Yıl:1 Sayı:5  OCAK 2001

Editörden
Künye
Kültür - Sanat

Röportaj

Adres Çubuğu
Arşiv

Anasayfa

 


ÖZÜR DİLİYORUM

Servet ÖZKÖK


"Yolunu yitirdiğini, şaşırdığını hissettiğin zaman ağaçları düşün, onların büyüme biçimini anımsa. Unutma ki, yaprağı gür ama kökü zayıf bir ağaç ilk güçlü rüzgarda devrilir. Oysa kökü güçlü ve az yapraklı ağaçta can suyu binbir güçlükle dolaşır. Kökler ve yapraklar aynı ölçüde gelişmelidir. Olayların içinde ve üzerinde olmalısın. Ancak böyle gölge ve sığınak sunabilir, ancak böyle doğru mevsimde çiçekler ve meyvelerle donanabilirsin.

Ve sonra, önünde pek çok yol açılıp sen hangisini seçeceğini bilemediğin zaman, herhangi birine öylece girme, otur ve bekle. Dünyaya geldiğin gün nasıl güvenli ve derin derin soluk aldıysan, öyle soluk al, hiçbir şeyin senin dikkatini dağıtmasına izin verme, bekle ve gene bekle. Dur, sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve Yüreğinin götürdüğü yere git." 


Susanna Tamaro


Çok hoş bir alıntı değil mi? Yine şu sıra popüler, gündemde olan başka bir kitap var: "Bir Çift Yürek".

Marlo Morgan adlı bir Amerikalı kadının Avusturalya'da Aborjin Kabilesi ile yaşadığı bir seyahat... İnsan beynindeki gizleri, insanlığın gelişmişlik ve ilkellik ölçütlerinin nasıl anlamsız olduğunu vurgulayan, en sonunda ruh ikizine ulaşabilen şanslı bir insanın görünüşte uzak bir memleketteki asıl içsel yolculuğunu anlatan ve "önce kendi yüreğine bak" diyen bir başka kitap...

Yürekteki sesin en zor ve en güzel ifade şekli olan şiire, "Herşey sende gizlidir" diyor ya bir şair de... Hüviyeti biraz daha eski olanlar, Leo Buscaglia'nın umut yüklü, seviyi paylaşmayı öğütleyen kitaplarını anımsayacaklardır. Şimdilerde sahafların gözden düşen kitaplarının arasında tozlu raflardaki yerini almıştır hüzün saklı kalmış duruşlarında...

Böylesi bir çok kitap okuyoruz, yazıyoruz, çiziyoruz umut dağıtmaya çalışıyoruz umudu yitirdikçe her yerde umut arayıp, biriktirmeye çalışıyoruz ya... Hep aklıma ne kadar umutsuz olduğumuz takılı kalıyor oysa... Kaybolmuş benliğimizle yığınlar oluşturmuşuz, sessiz... Her yaşadığımız haksızlığı hemen kabulleniveriyoruz. Ne "yarın planı"mız ne de "yarın umudu"muz olmadan günü tüketmeye çalışıyoruz aceleyle. Yaşanan bunca umutsuzlukların nedeni ne? Çığ gibi büyüyen kozmopolit kapitalleşmenin getirisi mi bu? İnsanlığın bitmez tükenmez hırsı mı? Ya da uzaktan binbir ışıltılarla süslü, içine girince dehşete düşeceğiniz karanlık dehlizlerinde kaybolacağınız büyük ve kalabalık kentsel yaşam mı? Yapayalnız insanların suçlusu kim?..

Hepsi ya da hiç biri...

Benim çok sevdiğim bir atasözümüz vardır: Önce iğneyi bir kendimize batıralım, bakalım o acıyla çuvaldızı başkasına batırabiliyor muyuz?

