Yıllarmış, beni bu denli kovalayan. Beni sabahın serinine çağırırlardı, haber vermeden geçen yıllar. Bir parça soba sıcaklığı üzeri kızarmış ekmekti hayaller, üç zeytine daldırırken acımasız çatalımı yaşam vardı dilimin ucuna gelen.

HALIDA KALAN

K. Alper ANGIN


Hayata dair hep isteklerim oldu. Şimdi bilmediğim bir lisanda yaşatıyor hayat acılarını bana. Anlamadığım, sanki bunları yaşatmak ve sadece bana özel hale getirmek için uğraşmış bunca yıldır.

Ne komik? Oysa ben minicik bir damla bile değilim, milyarlarca yıldır süren, hayat denen kavgada; yaş ve boy olarak.

Bu gün geçmişimi eledim ve aklıma ne de çok yenilgi aldığım, zaferlerin ise benim için önemli, başkaları için anlamsız olduğu geldi.

Yıllarmış, beni bu denli kovalayan. Beni sabahın serinine çağırırlardı, haber vermeden geçen yıllar. Bir parça soba sıcaklığı üzeri kızarmış ekmekti hayaller, üç zeytine daldırırken acımasız çatalımı yaşam vardı dilimin ucuna gelen. Dostluklarım zeytin lezzetinde. Bizler zeytinden önceydik o iklimlerde. O iklimlerde kelebekler vardı. Yaz ve kış, duman ve sis umurlarında değildi hiç birinin. Hani belki de yok olmak istiyor ruh. Ya da bir kelebeğin kanadına takılıp gitmek istiyor. Yok olmak yasak ruhlarımıza. Ukalalık olur, ustalık ister yok olabilmek.


Aşk yokmuş zaten..

Yine uzak diyarların rüzgarlarına veriyorlardı, saçlarını bildiğim tüm kadınlar.

Bir zamanlar erkek ya da kadın olmak suçtu. Tüketen aşklar içinde mutlak parçalardan biri olmak suçtur. Sen, sensen bu büyük bir kabahat olabilir aşkı yaşarken bir başka hayat içinde.

Direnerek, yenilmeden, yenmeden kim salabilmiş ki yüreğini. Yollar boyu uzanan sevdalar ve ardına saklanılan bir oyundan başka bir şey değilmiş hayat, anlıyor insan.

Kaç göze umarsızca bakıp, kaçının ardından kaçarcasına koştuğunu hatırlatıyor hayat sana?


Ve yokuşların sonu

Kıştı. Kar yağmıyordu. Yine soluk yoktu. Bomboş odamın duvarlarına, kapının hemen önünden gelmesini umduğum taksinin sesi. O kadar özlemişim ki seni, içimde açan yangın çiçekleri ne kadar da hırsla ve coşkuyla büyüyorlar. Kıştı. Ve kış, geçmek bilmedi. İçimdeki özlem çoğaldı, çoğaldı.

Erkenden evde alırdım soluğu. Sobayı bin bir güçlükle yakar ve bir an evvel çayı koyar, odamın duvarlarına, senin ayak seslerini addettiğim taksinin o çamurlu ve kumlu yollardan geliş sesinin çarpmasını beklerdim. Nasıl da yanardı soba bir parça mazotu düşlerimle beraber döktüğümde. Bazen hiç gelmeyeceğini bilsem dahi, aynı hırs ve sevgiyle çakardım kibrit tanesini, üzerinde vasati kırk tane yazan eczanın üzerine. Kıştı, hava sanki hiç mi hiç ısınmayacak adeta dünya donacak gibi soğuktu. Ellerim sana temiz fincanlarda çay sunmanın gururuyla soğuk sulardan morarır, kulağım adeta ana sesini dinleyen bebek kadar beklerdi, o taksinin tekerleğinden çıkacak sesleri.

Kıştı, el ele olmaya başlayalı yenice olmuştu. Etraf buz ve kar içindeydi. Rüyalar görürdüm bazen, içinde ya sen olurdun ya da senin yanında hep ben.

Taksinin tekerlerinden çıkan melodiler bana sıcak yaz gecelerini anımsatıyor. Tenin bir yaz güneşi kadar sıcak; ve saçların bana yaz güneşinin ışığı kadar sarı geliyor. Gözlerin, içinde binlerce defa su yuttuğum ve binlerce kez yanı başında hayallere daldığım Ege gibi geliyordu...

Bir buğday gibi hissediyordum, taksinin; kapımın önünde dururken çıkardığı sesleri duyduğumda. Sanki bir çiftçi oluyordu taksici, sense toprak. Getirip bir parça toprağı üzerime örtüyor, yıllardır göz yaşlarımla ıslanan bir buğday tanesi oluyordum. Sonra güneş oluyordun. Kimliksiz ve kimsesiz dağlardan, bu nemli, bu şişmiş buğdayı örten toprağın üzerinde doğan. Sen doğdukça taksici bulut oluyor ve seni yani yağmuru getiriyordu. Toprak ben oluyordum. İçimdeki tane filizleniyordu. Sen, içimde hem güneş oluyor beni ısıtıyordun, hem de yağmur olup beni besliyor filizlendiriyordun.

