Saat 19.00, radyoda 'Acanslar' var. Akşamın hoş curcunası komşumuz Ramiz Amca'nın pencere kenarına yerleştirdiği lambalı büyük radyonun sesini sonuna kadar açıp haberleri dinlemesi ile başlardı. Oyun zamanının sınırını aşmanın tadı. O TRT'nin özgün haber müziği ile, spor haberlerinin başladığını duyuran rutin müziği arasında itti bitti oynamak ne harikulade bir şeydi. Saklandığım yerden, çocuksu heyecanla, biraz da alaca karanlığın verdiği tarifi zor korkumsu buruklukla bekleştiğim anlar. Ah o zamanlar.

UMUTLARIM BULUTLARDA TAKILI

Nizamettin KORUCU


Umutlarım var. Hayalsiz ve umutsuz yaşanmazmış. Hikâyem derin bir kuyudan, gökyüzüne bakışı andırır. Yer ne kadar kara olursa olsun. Tas tas dolduruyorum mavilikleri. Renklerin armonisi çepeçevre sarmış etrafımı. Kırları dolaştığımda, yeşiline takılır gözlerim tabiatın, grisini düşünmem o zaman bulutların. Artık aktır onlar. Alnım ve yüreğim kadar. İstek yükü ağır, dünya meşakkatli, çekmiyor sinem bunları dostum. Sabah ve akşam güneşi; doğuşumun ve batışımın biri sevinci, diğeri hüznüdür. İki menzil arasında bir evreni saklı tutarım yüreğimde. Neler yok ki?.. Dünün füsunkâr hatıraları derûnumda, yarının hayallerinde sarmalanmış bebek misali umutlarımla. Kundaktaki şirin yavrucuk, emekleyen çocuk, okuluna koşan öğrenci, sevdiğini düşünen genç, vatanını bekleyen asker, işini kollayan işçi, koltuğunun altında ekmeği, evinin yolunu tutan adam... Bunlar benim bir günümün içinde, benim içimde. Hayata dair ne varsa hepsi umutlarımın, umutlarım ise bulutlara takılı.

Şehrimin ara sokaklarında yürüyorum. Eski mahallelerin dar, geniş, kavisli, inişli, çıkışlı sokak araları. Tek katlı veya iki katlı evler muntazaman dizili. Kalın duvarlara oymalı pencereler; oluklu, desenli demirlerle örülü. Belli ki İstiklâl Harbi'nde eklenmiş. Doğramalar mavi, pembe, yeşil renklerle, içlerinde yaşanan saadetli günleri, dışa vurumunun çatlamış izlerini taşıyor. Büyük demir ya da ağaç kapılar, genelde çift kanatlı, oldukça çaplı. Kapılara monte ettirilmiş 'tırhıçlar' bir hasırın örgüsü gibi. Yaz aylarında açık kapıların ardında mahremiyetin dış dünyaya süzgeci onlar. Taş duvarları çocukların oyun hamurlarından yapılmışçasına şekillendirilme ziyafeti sunuyor gözlere. Sokak araları asfaltsız, toprak çoğu yerde -iyi ki-. Belediyenin taş parkelerinin olduğu alanlar, yer mihengine tezat. Hatırıma çocukluğum geliyor o an. O toprak sokaklarda çocuk olmanın zirvesini tattığım yılları hatırlıyorum. 'Yakan top', 'here here hestani', 'bilye', 'papel', 'aşık', 'fırfırik', 'koza lebbik' oyunlarını hatırlıyorum. 'itti bitti' oynarken akşamın alacakaranlığının çöktüğü saatlerde, ailelerimizin izin sınırını aşmanın kaçamak lezzeti hâlâ damaklarımda.