Adına yaşam dediğimiz bu tiyatronun acaba biz ne kadar başarılı bir oyuncusuyuz ki?.. Çığlıklarımızı sessiz haykırmaya öylesine alıştırılmışız ve öylesine kolayca alışmışız ki, konuşmayı unutmuşuz birbirimizle. Mutlulukları, hüzünleri, sevinçleri sadece tuşlara döküyor ya da romanlarda arıyoruz, yitirdiğimiz kahraman kimliklerimizi... Kentsel yaşamın şekilciliğine kendimizi öylesine kaptırmışız ki, insancıl duygularımızı yaşayacak ya da paylaşacak herşeye kapatmışız kapılarımızı... Yolda tesadüf ettiğimiz tanıdıklara soğuk bir tebessüm, ağzımızdan zorla çıkardığımız bir "günaydın" ya da "iyi akşamlar" ile kısıtlayıp geçiştiriyoruz komşuluğun, ahbaplığın o sıcak muhabbetlerini... Sinemaları, tiyatroları, konser salonlarını ya da barları doldururken komşu ziyaretlerimizi unutup kaybetmişiz içimizde özlemle sakladığımız o değerleri... "Komşu komşunun külüne muhtaç" demişiz oysa... "Ev alma komşu al" demişiz daha da önemini vurgulamak istercesine... Ne oldu bize böyle? Daha da kötüsü sırf komşularımızı yitirmekle kalmadık ki. Uzak, yakın akrabalarımızı, büyüklerimizi, sevdiklerimizi ihmal ettik, tükettik tüm güzellikleri birer birer; dünyamızı küçülttükçe "niye yalnızız?" diye kederlenmeye başladık bu sefer de... Geçmiş, yaşanmış, sıcak, dostça anılara özlemler besleyip, kaybedilenlere hüzünler yüklemeye devam edip durduk... Nerde eski komşuluklar, nerde o eski bayramlar deyip dövünüp duruyor, bir nostalji hikayesi tutturmuş gidiyoruz. Ama neden? Değişen ne? İnsan aynı insan...Yürek aynı yürek... Neleri eksilttik bir yerlerde?

Oysa paylaşıldıkça çoğalan yegane şeydir SEVGİ...

Hepimiz çok iyi biliriz, birbirimize söyleyip dururuz ya sürekli bıkmadan usanmadan... Herşey sende gizli, sevebildiğince insansın, hepimiz tek kanatlı meleğiz vs. vs. vs...

Biz insanoğlu herşeyi bile bile "lades" dedik, kaybettik, kaybediyoruz ve kaybetmeye de devam edeceğiz seviyi, umudu her gün biraz daha... Ben kendi adıma hala kazanan birini göremedim, siz gördünüz mü? Ben yüreğimin git dediği yere gittiğim ama sessizlik perdesinin önünde kalakaldığım için yüreğimin ikizi ile bir çift yürek olamadım. İtiraf ediyorum dünya, suçluyum.

Sevgili Dünya... Ağlama, üzülme benim için. Ben herşeyi hakedenim. Senden özür dilesem beni affeder misin bilmiyorum ama ben kendimi affedemiyorum ki. Çünkü ben kendimle birlikte seni de tükettim...

 

 
Adına yaşam dediğimiz bu tiyatronun acaba biz ne kadar başarılı bir oyuncusuyuz ki?.. Çığlıklarımızı sessiz haykırmaya öylesine alıştırılmışız ve öylesine kolayca alışmışız ki, konuşmayı unutmuşuz birbirimizle. Mutlulukları, hüzünleri, sevinçleri sadece tuşlara döküyor ya da romanlarda arıyoruz, yitirdiğimiz kahraman kimliklerimizi... Kentsel yaşamın şekilciliğine kendimizi öylesine kaptırmışız ki, insancıl duygularımızı yaşayacak ya da paylaşacak herşeye kapatmışız kapılarımızı...

  

Anasayfa l Editörden l Künye l Kültür - Sanat l Röportaj l Adres ÇubuğuArşiv l E-Mail