Gazete satılan büfeye söz vermiş gibi belirli bir vakitte giderdi. Saat sekizden ne erken, ne de geç... Satın aldığı gazeteleri sıkıca elinde tutarak, acele etmeden yürür ve boş yerlerden birisine otururdu. Sonra gazeteleri okumadan önce onları teker teker koklayıp yanına koyardı. Gözlüğünü takıp gazeteleri eline alarak okumaya başlardı. Sanki birisine söz vermiş gibiydi, onun bu alışkanlığını bozduğunu hiç görmedim.

GAZETE KOKUSU

Kadir ŞAHİN


Uzun zamandır senetoryumun birisinde hem dinleniyor hem de tedavi oluyordum. Böyle zamanlarda tanıdığınız insanlarla karşılaşırsınız. Bazen de önceden hiç tanımadığınız insanlarla tanışıp uzun süreden beri tanıdık birisiymiş gibi sohbet edersiniz. Bazılarıyla da sıradan arkadaş olursunuz ya da bir sırdaş gibi sırlarınızı paylaşırsınız. Bunun en iyi tanığı herhalde benim.

İşte benim de önceden tanımadığım ayrıca hiç de tanışmadığım o temiz kalpli insanla önce tanıştık, sonra da birer sırdaş olup ayrıldık. Onunla bir yıl sonra yine beraberdik. Adı Akbota, soyadı Elimhanov. Allah'ım, bazen tabiatın insanları şaşırtan o kadar ilginç manzaraları var ki, insanın inanası gelmiyor. Akbota bunlardan sadece bir tanesi. Annesi, babası; o dünyaya geldiğinde acaba onu gerçekten bir deve yavrusuna benzetti mi?

Kıyafeti lekesiz ve tertemizdi. Yaşının getirdiği olgunluk ve gözlerinin pırıl pırıl oluşu, bir deve yavrusunun gözlerini hatırlatıyordu bana. Bu iki gözünün arasından başlayan sevimli düzgün burnu, aşağı doğru uzayarak, kıvrışmış iki yanağının arasından geçip sonra da aniden yükselir ve aşağısındaki iki ince dudağına ulaşmadan oracıkta kalırdı. Saçlarının her yerini gümüş rengi kaplamıştı. Acele etmeden yavaş yavaş konuşurdu. Terbiyeli ve nazikti. Üzerine toz kondurmayacak kadar titizdi. Ne katılaşmış kadar zayıf, ne de irileşmiş kadar şişmandı. Giydiği bütün elbiseler sanki kendisine dikilmiş gibi yakışırdı.

Onun bir alışkanlığı vardı ki; bu davranışına hayran kalırdım. Gazete satılan büfeye söz vermiş gibi belirli bir vakitte giderdi. Saat sekizden ne erken, ne de geç... Satın aldığı gazeteleri sıkıca elinde tutarak, acele etmeden yürür ve boş yerlerden birisine otururdu. Sonra gazeteleri okumadan önce onları teker teker koklayıp yanına koyardı. Gözlüğünü takıp gazeteleri eline alarak okumaya başlardı. Sanki birisine söz vermiş gibiydi, onun bu alışkanlığını bozduğunu hiç görmedim.

Dikkatimi çeken başka bir alışkanlığı ise satın aldığı gazetelerini hiç yırtmayışıydı. Ne şekilde olursa olsun koparmaz, dağıtmaz veya boş bir yere bırakıp gitmezdi. Gazeteleri sırasıyla teke teker katlayarak elbise astığı dolabın kuytu bir yerine koyardı. Topladıklarını senatoryumdan giderken oradaki hizmetçilerin birisine verip öyle giderdi. Gazeteyi yırtsan ya da onu gerçek amacının dışında kullansan, orasını burasını büküp gazetenin şeklini bozsan, sana hissettirmeden darılırdı.

Hiç beklemediği bir anda ona doğru dönüp:

-Akbota, özür dilerim size sormak istediğim bir sorum vardı. Uzun zamandan beri aklımda. Karşı çıkmazsanız şimdi bu soruyu sormak istiyorum?, dedim.

Yönümü biraz daha ona doğru çevirip baktım. O da beni yeni görmüş yabancı birisi gibi şaşkınlıkla, dik dik bakmaya başladı.

