İçerideki adam kitap okuyordu. Gözlüklerinin üzerinden şöyle bir baktı bana. Tanıdı beni. Anladı benim özel bir şey almak için değil de, buranın çekimine kapılıp gelenlerden olduğumu. Hafifçe gülümsedi, ya da ben öyle sandım. Eliyle "Hadi başla" der gibi bir işaret yapıp okumaya devam etti. Garip bir minnet duydum sormadığı sorulara.

YANSIMA

Berna TAMER


Garip bir dükkândı. Hemen her şey satılıyordu. Oyuncaklar, kolyeler, yüzükler, fotoğraf makineleri, gözlükler, hatta kırtasiye malzemeleri bile vardı.

Vitrini tozlu, biraz kasvetli görünüyordu. Karıştırmak için içeri girdim. Oldum olası çok severim içinde çok çeşitli şey olan dükkânları. Bir de eski kitapçıları... Zaman akar gider içeride, kaybolurum. Her eşya bir şey hatırlatır bana. Böyle dükkânların kokularını da çok ama çok severim. Hafif rutubetli, kâğıt ve toz kokusunu.

İçerideki adam kitap okuyordu. Gözlüklerinin üzerinden şöyle bir baktı bana. Tanıdı beni. Anladı benim özel bir şey almak için değil de, buranın çekimine kapılıp gelenlerden olduğumu. Hafifçe gülümsedi, ya da ben öyle sandım. Eliyle "Hadi başla" der gibi bir işaret yapıp okumaya devam etti. Garip bir minnet duydum sormadığı sorulara.

Bakmaya başladım. Nereden başlayacağımı kestirmek için. Büyük bir dükkândı ve taa arkalara kadar doluydu raflar. İlerledim. O da ne! ESKİ KİTAPLAR. En arkadaki üç raf eski kitaplarla doluydu. Tabii ya, kokusunu almıştım zaten. Yaşasın!

Evet, işte şu, Virginia Woolf - Kendine Ait Bir Oda, üniversitedeyken okumuştum yurt odasında, hatta elektrikler kesilmişti o gece de mum ışığında bitirmiştim kitabı. Bu da Sylvia Plath'ın Sırça Fanus'u. Filolojide okurken okumuştum bir solukta.

Şu ne? Okumamışım. Kim yazmış. Hayret, yazarın adı yok üzerinde. Kitabın adı: Yansıma. Neyse boşver.

Şuradaki Patrick Süskind'in Koku'su. Ne ilginçti. İki defa okumuş, kendi tenimin kokusunun rengini merak etmiştim günlerce.

Hayır. Bakmayacağım ona tekrar. Beni ne rahatsız etti bilmiyorum ama Yansıma'yı okumayacağım. Eski bir kitap sanırım. Kaç yılında yazıldı acaba? Bir bakayım. Yıl da yok. Tahmin etmeliydim.

İlk sayfa... Kendi mi açıldı?

*****

Neredeyim ben? Dükkân, dükkân sahibi, oyuncaklar nerede? Burası neresi?

Aman Tanrım! Burası benim evime benziyor. Benim evim tabii. Peki eşyalar neden bu kadar farklı gözüküyorlar? Koltuklar daha eski sanki. Nasıl geldim ben buraya? Aaa, yemek odası değişmiş. Bu benim mobilyacıda görüp çok beğendiğim takım değil mi? Nasıl, ne zaman aldık ki? Koridor aynı. Halılar, portmanto, yok canım hiç bir terslik yok. Ama telefon, telefon farklı. Aynadaki çatlak ne zaman oldu?

AMAN TANRIM! Bana bak! Bu yaşlı yüz, kaç yaşındayım ben? 28 olmalıyım ama aynadan bana bakan bu yüz en az kırk yaşında. Ben miyim? Evet benim. Dokununca hissediyorum işte.

Dur bir dakika. Kendine hakim ol. Evet, tekrar bak. Bu benim. Yok, yok çok kötü değil. Hafif çizgiler oluşmuş yüzümde ama derin değiller. Gözler aynı ama biraz daha yorgun bakıyorlar sanki. Giyim tarzım değişmiş. Bu kahve tonlarını hiç giymem ki ben. Hele bu tür dar etekler. Saçlarım koyu kumral. Ama ben sarışınım, daha doğrusu sarışındım. Allahtan gözlerim hâlâ yeşil. Dudaklarım.... İncelmiş mi ne? Yüzüme gergin bir ifade gelmiş. Hep tedirgin gibi sanki.