Kıştı, her yer buza kesmişti. Ayazın ortasında bir adam çığlığı duyuyordu kulaklarım. Sen doğdukça susuyor, sen gittikçe bağırıyordu. Tanrım bir buğday tanesi için ne de akıl almaz bir durumdu bu. "Sus" diyordum adama, susmuyordu. Sen yağdıkça üzerine, adam küçülüyor, filiz başağa dönüyordu. Sobadaki korlar ısıtmıyordu odamı, içinde başağa döndüğüm topraklara vurduğun zaman ısınıyordu her yer.

Başak olgunlaşıyordu bir defa daha yağdığında. İçimdeki buğday tanesi artık gözyaşlarıyla şişmiş bir halde değil, güneşten yüzünü sana dönmüş, altın bir renge bürünüyordu.

Değdikçe sen, beni hapseden o ölüm ve yaşam dolu topraktan fırlıyor, adeta sana uzanırcasına büyüyordu bedenim. Bir büyü oluyordun sanki. Bir çok büyücü görmüş ve ilk defa bu denli şaşmışçasına, yaşarmışçasına büyüyor, büyüdükçe yeni taneler döküyordum.

Bunları ben, odamın duvarlarına senin bindiğin taksinin tekerleklerinden çıkacak bir hışırtının yapışmasını beklerken yapıyordum.

Yani anlayacağın, bir ağacın dalına tüneyen iki kuş oluyorduk; ben, seni beklerken...

Her zaman gelirdin. Ne oldu? Tanrım kabus olmalı bu! Gelemeyeceksin artık. Sanki seni, içinde bulduğum ve kaybetmemek için daldığım sularda bırakmak zorunda kalıyorum. Kalan sen değilsin, boğulan benim.

Dakikalar geçti, ve hatta saatler. Soba bile eskisi gibi, içindeki alevleri, bir savaştaki savaşçının gürzünü sallar gibi savurmuyor. Odamda alışık olduğum, fakat davet etmediğim bir misafir var. Etrafa senin gelmeyeceğini müjdeler gibi yürüyor duvarda. Etraf, yine kar ve buz. Çamur içinde her yer. Bir hamle yapıyorum ve davetsiz misafirden arta kalan birkaç damla kanı oluyor. Ve artık çiftçinin öldüğünü, senin bir daha yine aynı hışırtıları çıkaran bir taksiden inmeyeceğinin duyuyorum. İçimde seni atlatmanın bu kadar da kolay olmayacağını düşünüyorum...

Davetsiz misafirler bir bir çoğalıyor. Hepsi birbirilerine, senin artık gelmeyeceğini ve artık onları bu ıslak, bu soğuk odadan birer ikişer atmayacağımın müjdesini veriyorlar. Müziği kapattım. İçimde biraz safça, biraz da nedensiz bir bekleyiş var geleceğine dair. Belki gelirsin kim bilir. Odayı da temiz tutmak gerek. Değil mi ki iyi verim almak için iyi sürmek, sevmek gerek toprağı. Alıyorum elime fırçayı başlıyorum halıdaki izlerini temizlemeye. Tıpkı bir çiftçinin toprağını sevgi ve hırsla sürdüğü gibi. Belki de son umut saçlarına bir daha dokunabilmek için teker teker topluyorum fırçaya takılan saçlarını. Aynı bir tarladan çıkan ayrık otlarını toplar gibi.

Ne de çok uğraş vermiştim, güneşe bir kez daha dokunabilmek için. Günlerce boy atmış sellere ve kargalara direnmiştim.

Ve güneş yağmıştı odama. Kıştı. Vakit artık sen ve benden bahsederken, eskiden diye geçiyordu. İçimde isyanlar çıkıyor, isyanlar hep taze oluyor ve hep bu günden bahsediyordu. Odamın halısını fırçaladım. Saçların şimdi ellerimde. Tek farkı artık saçlarının bittiği yerden yüzüne dokunamıyor oluşum. Nasıl da bekliyor yüreğim gelişini.

Her yer buza kesmiş. Biliyorum ki boğulmuşum, biliyorum ki çıkamayacağım bu defa sana getirmek için daldığım sünger avından...

Ayağım bir parça yosuna sarılmış ve dipte kalmışım...

Her şey yine eskisi gibi derli ve toplu. Fark, parmaklarımın ucunda yüzünün olmayışı. Ağaçlar bahara gebe artık, dallarının ucundan yeni ve taze baharlara, birer ikişer yeni filizler sunmak için yarışıyorlar...

Sen ve parmaklarımın ucuna değen yüzün ve tenin başka diyarlarla yol alan kaptan misali yaşama, doğaya, toprağa ve filize inat umarsızca ilerliyorsun.

Yaşamda bir şeyler olduğu gibi kalıyor. Çember dönüyor. Biri içinden geçiyor, bir bulut gidiyor, yerini başka bir buluta, yeni bir güneşe teslim ediyor.

Sen, başka toprakları besliyorsun, başka topraklar senden ve içinde bulundukları umarsızlıktan nasiplenircesine yağışını bekliyorlar.

Ve tenini kazıyor, senin ve yağdığın toprakların içinde dolaşan birkaç toprak kurdu, birkaç böcek ve yılan.

Anladığım, kadınlar gittiklerinde sadece halıda saçları kalıyor...


Ana Sayfa l Editör'den l Künye l Kültür-Sanat l Netleşi l Adres Çubuğu l Oyun l Arşiv l E-Mail