"Özür dilerim", "karşı çıkmazsanız" sözleriyle resmi insanlara konuştuğum gibi konuşmam acaba onun hoşuna mı gitmedi? Şaka yapar gibi bazen "sen" bazen de "siz" kelimeleri ile, samimi olduğum bir insana bu şekilde resmilik görtermemin ne gereği vardı ki sanki? Akbota olgun bir insandı. Böyle ufak tefek şeylere önem vermemesi gerekirdi ya. Benim gökten düşmüş gibi yersiz zamansız sorduğum soruya kırılmış olabilir. Gözü bende olsa da sanki düşünceleri başka yerde gibi göründü bana. Bir anda öyle hissettim.

Tekrardan sözüme devam ettim:

-Akbota, sorumu duymadınız mı, yoksa anlamadınız mı?, dedim, şaka yapar gibi gülerek.

-Sorunu sor, dinliyorum dostum. Bir şeyleri düşündüğüm doğru ama bu senin sorun hakkında değil, dedi.

-Akbota ben, senin bir alışkanlığına hayranım. Gazeteyi belirli bir vakitte alıyorsun, okumadan önce onları teker teker kokluyorsun. Gazetelerin yıpranmaması için çok dikkat ediyorsun. Gazeteyi yırtanlardan da nefret ediyorsun. Bunun özel bir sebibi mi var yoksa bu cidden bir alışkanlık mı?, diyerek yüzüne baktım.

-Gazeteyi vaktinde satın almak, onu gerektiği gibi saklamak, kültürlü ve medeniyet sahibi her insanın borcudur diye düşünüyorum. Bunda hayret edilecek bir şey var mı? Gazeteyi koklama meselesine gelecek olursak onun kendine ait bir sebebi var. Gazeteyi bir defa görmemle onun müptelası olmuş bir insanım ben. Buna sadece bir heves desersen; onu da sen bilirsin.

-Akbota gazeteyi nasıl olur da bir sefer görmenle onun meraklısı olursun?

-İstersen bunun için öğleden sonra geziye çıkalım. Hem temiz hava alırız hem de bu sırrımı sana açıkalayabilirim dostum, dedi.

Öylece Akbota yerinden kalktı ve hızlı adımlarla senatoryuma doğru yürüyüp gitti.

Ben de şapkamı dikecek terziye yöneldim. Burada şimdilerde moda olan bir şapka için siparişim vardı.

"Akbota bir hikaye için beni dışarı çıkaracaksa bu hikaye gerçekten ilginç olmalı, o zaman hikayenin hepsini anlattırmam gerekir." diye düşündüm kendi kendime.

Öğleden sonra Akbota ve ben, kır köyünün ortasına yapılmış büyük parkın içini geziyoruz. Parkın yolları nasıl da güzel yapılmış. Asfaltlanan yol iyice düzeltilerek üzerine yumuşak sarı kum döşenmiş. Yolun iki kenarına da dizilmiş uzun ağaçlar var. Yolun üzerinde sağlı sollu akan insan gurupları... Parkın sol kenarını kesip geçen dağ nehri çağlayarak akıyor. İkimiz yaya yolundan yürüyerek çamla bezenmiş tepenin üstüne çıkıyoruz. Ne kadar büyük bir ustalıkla yapılmış bu yol? Hiç fark etmeden bir de bakıyorsun ki, dağın başına çıkıvermişsin.

Yolun başındaki oturakların birisine gelip oturduk. Etraf küçük tepelerle çevrili. Tabiatın bu harikulade manzaraları insanın dünyaya gözünün doyması için yetiyor.

-Sen bana bir soru soracaktın galiba?, dedi Akbota ardından gülerek. Sonra elindeki gazeteyi düzeltip kokladı.

Ben Akbota'nın acele etmesini istemiyordum. Hikayesine kendi isteği ile başlamasını bekliyordum. Böyle bir sorunun ne gereği vardı şimdi?

Akbota yavaşca cebinden "Kazakistan" sigarasının bir dalını aldı ve onu ufalayarak yumuşattı. Ardından ağzına götürüp dişlerinin arasında tutuşturdu ve dumanını hevesle içine çekti. Bana döndü, kelimeleri ağzında yuvarlayarak hikayesini anlatmaya başladı:

"Ben dağda doğup, dağda büyümüş bir insanım. Bundan dolayı olsa gerek, dağ yaşamını sevmem ve ona yakın olmam. Tatil yaptığımız bu kır köyüne gelmem de bu sebepten olabilir. Memlekete her gidişimde dağa mutlaka çıkarım. Alçak da değil, oldukça yüksek bir dağdır.