Dur... İçeriden bir ses geliyor. Banyo kapısı açıldı. Kim acaba? Bir ben daha gelmesin.


-Peliiin! Havlu terliklerimi gördün mü? Her seferinde aynı şey. Sana kaç kere söyledim havlu terliklerimi kullanınca yerine koy diye. Bak gene yere bastım. Duyuyor musun beni?

Söyleneni duymam ve bir şeyler yapmam gerekiyor herhalde. Bu Gökhan'ın sesi ve evde benden başka Pelin olduğunu sanmıyorum.

-Bir dakika, geliyorum.

-Sallanma hadi.

Nereye koymuş olabilirim acaba? Hah, işte şurada, kaloriferin altında.

-Getirdim işte.

Aman Tanrım! Bu Gökhan. Bornozu farklı, saçları hafif kırlaşmış. Ama o kadar da farklı değil canım. Niye evde? Bugün günlerden ne acaba?

-Niye öyle bakıyorsun?

-Yok bir şey.

-Kimbilir gene neye taktın. Kafan hiç sakin olmaz ki.

Niye hiç sakin olmasın benim kafam? Ben huzurlu ve neşeliyimdir.

-Yok canım. Abartıyorsun. Hadi çık.

-Kahvaltı hazır mı?

-Bilmem...

Eyvah! Belki hazırlamışımdır. Gidip bakayım.

-Gene hazırlamadın değil mi? Artık seninle bir kahvaltı bile yapamıyoruz. Yetti be. Bir Cumartesi sabahı sıcak bir bardak çay bile yok bu evde. Dışarı çıkacağımı bildiğin için tavır alıyorsun. Geç bunları geç. Seninle kalsam ne olacak? Bari beni bana bırak. Dışarıda arkadaşlarımla çok daha fazla huzur buluyorum. Evde kalıp senin saçmalıklarını mı dinleyeyim? Ya da saplantılarını? Ha, söyle!

-Neler söylüyorsun sen Gökhan?

-Hah, şimdi de masum numaraları. Yemezler yavrum! Kendi hayatımı biraz olsun yaşamak istememe tavır almasaydın şimdi böyle olmazdık. Beni boğdun. Oysa sen tatlı, güleryüzlü ve sevecen olsaydın, sorular sormasaydın, karşı tavır almasaydın benim de tavrım başka olurdu. Ama artık çok geç.

Gökhan, ben hep öyle yapardım. Nasıl bu hale geldik. biz? Ben sana güvenirim. Kendimden çok severim seni. Ne zaman dediklerini yapmaya başladım ben? Daha doğrusu, neden bunları yapmaya başladım?

Burası mutfak. İşte çayı demlemişim. Ben demlemişimdir herhalde. Peki, hangi ben gerçek "BEN"im?


-İşte ya çay.

-Aman efendim. Hangi dağda kurt öldü bu sabah? Çayı demlemişsiniz yanılmıyorsam Pelin Hanım.

Gökhan ne olmuş sana?

-Bu sabah ters tarafından kalktın herhalde. Hadi, giyin de gel kahvaltıya, hadi tatlım.

-Bu konuşma tarzı yeni numaran mı? Artık her şey için çok geç. Birazdan da gözyaşları başlar.

Başlayacak gerçekten. Az kaldı. Biraz sonra tepine tepine ağlamaya başlayacağım. Yok, yok. Ben kâbus görüyorum. Bu Gökhan değil. Sadece ona çok benzeyen biri, ya da onun vücudunu kullanan kötü ve şakacı bir ruh. Bilemiyorum ama kesinlikle Gökhan değil.

Aslında eskiden de... Hangi "Eski"? Aslında benimle diğer boyuttayken de bu tür saldırganlıkları hafif hafif vardı ama bu kadarı? Yok, yok, bir yanlışlık var. Hiçbir zaman çok sevecen ve romantik olmadı ama KÖTÜ değildi. Numara yapıyor. Bu bir rol.

-Çayları koyuyorum!

