Zamanın kısalıp yolların uzadığı bir öykünün içinden nefes nefese gelmiştim. Parlak ışıkların aydınlattığı kalabalıkların arasına, ürkek bir yalnızlıkla karışmıştım. Her şey, hiç olmadığı kadar aynıydı. Masalar, sandalyeler, albenili vitrinler, henüz üzerinden hayatın geçmediği gencecik sevgililer, kalabalıklar...

ÜÇÜNCÜ ŞAHIS

Beria ÖZKAYA


Evet, öyle demişti diye tekrarlıyorum sesli bir şekilde. Aynen öyle demişti. İnanmak istercesine. Zamanın, paslı bir bıçakla ikiye ayrıldığı akşamın üzerinden tam tamına altı ay geçmişti. Ve kader aynı oyununu bir kez daha oynamak için, beni seçmişti.

Sırılsıklam olmuştum gelene kadar. İkinci gelen telefonla yarı aklımı bırakıp evde, koşar adım çıkmıştım merdivenlerden. Yağmurun şemsiyeme inat, üzerime üzerime yağdığı soğuk bir kış akşamıydı. Geri dönmenin artık mümkün olmadığı bir gecenin henüz başlangıcıydı.

Zamanın kısalıp yolların uzadığı bir öykünün içinden nefes nefese gelmiştim. Parlak ışıkların aydınlattığı kalabalıkların arasına, ürkek bir yalnızlıkla karışmıştım. Her şey, hiç olmadığı kadar aynıydı. Masalar, sandalyeler, albenili vitrinler, henüz üzerinden hayatın geçmediği gencecik sevgililer, kalabalıklar... Evet, her şey o kadar aynı idi ki, yaşanmış bir ânın gölgesinde mi üşüyorum acaba diye sormadan edemedim kendime. Hayır. Hayır. Hiç olmadığım kadar kendimdeydim. Ve hiç olmadığı kadar kendimdeyim, tesellisindeydim.

O'nu gördüm. Kendisine bahşedilen ilâhi bir huzur ve de sonsuz bir sükût içinde oturuyordu. İzlemenin daha ağır bastığı bir tereddüt silsilesinden sonra, yanına gittim. Mütebessim bir edayla cevapladı sorumu. İyiymiş. Ya ben? Ben nasıldım? İki kelimeden mürekkep bir cümlenin, hayatımda açtığı korkunç uçuruma yuvarlanmamak için ne demeliydim? Nasıl anlatmalıydım kendimi? Nasıl anlatmalıydım O'nu tanımak için, kendimden feragat edişlerimi... İlkbahara yetişemediğimi bir türlü, hep geç kaldığımı baharlara... Solgun sarı ışıkların altında, sürgün baharlar büyüttüğümü, bu yüzden... Anlatmanın büyüsüyle her defasında nasıl çoğaldığımı, ve her defasında anlaşılmamanın sızısıyla nasıl eksildiğimi... Gündüz güneşi çaldığım gözlerinden, yıldızlar topladığımı geceleri...Ve aynı gecelerde, bir yıldız, kayarken sevdamın üzerinden, nasıl tükettiğimi heceleri... Evet, anlatmalıydım... Onca senedir İstanbul'da olduğumu, ve ancak anlayabildiğimi İstanbul'un ne olduğunu... Sonsuz bir çaydanlıkta demlenen yalnızlığımın, bir sırrın ortasında nasıl kahpece vurulduğunu... Anlatmalıydım...

Ter içinde kalıyorum. Kurmaya çalışıp kuramadığım her cümle ecelim oluyor sanki. Bir gökkuşağının içinden geçmeyi beklerken çocukça bir ümitle, ezberlediğim son şiirin buruk tadı kalıyor dilimde...

'Köprüden önce son çıkış'...

Dudağımın kenarından hüzünlü bir tebessüm kayıp gidiyor. Ben ile kendim arasındaki yangının ortasında, benden çok kendime yakın bir yerde, ve üçüncü şahsa bol gelen bir bedende "niçin" diyorum. Niçin bu kadar hem bendesiniz ve niçin her gördüğüm ben, sizsiniz?

Bir neyzen, bir nefeslik ney üfleyişinde, ölüme yürüyor... Gündüz dönüyor geceye de, gece ölümün ta kendisi oluyor...


Ana Sayfa l Editör'den l Künye l Kültür-Sanat l Netleşi l Adres Çubuğu l Oyun l Arşiv l E-Mail