Bin dokuz yüz yirmi üçün yazıydı. Bizim halk yaylanın 'Tepe' adı verilen yerinde otururdu. Düzlüğü yarıp akan küçük bir dağ nehri ve sol tarafımızda "İreksay" adında büyük bir uçurum vardı. Bu uçurum önümüzde alçalarak, bıçak kesmiş gibi kopup orada kalırdı. Uçurumun diğer tarafı derin ve yamaçları dikti. Başında çok az ağaç yetişirdi. Ağaçların gölgesi benim ve benim gibi bir çok insanın ilk okulu olmuştu. İlk öğretmenimiz, ilk harfi, bize o ağaçların gölgesinde öğretti.

Harfleri yazacak kağıdımız yoktu. Öğretmenin bir bir paylaştırdığı beyaz kağıtlar hemencecik bitmişti. Şimdi ne yapabilirdik? Okumaya gelenlerin çoğu yetişkin insanlardı. Onların kağıdı nereden aldığını bilemiyorum ama çabucak buldular. Benim imkanlarım onlara göre biraz daha kısıtlıydı. O zaman henüz küçük bir çocuğum. Anne bababım eline bakıyorum. İşim kuzulara bakmak, koyunları yaymak. Çare yok; mecburen babama, lazım olduğunu söyleyip beyaz kağıt bulmasını istedim. Babam önümüzdeki günlerde kurulacak pazardan alacağını söyledi. Uzun bir vakit bekledikten sonra pazar vakti geldi. Babam pazara gidip bana beyaz kağıt değil de gazete getirmişti. O zamanlar daha yazıları bile okuyamıyordum. Hangi harflerle, hangi dille yazıldığını da anlayamıyordum. Babamın niçin gazete getirdiğine bir anlam veremedim. Ama onun 'gazetenin kenarındaki beyaz yerlere yazarsın' cümlesi halen kulaklarımda...

Gazeteyi elime aldım, sonra yaydım. Sayfalarını oraya buraya çevirdim. Burnuma bir acayip koku geldi. Defalarca defalarca kokladım. Ondan sonra da sürekli koklamak istedim. Kokusu o kadar harika, o kadar güzeldi ki... O yaşımda ne çikolatanın, ne şekerlemenin, ne tereyağının, ne de irimşiğin kokusu başımı bu kadar döndürmemişti. Ama o gazete kokusu bana apayrı gelmişti. Bugün de gazetenin farklı bir kokusu var ama o ilk gazetenin kokusu daha farklı, daha değişikti. Sonradan öğrendim, o koku baskı boyasının kokusu imiş. Ama nasıl, güzel bir koku değil mi?

O günden sonra o gazeteyi elimden hiç düşürmedim. Nereye gittiysem onu yanımdan ayırmadım. Yemek yediğimde karşıma koydum. Yattığımda yastığımın altına sakladım.

O sıralarda dışarıda yatıyorduk. Ahırın içi dardı, bu yüzen dışarıda yatmamız gerekiyordu. O gün sıcaktan bir türlü yatamıyorum, yarı uykulu yarı uyanık gibi bir şey. Burnuma gazetenin kokusu geliyor. Belki de beni uyutmayan gazete kokusu idi.

'Yarın okula gazeteyi götürüp oradakileri şaşırtacağım. Beyaz kağıt dediğin de nedir? Üzerinde hiç bir yazı yok. Ya gazete... Yazısı desen yazısı var, kokusu desen kokusu var. Yazarsın da okursun da.'

Erkenden uyanıp yastığımın altına koyduğum gazeteyi aradım. Hayallerim suya düşmüştü. Vücudum sıtmaya yakalanmış gibi titremeye başladı. 'Anne, anne' diye bağırdım.

'Ne oldu yavrum, niye erkenden uyanıp kalktın?' diyerek yanıma gelen anneme:

'Gazetem kaybolmuş, yastığımın altına koymuştum, yerinde yok.' diyerek ağlamaya başladım. O arada babam da geldi. Diğer çocuklar da kalkıp geldiler.

Kaybolan gazeteyi arıyoruz. Yastığın altına defalarca baktık. Yatağın yerini değiştirdik, aramadığımız yer kalmadı. Sonra evin etrafını aramaya başladık. Bizim evdekilere komşular da katıldı. O gün bir grup olarak gazeteyi aradık. Gazete sanki yer yarılmış yerin dibine girmişti. 'Aniden gitti yok oldu. Gördüğüm düş gibi.' sözü benim kaybolan gazetem için söylenmişti sanki."

Akbota'nın hikayesi beni meraklandırmaya başlamıştı. Bunu o da sezdi herhalde. Benim merakıma aldırmadan kelimelerin hızını azalttı, hikayenin devamını anlatmayı kesti.

-Akbota kadınlardan çok söz ettin, hikayeyi onlara anlatıyorsun galiba, diyerek şaka yaptım.

