Geçen gün, yüzüme esen rüzgarı arkama alıp, yürümeye başladım İstanbul'un dar sokaklarında. Adımlarım, beynimde dolaşanların hızına paralel olarak bir hızlanıyor bir yavaşlıyordu. Etrafımda dolaşan insanları bazen görüyor bazen göremiyorum. Sebepsiz sıkıntılarımızın olmayan sebeplerini bulmak için adımlarımı hızlandırıyorum. Bildiğim, bilmediğim tüm dar sokaklara giriyorum. Bir taraftan da, içimden, "Gel buraya hain sıkıntı, hayatımı mahvediyorsun, neymiş bakalım senin derdin?" diyerek iç geçiriyorum.

BİRAZ DA BENSİZ YAŞAYIN

Selda ERUZUN


...........

Zaman çok değişti artık. Yaşantılar ve yaşanmışlıklar. Ya da, bir türlü yaşanamamışlıklar...

Geçen gün, yüzüme esen rüzgarı arkama alıp, yürümeye başladım İstanbul'un dar sokaklarında. Adımlarım, beynimde dolaşanların hızına paralel olarak bir hızlanıyor bir yavaşlıyordu. Etrafımda dolaşan insanları bazen görüyor bazen göremiyorum. Sebepsiz sıkıntılarımızın olmayan sebeplerini bulmak için adımlarımı hızlandırıyorum. Bildiğim, bilmediğim tüm dar sokaklara giriyorum. Bir taraftan da, içimden, "Gel buraya hain sıkıntı, hayatımı mahvediyorsun, neymiş bakalım senin derdin?" diyerek iç geçiriyorum.

Tam o esnada, çıkmaz bir sokağın köşebaşında, sebepsiz sıkıntının suretini yakalıyorum. Onu yakalamakta hiç zorlanmıyorum. Bir kaldırımın köşesine sinmiş öylece oturuyor. Birden onun bu haline acıyorum, ama aslında hiç acımamalıyım. Bizi mahveden, yaşanılacak en güzel günlerimizi elimizden alan, mutlu olmamız gerektiği halde, kırışıklarla dolu, mor bir gözaltını bize hediye eden seni sebepsiz sıkıntı, seni hain sıkıntı, seni. Sakın kıpırdama!! Kal orda sindiğin yerde. Çünkü şimdi seni, boğmak sureti ile tamamen hayatımdan çıkartacağım, seni öldüreceğim!..

Birden ayağa kalkıyor, gözleri dolu dolu, bana bakıyor. O da sıkıntılıymış gibi iç geçiriyor ama, "Hayır!!!" diyorum. "Yumuşamayacağım, çünkü beni çok yordun sen..." diye devam ediyorum. Masumca bana bakıyor sıkıntı, gözlerinden süzülen yaşlar, sanki yüreğime akıyor. Tüm bu olanlara inanamıyorum, şaşıp kalıyorum bir an. Sıkıntı karşıma geçmiş ağlıyor. Ne yapacağımı bilmez bir halde, "Ne'n var kuzum senin ya? Neden ağlıyorsun?" diye soruyorum. Bir taraftan da, bir duygu sömürüsü mü bu karşılaştığım?, diye içimden olup biteni anlamaya çalışıyorum. Yüzünü bana doğru çevirmiş, gözlerimin taa içine bakıyor, sadece bakıyor... Sonra, gözleri ile beni dizlerimin üzerine çökertiyor. Gözlerinden gözlerimi alamıyorum ve sıkıntı anlatmaya başlıyor...

"Bakın bana, sizi aptal insan soyu" diye başlıyor konuşmaya. "Önceden, bizim de bir karizmamız, bir haysiyetimiz, gücümüz vardı. Biz istediğimiz zaman, olur olmadık yerden bir anda çıkar, insanların ruhlarına girerdik ve sonsuz bir acıyla üzerdik onları. Ve yine istediğimiz zaman da sırra kadem basar, yok olurduk ortalıktan. Peki ya şimdi, şimdi artık biz her yerdeyiz. Biz istesek de, istemesek de siz alıyorsunuz bizi içinize."

"Sizin hiçbirşeye karşı saygınız kalmamış, hemen tüketiveriyorsunuz herşeyi. Hiçbirşeye sahip çıkmıyorsunuz; sizin için hemen herşeyin anlamı bir anda kaybolabiliyor. Unutuyorsunuz tüm yaşanmışları; aşklarınızı, dostlarınızı, ailenizi, emeklerinizi, hayallerinizi, hedeflerinizi, düzeninizi ve sayamadığım bir çok sizi siz yapan değerlerinizi ve en önemlisi de varlığınızı. Bıktım artık siz insanlıktan, istemiyorum hiç birinizi, sıkıntının da bir tarzı vardır. Mahvettiniz ulan beni."

Derin bir ıh çekip devam ediyor:

"Tamam, hiçbir sıkıntı sebepsiz değildir. Ama gel gör ki; siz insanlık sureti, o kadar yalancı ve düzenbazsınız ki, kendinize bile itiraf edemediklerinizi, benim üstüme atar oldunuz. Her şeyin sorumlusu ben oldum bir anda, ilişkilerinizdeki başarısızlığı benden bilmeyin artık. Yokum artık ben, biraz da bensiz yaşayın. Bu kadar da güçsüz olunmaz ki, eğer öyleyseniz de ölün artık, daha iyi..."

Kulağımda, sıkıntının söylediği tüm bu sözler yankılanıyor, yankılanıyor ve son ilettiği "ölün artık daha iyi" sözü uzayıp gidiyor... Taa ki, ayak üstü uyuya kaldığım kanepeden, bir anda acı acı çalan telefonun sesiyle irkilerek kalkana kadar... Silkeleniyorum. Silkeleniyorum silkelenmesine ama öyle sakinim ki, bu rahatlığım bana "Allah Allah" dedirttiriyor, inanamıyorum. Telefon, üst üste deli gibi çalmaya devam ediyor ama açmıyorum. Kimin neden aradığını çok iyi biliyorum. "Haydi kalk artık, servis kapıda seni bekliyor" demek için çalıyor. Acele etmeliyim... Ama ben yine de çok sakin ve huzurluyum. Yavaşça içeriye, yatak odasına doğru süzülüp, üstüme giydiğim siyah bluzu çıkartıyorum ve uzunca süredir dolapların en alt köşelerine sıkışmış olan, en renkli olanlardan bir tanesi üzerime geçiriyorum. Artık işe gitmek için hazırım.

Arabada, işyerine doğru yaklaşırken yol kenarında gördüğüm, gözüme ilişen tüm insanlara bakıyorum. Pek çoğunun yaptıklarına bir anlam veremiyorum ama olsun yine de bakıyorum. O gün, hayatın değerini bilmeye, yaşamaya, olumlu olmaya çalışmaya karar veriyorum.

Ofisten içeri giriyorum. Kahvaltımı yapıp etrafıma tekrar tekrar bakıyorum. Ne garip, ofisteki insanların yaptıklarına da anlam veremiyorum ama olsun...

Daha önce ve dün düşündüğüm tüm hain ve sebepsiz sıkıntıları düşünmekten vazgeçiyorum.


Ana Sayfa l Editör'den l Künye l Kültür-Sanat l Netleşi l Adres Çubuğu l Oyun l Arşiv l E-Mail