþ, yaþamýþ kiþilerdi. Sýkýþtýðýmýz anda onlara bir þeyler soruyorduk.

Son olarak sinema konusuna girelim isterseniz; senaryo iþlerine... Kapýlarý Açmak, Kanal D'de yayýnlanýyordu. Birkaç bölüm sonra, aniden yayýndan kalktý. Niçin?

Kapýlarý Açmak senaryosunun uzun bir geçmiþi var; onu anlatmayayým. O senaryoyu film olarak yazmýþtým. Osman Sýnav, sanýyorum Aile Araþtýrma Kurumu'na 1992'de bunu çekti. Film, piyasaya çýkmadý; ama Antalya Altýn Portakal Film Yarýþmasý'nda üçüncü oldu. Mehmet Aslantuð da en iyi erkek oyuncu seçildi. Osman'ýn sinemada ilk çýkýþý o filmledir. Aradan zaman geçti; bana, "Aðabey, bunu dizi yapacaðým, ne dersin?" dedi. Osman her þeyi ayarladý, profesyonel bir arkadaþtý. Burada her þeyi hazýrlayýp baþka bir film çekmek için Amerika'ya gitti. Diziyi, onun Mustafa Þevki Yýlmaz adýnda iyi bir asistaný vardý, o çekti; dört-beþ bölüm. Ama kötü bir dizi oldu; ben de beðenmedim. Osman, bunu duymuþ; apar topar geldi ve kanalla konuþarak diziyi geri çekti. Þimdi kendisi çekiyor. Aðustos'ta inþallah yeniden gösterime girecek.

Çok zevkli bir sohbet oldu, teþekkür ederim.

Ben de teþekkür ederim.

Söyleþi: M. Mücahit Küçükyýlmaz

Anlayýþ, Aðustos 2005, Sayý: 27, Sayfa: 36-40

Mustafa Kutlu Türk Hikayeciliðinin zirvesi. Bu topraðýn kendine özgü serüvenini anlamaya ve hilesiz, duru bir dille anlatmaya çalýþýyor.  
Tekrar YayýnTümü »

» Simetrim Kalkýyor Breh / Vural Kaya
» Edebiyat Ödüllerinin Günahý ve Sevabý / Refik Durbaþ
» Yüzdeki Týrnak Ýzleri ve Pamuk Terörü / Kaan Arslanoðlu
» Sözleþme-II / Seyhan Arslan
» Meczubun Kefaret Bandolarý / Vural Kaya
MetinlerTümü »
» Ýkiz Yörünge Üstü Bir Cambazýn Tek Seferlik Dansý / Mehmet Uðraþ
» Durak / Suat Alan
» Meydan ve Kahvehane / Necip Mahfuz'dan Çeviren: Yusuf Sami Samancý
» Mutluluk Hastalýðý / Necip Mahfuz'dan Çeviren: Murat Göçer
» Fazilet Mükâfâtý / Reþat Nuri Güntekin (Çevrimyazý: Elif Hafsa)
Edebiyat MasasýTümü »
» Geçen Ay Edebiyat: Kasým-Aralýk 2009 / Elif Hafsa Katýrcý
» Geçen Ay Edebiyat: Mart-Nisan 2009 / Elif Hafsa Katýrcý
» Geçen Ay Edebiyat: Ocak-Þubat 2009 / Elif Hafsa Katýrcý
» Geçen Ay Edebiyat: Aralýk 2008 / Elif Hafsa Katýrcý
» Geçen Ay Edebiyat: Ekim-Kasým 2008 / Elif Hafsa Katýrcý

Yorum yazabilmeniz için üye olmanýz gerekiyor. Üye olmak için týklayýn.

(Üye iseniz sayfanýn en üstünde sað tarafta yer alan kýsýmdan giriþ yapmalýsýnýz.)


Toplam 1 yorum yapýlmýþ. Yorumlarýn tamamýný görüntülüyorsunuz.

.

mustafa kutlu gerçekten deðerli bir yazar

elif_yazmak (01.02.2008 - 21:54)

Üye Giriþi
Kullanýcý adý
Þifre
Beni hatýrla
Þifremi unuttum!
Ücretsiz Üye Olun!
Son 10 Yorum
toplantý (10.12.2013 - 17:25)
tek söðüt (26.02.2013 - 01:08)
yok var, var var (26.02.2013 - 01:06)
Hoþ bir yazý (17.08.2012 - 00:19)
beklerken (27.05.2012 - 21:07)
bir yorum (21.12.2011 - 20:20)
bir yorum (21.12.2011 - 20:13)
iþte tam da böyle (18.11.2011 - 20:37)
Gitmek (18.11.2011 - 19:53)
ELÝF LAM RA (28.10.2011 - 00:02)
Yorum için üye olun!