Saat 19.00, radyoda 'Acanslar' var. Akşamın hoş curcunası komşumuz Ramiz Amca'nın pencere kenarına yerleştirdiği lambalı büyük radyonun sesini sonuna kadar açıp haberleri dinlemesi ile başlardı. Oyun zamanının sınırını aşmanın tadı. O TRT'nin özgün haber müziği ile, spor haberlerinin başladığını duyuran rutin müziği arasında itti bitti oynamak ne harikulade bir şeydi. Saklandığım yerden, çocuksu heyecanla, biraz da alaca karanlığın verdiği tarifi zor korkumsu buruklukla bekleştiğim anlar. Ah o zamanlar. Annemin beni sokaktan çağırışı, yüzümde parlayan tek yer gözlerim. Evin avlu kısmında taş musluk önünde, taş yalağa akan, yüzümden sadece toprağın çamuruydu. Minik ellerimle ayak parmaklarımın arasında biriken çamurun kayganlığını gıcırdata gıcırdata nasıl da temizlerdim. Ohh! bu temizlik faslının serinliği var ya. Kutu gibi odamızda 6 nüfus bir arada akşamın 8'inde başlayan Radyo Tiyatrosu'nda 'Köroğlu'nu dinlemek hep yemek öncesine denk gelirdi. Annemin hazırladığı 'çortutu pancarı'nın ekşimsi harika tadını damağımda duya duya Köroğlu'nun Telli Nigar'ını dinlemek ne âlâymış meğer. 40 voltluk ampulün tavandan yere yaydığı loş, sarımtırak ışık altında, babamın yün yer minderinde oturup sırtını halı yastığa dayayarak, ayaklarını uzatarak, ellerini kollarıyla başının arkasına atmasından anlardım türküler söyleyeceğini. Ne yanık bir sesi vardı. O zaman radyo kapanmış olurdu elbette. Yunus Emre'den, Eşrefoğlu'ndan, Emrah'tan söylerdi babam. İçin için ağlardı babam, ben onu seyrederdim. Babam gözlerinden yaşları süzerken yanaklarından, anlardım ki anası aklına gelmiştir yine. Ve küçücük bedenimle sokulurdum dizinin dibine. Yüzüne bakardım. Gözlerini silerdim ellerimle. 'Baba anlat' der gibi bakarken kırışık ama ak yüzüne; o sanki bu dileğimi çözmüş, hazır olurdu çocukluğunu, gençliğini anmaya. Başlardı anlatmaya yoksullukla geçen seferberlik sonrası yılları. Köyünü, küçükken ölen, görmediği babasını anlatan annesini dinlediğini söylerken, süzerdi imlik imlik, göz pınarlarından, dolu dolu yürek tasından. Saat akşamın 9'una 10 kaldı mı benim radyoda 'masal saati'min vakti gelirdi. Evde çay içilirdi o demde. Annem çaydanlığı limonlu bardağıyla sonuna kadar süzerdi. Benim kulağım radyoya yapışıktı adeta, gürültüden kaçırmayayım diye 'ördek kardeşin hikâyesi'ni masalcı abladan. O ne sesti ki, bana kadifeden daha yumuşak gelirdi.

Gece bizde akşamın 10'unda başlardı. Lambalar sönerdi. Eve arada bir işten geç gelen kaportacı çırağı abimden başka herkes uykusunda olurdu, uyumasa da yatağında olurdu hane halkı topyekün. Bazan uyku tutmazdı gözlerim. Gecenin bir yarısında, uyku tutmayan başımı kaldırır, annemin nefes alışlarını dinlerdim. Bazan onu oturur görürdüm. Anlardım ki yine nefes darlığından rahatsız garibim. Sonra sessiz sohbet ederdik anamla. O, çocukluk anılarını anlatır, ben dinlerdim. Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşanmış çocukluk günlerini... Bir keresinde şehrimizin ana caddesinde en büyük bahçesine kurulan hoparlörlerden ilk radyo yayınlarını nasıl bütün milletin toplanarak dinlediklerini, buruk bir tebessümle dinlemiştim. İlk gelinlik yıllarında babamın eve aldığı 'gaz ocağı'nın ateşini konu komşu nasıl toplanarak hayret, gıpta ie eğilerek seyrettiklerini söylediğinde gülmekten kendimizi alamamıştık.

Ben memleket sevdalısıyım. İnsanıma aşığım. Has insanıma. Gördüm mü onlardan birisini, kalpten kalbe köprü kurulur hemen aramızda. Geçen bir minibüste giderken yaşı 80'i aşmış bir ihtiyar, apak sakalını bana çevirdi. Tevekkeli kanı ısınmıştı bana. 'Sanki seni tanıyorum delikanlı' diyerek başladı. Ve ben menzile ulaşıncaya kadar bir solukta yol tükenivermişti sanki. Sımsıcak, taze ekmek kokusu gibi, buram buram yüreklerimizi konuşturmuştuk karşılıklı. Daha dün dükkânıma gelen bir gence de ben olmuştum ihtiyar. Ak sakalım, kırışık alnım, buruşuk elim yoktu benim. Yalnız kanayan gönlüm vardı. Kaybolan değerlere, yitip giden özümüze, kültürümüze hasretim vardı. Anlattım, anlayabileceğini umduğum dil ile. Gözlerim buğulanmış, sesim titremişti bir an. İşte susma zamanı geldi dedim kendi kendime. Bu sefer hal konuştu. Bir de iki damla gözyaşı, yanağımı yakan.

01.02.2001 Erzurum


Ana Sayfa l Editör'den l Künye l Kültür-Sanat l Netleşi l Adres Çubuğu l Oyun l Arşiv l E-Mail