-Yavrum, dünyanın kilidi onların elinde değil mi? Bilebilsen kadınlar evliyadandır. Onlar anne olup çocuklarını severler, sevgilimiz olur bizi severler.

-Siz yengeyi özlemişsiniz, dedim. Akbota tekrar cevap vermedi. Sadece bana bakıp gülümsedi.

-Sonra gazeteniz bulundu mu?

-Bulundu, dedi.

Ardından içtiği sigarasını küllüğe bıraktı ve hikayesine devam etti. Dudakları öncekine göre biraz daha hızlıydı. Herhalde ben öyle sezinledim.

-Gazeteyi arayan insanlar teker teker dağıldı. "Bırak yavrum, gelecek pazarda bir tane değil iki tane alırım. Yoruldun eve dön." diyen babamın sözünü dinlemedim bile. Ben tek başıma aramaya devam ettim. Evden yüz yüz elli adım kadar uzakta parlak bir taş vardı. Altı kuytu bir yerdi. Gazeteyi arayanlar bir kaç defa oraya gitmişlerdi ama ben hiç gitmemiştim. O taşın altına bakmak içimden geldi. Her adımda, her saniye ona yaklaştığımda o acayip kokuyu hissediyordum. Taşın yanına geldiğimde gazetenin o kokusu burnumu yarıyordu sanki. Ağlayarak aradığım gazetem, o kuytu yerde dörde katlanmış bir şekilde öylece duruyordu. Hiçbir yeri yırtılmamıştı. Sadece ortasından iki yeri delinmişti. Allah'ım, nasıl sevinmiştim. "Buldum, buldum" diyerek eve doğru koştum.

"İşte böyle dostum." dedi, bana bakarak. "Ben bu gazeteyi okuyamadığım zamanlar, yani okur-yazar değil iken; bir defa görmekle onun dostu ve müptelası olan insanım. O gazeteyi yakın zamana kadar sakladım. Ancak sararmıştı. Kokusu da eskisi gibi değildi zaten. Ama yılda en az bir iki defa çıkarıp bakardım. Sonradan öğrendim ki o, şu anki PRAVDA (Hakikat) gazetesinin bir örneği imiş..."

Ben şaşırdım. Allah'ım elli yıla yakın o sevgili gazetesini saklayan adamda nasıl bir alışkanlık, nasıl bir hassasiyet...

-Kaybettiğiniz gazeteyi bu zamana kadar sakladığınızı söylediniz. Şu anda o gazete yok mu?

Akbota derin bir düşünceye daldı uzun bir vakit konuşmadı. Kelimeler bir anlık orada donup kaldı.

"O gazetenin bana yaptığı iyilikleri nasıl unuturum. Latin alfabesini bu gazetenin beyaz kenarlarına yazarak öğrendim. Oraya yazdıklarım halen aklımda. Hele bir tanesi var ki, onu asla unutamam.

Çocukluk çağımda kuzuları yayarken Dürsenbay isminde zengin birisi vardı. Onun oğlu Adırbay'dan bir dayak yemiştim. Şimdi bile o dayağın izlerini taşıyorum. Dürsenbay'ın ağaçlarına çıkmıştım. Çubuk yapmak için düzgün bir ağaç dalı kesiyordum. Kuzular o sırada onun yonca yetiştirdiği tarlasına girmiş. Koşa koşa tarladan kuzuları çıkarmaya çalışıyordum ki; o an Adırbay gelip kamçı ile bana vurmaya başladı. Çığlıklarımı duyunca oraya Dürsenbay da geldi. Yıkılana kadar beni yumrukladı ardından kamçı ile vurmaya devam etti.

Gazete okumaya başladığım sırada -unutmadıysam 1928'in sonu olabilir- sevgili gazetemden zenginlerin müsadere yolu ile yer değiştirdiklerini öğrendim. Çok vakit geçmeden Dürsenbay da uzaklaştırıldı. Ondan da böylelikle kurtulmuş oldum. Gazeteyi sadece kokusundan dolayı sevmedim, bana yeni devrin müjdesini vermişti o.

Şimdi gazete okumasam oturamıyorum, yatamıyorum. Yemeğe dayanabilirim ama gazetesizliğe asla dayanamam. Hayatımda onun için nefes alıyorum sanki."

Ve ardından derin bir nefesin sonunda "nihayet" dediğini duyabildim.

İkimiz de senatoryuma sessizce geri döndük.


Ana Sayfa l Editör'den l Künye l Kültür-Sanat l Netleşi l Adres Çubuğu l Oyun l Arşiv l E-Mail