-Geldim. Oğlanı görmeye gidecek misin bugün?

Oğlan? Oğlumuzdan söz ediyor herhalde. Eee biz kırk-kırkbeş yaşlarındaysak, o da 14-15 olmalı. Nerede acaba? Nereye gidecek miyim? Biliyormuş gibi yapmalı. Hem o niye gitmiyor oğlanı görmeye? Eskiden de böyleydi. Bebek hastalandığında ben yalnız götürürdüm doktora. Hatta bir gün bebeğin ateşi o denli yüksekti ki, telaştan bir ayağıma başka, diğer ayağıma başka ayakkabı giymemiş miydim. Peki, Gökhan neredeydi o gün sahi? Tamam, anımsadım. Eski arkadaşı Nesli'ye ev aramaya çıkacaklarına söz vermiş, onunla buluşmuştu. Benim kırgın ve endişeli bakışlarımdan kaçırmaya çalışarak gözlerini "Nesli'ye söz verdim ama sorun edeceksen gelirim seninle" demişti. Ben de "Bebek bu kadar ateşliyken senin için rahat edebilecekse, hiç durma git. Bu durumda gitmeyi gerçekten düşünebiliyorsan, zaten kalmanın hiç bir anlamı yok." demiştim. O zamanlar başlamış. Nasıl da görmemişim?

-Bilmem ki, gitsem diyorum. Özledim.

-Dünden beri mi? Abartıyorsun gene. Herzamanki gibi.

-Canım, oğlum değil mi, özlerim tabii. Sen de gelecek misin?

-Yok. Benim Haldun'a sözüm var. Kâğıt oynayacağız. Bekliyordur beni şimdi. Belki ben de yarın giderim oğlana.

Bir şekilde oğlanın evinin yerini öğrenmeli. Nasıl yapsam acaba?

-Ben taksiyle giderim bugün.

-Öyle yapmak zorundasın zaten. Çünkü arabayı ben alıyorum.

Arabamız oldu ha sonunda? Aman ne iyi. Keşke bir de bana ait bir araba olsaydı.

-Benimle kavga ettikten sonra salak salak ağlayarak giderken o kazayı yapmasaydın, şimdi kendi arabana biner giderdin ama üzgünüm, kendi hatan yüzünden araban tamirde ve işi daha uzun süreceğe benziyor.

Demek benim de bir arabam var. Salak salak kullandığım bir arabam. Durumumuz iyi galiba. "Durumumuz iyi" ne demek? Bizim bu durumumuza iyi denilebilir mi? Paramız var galiba desem daha mı doğru olacak.

-Oğlan nerede?

Sonunda yüreklenip sordum işte.

-Pelin? İyi misin sen gerçekten? Şu anda nerede olabileceğini mi soruyorsun yoksa? Ne bileyim nerededir ama bir yerlere gitmiş olduğunu hiç sanmıyorum, tam okul zamanı... Evindedir herhalde. İstersen bugün gitme. Yarın belki beraber gidebiliriz. Ben de ona bir uğramak istiyordum ne zamandır.

-Olabilir... Tamam yarın beraber gideriz.

Beni soru sormaktan kurtardın böylece Gökhan. Yarın seninle gidince öğrenirim evini de. Ama... Oğlumuz kendi evinde ha? Kaç yaşında ki? En fazla 17 falan olması gerekir. Ama ayrı evde yaşıyor. Neden? Bize neler oldu acaba? Yalnız mı yaşıyor? Belki de birileriyle kalıyordur.

Sakin olmalıyım. Aklımın sınırlarında dansediyorum şu anda ve tek yanlış harekette o sonsuz bilinçsizliğe düşüveririm. Neler olduğunu tam kavrayamıyorum ama çok net bir gerçek var: YILLARIMI GERİ İSTİYORUM!


-Pelin, hadi ben çıkıyorum.

-Peki, güle güle.

-Geç kalırsam merak etme, telefon edemeyebilirim.

-Sen bilirsin. Önemli değil.

-Sen yeni bir numaralar çeviriyorsun ya. Dur bakalım.

Neyse gitti... Ne olur bitsin bu kâbus. Sevdiğim adam tam bir canavara dönüşmüş. Ne kadar mutluyduk oysa. Mutlu muyduk? Bilmem. Bazen bu kadar abartılı olmasa da benzer davranışlar gösteriyordu sanırım. Haa, bir de birkaç yalanını fark etmiştim. Korkmuştum hatta neler oluyor diye. Ama hiç belli etmedim yalanları fark ettiğimi. Ama şu andaki haliyle ilgisi yoktu canım. En iyi dostumdu o benim. Onu seviyordum.

Ne zamandır çalıyor bu telefon?

-Alo, buyrun.

-Merhaba fıstık, Haldun ben.

-Merhaba Haldun.

Gökhan da sana gitmek üzere çıktı desem mi? Ne zamandır arkadaşız bu Haldun'la acaba? Konuşma tarzına bakılırsa oldukça samimiyiz. Neyse, en iyisi ben hiçbir şey söylemeyeyim.

-Gökhan evde mi? Çağırır mısın telefona, uyandıysa tabii tembel herif.

-Şey, uyandı ama duşta şimdi.

-Çıkınca arasın o zaman.

-Bir notun varsa ben ileteyim. (Haldun muydu adı?)

-Yok şekerim. İş meselesi. Ben Ankara'dan arıyorum. Adamlar daha toplantıya gelmediler de, henüz toplantı başlamadan son değişiklikler hakkında konuşacaktım. Numaramı biliyor. Hilton'dayım. Telefonunu bekliyorum. Muhtemelen birinci toplantı salonunda olacağım, orayı bağlatsın. Ben santrale onun adını da veririm, hemen bağlarlar. İş hallolursa akşam uçağıyla dönmeyi düşünüyorum.

-Oldu Haldun. İletirim. Hoşçakal.

Demek Haldun'la kağıt oynayacaksınız ha? Eh, Gökhan, şimdi de bir sürü erkek arkadaşınla çıktığınızı söyleyip duruyorsun bana. Neden, neden başladın bu yalanlara? Bunca aşkıma rağmen. Anlayamam mı sandın seni? Oysa ben ne kadar farklı bakıyordum ilişkimize, iletişimimize. Farklı olduğun için seni seçtim. Paylaşmalıydık korkmadan. Ben olsam paylaşırdım. Her ne olursa olsun.

İşte yatak odamız. Takımlar değişmiş. Güzel bir oda. Ferah, aydınlık. Şuna bak hâlâ asıyor kirli gömleklerini kapının arkasına. Bazı şeyler hiç değişmiyor demek ki. Boş yere çabalamamalı...

Pelin! Kendine gel! Suçlandığın karaktere benzemeye başlıyorsun. Ama bu koşullarda başka türlü olması beklenemezdi zaten.

Eski arkadaşlarımız ne âlemde acaba? Hangileriyle dostluğumuz hâlâ devam ediyor? İşte fihrist şurada, telefonun yanında. Birilerine telefon edeyim bakalım neler olacak? Sibel hâlâ buralarda mı ki? "S" harfi, hah işte. Bu ne?


SEN DE YANSIMANI GÖRÜRSEN BİR GÜN, HİÇ DURMA, BİR ŞEYLERİ DEĞİŞTİRME ŞANSIN VAR DEMEKTİR...

-SON-

* * *

-Beğendiniz mi kitabı?

Başımı yavaşça kaldırdım. Satıcıydı soruyu soran, gene gülümser gibi.

Kitabı yavaşça rafa bıraktım. Hiç konuşmadan çıktım dükkândan. Doğru eve gittim. Aynanın üzerinde Gökhan'dan bir not; "Şafak'la Ortaköy'de tavla oynayacağız. Geç kalabilirim."

Bakıcının şaşkın bakışlarına aldırmayarak eşyalarımı toplamaya başladım. Yeni adresimi daha sonra bildireceğimi söyleyerek gözleri şimdiden dolmaya başlayan kadını evine gönderdim. Birkaç saat sonra hemen hemen tüm eşyalarımla Sibel'in evindeydim.

Sibel sevinç çığlıkları atıyordu "Son konuştuğum emlakçıda hemen taşınabileceğin harika daireler var, hem de kaça biliyor musun?"


Ana Sayfa l Editör'den l Künye l Kültür-Sanat l Netleşi l Adres Çubuğu l Oyun l Arşiv l E-Mail