Hayat, hep mantık ve akıl üzerine mi temellenir? İnsanın tüm yapıp
etmelerinin 'akıl' paydasında seyrettiğini kim iddia edebilir? Kim
söyleyebilir, günahla boyanmadığını, hatalarla yıkanmadığını... Kim bu
yalanı doğru diye yutturabilir? Aslında biz, hep bunun edebiyatını yaparız. Akıllı ol, deriz. Mantıklı ol, deriz. 'Aklı selim'den dem vururuz.
'Sağduyu'ya davet ederiz birilerini.
Bunun tavsiye boyutundan eylemsel boyuta geçtiği anda işin pek öyle konuşulduğu gibi olmadığı görülür. Mantıklı olmaya çalışırken mantıksızlık çemberinde kalbimiz daralır. Olduğu gibi götürmeyiz gitmesi gereken yerlere gitmesi gerekenleri. Ama genelde görmezlikten gelinir; es geçilir. Biraz daha vicdanî bir hassasiyetin gölgesi altında ezilenler, mutlaka bunu gerekçelendirme mecburiyetinde hissederler kendilerini. Bunun en cazibeli gerekçesi, 'benim dışımda oldu'dur veya
'aslında ben böyle olmasını istemiyordum. Ama oldu işte bir
kere'dir. Zincir halkalarının aslında biri olmasına rağmen 'öteki'ne yamanır mantıklı bir zemini zorlayan mantıksız giden taraflar. Hatasız ve günahsız bir dünya ütopyasını savunanların, kendilerini hataların ve günahların yoğurduğu çelişkiler dünyasında pişmiş kelle gibi yüzleri kızarmış bir halde görmek kadar zevkli ne olabilir ki! Günahların ve hataların izolesi için çoğu zaman
'sulta'lar kullanılır. Örneğin çocuğun yaptığı bir hatanın adamcasını icra eden bir babanın sığınağı, 'babalar
yapar' hikâyesidir. Baba, zaten hiçbir zaman çocuk olmamıştır; anasının karnından o boyu, endamı ve kilosuyla; hatta gelişmiş zihinsel yapısıyla getirilmiştir dünya yüzüne, kimbilir belki de leyleklerin
kanatları arasında. Çocuğunun hatalarını ve günahlarını yargılarken
hayatının ibtida günlerine dönmeyi denemez baba. Çünkü şu an bulunduğu
konum, tavsiye makamıdır. Yüzsüzlük ve içindeki o sesi kısma pahasına
aykırılıklara ve özgürlüklere özlemle kanat açmayı rölantiye alarak kendini sınırlar. Durduğu o yalancı konumla çocuğa üstten; olmadı, tepeden bakar kuşbakışı. Yapılan hataya mutlaka bir ceza vermelidir. Niçin ceza verilmelidir, sorusunun cevabı aslında görünürde masumdur:
Terbiye etmek için. Bir an zihninin şuuraltındaki kırdığı cevizlerin dünyasına yöneldiğinde bir iç çekişmenin içinde bulur kendini. İçindeki sese cevap verir yüzüne karşı ama sessizce. Hatırlasana hani sen, yedi yaşındaydın da bir gün şunu yapmıştın; veya şunu, veya şunları... İçeriye doğru kızgın bir bakış atan şahsiyet, sus ulan sırası mı şimdi, diye haykırır. Sırrı açığa vurmanın bedeli ağırdır; sulta satılır hemi de açık artırma ile ötekilere. Cıscıbıldak kalır gidince sulta. İçeriye doğru öfke narıyla derisinin altı kavrulan şahsın yüzüne her nedense ateşlerin görüntü boyutu nur yansır. Babacan takılmak zamanıdır; nasihat vermek mecburiyetindedir. Evladım, uslu
abiler, şunu yapmamalıdır; hanım hanımcık bayanlar, bu yaptığını hiç yapmazlar. Çocuğu ile babasını arasındaki ilişkiyi inceleyen öbür taraftaki
anne, babanın kızına yaptığı nasihatleri dinlerken maziyi yoklama
mecburiyeti susmaya icbar eder kendisini.
Yaşlı öğretmen, öğrencilerine ders sunamamasının acısını not defterine kaydettiği notlarla çıkarmanın yolunu arıyor
ise, hayatı boyunca çalışmanın ne olduğunu bilmeyen bir
baba, çocuğunu masanın başına mıhlamak için yalanlarla ve düzmelerle süslenmiş bir mazi örneklendirmesiyle ona tavsiyelerde bulunuyor
ise, gençliğinde erkekleri peşinden koşturmayı bir ayrıcalık olarak telakki eden bir anne, kızına akıllı olmasını ve erkeklere karşı hassasiyet göstermesini salık veriyor ise, günde bir paket sigaranın hayatını sona erdiren ve çocuklarının aklı başına gelinceye kadar pasif içici rolüne layık gören bir
baba, sigara
içen oğluna onun zararlarını ballandıra ballandıra anlatıyor, hatta içmemesi için harçlıklarına kota koyuyor, yerli yersiz cezalar veriyor ve hayatını çekilmez bir duruma sokuyor ise, bütün bunlar ve ötekiler nasıl açıklanmalıydı?
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama bu neye yarayacak ki! Hatalar, günahlar, kırılan cevizler, yolunda gitmeyenler, bana yönelince 'normal', ötekine yönelince tukaka olacaktı? Benim yaptığım -her neye göre ise- 'kötü' tanımlamasının altına giren şeyler, ben yapınca 'mubahlaşıyor', 'meşrulaşıyor'; öteki yapınca 'gayr-ı meşru', 'günah', 'utanç' ve 'hata' nitelemesine mi tabi oluyordu? Hataların kaderi, ötekine yamanmak mıydı? Suçlu kimdi? Kimdi olanların faili meçhulü veya malumu? Kimse hatasını anlamayacak! Herkes, hata yapmadığını deklare edecek. Çamursuz bir dünyanın karnavalları okunacak. Herkes, mazisinin kirliliklerini ve pisliklerini sahte, yapma, yapmacık, örülmüş, örtülmüş, gizlenmiş, sislenmiş, dumanlanmış ve görünmez hale gelmiş, boyanmış, cilalanmış müstakbelleriyle örtmenin çabası içerisine girecek. Kimse itiraf edemeyecek? Kimse haykıramayacak? Kimse söyleyemeyecek? Çünkü konuşunca sarsılacak dünyaları, kurulmuş ve oturmuş hayatlarının direkleri sallanacak!
İçindeki çelişkileri, dışarı çıkarmamak bir başarı mıdır? Ağzından
çıkanların mahkumu olmak, çelişkileri başkalarına izah etmek o kadar kolay mıdır? Onların mahkumu olmak? Onların ezici bakışları altında ezilmek? Kim girer bu riske? Hangi yürek? Hangi vicdan? Hangi sadır? Var mı böyle bir babayiğit?..
Öyleyse mantıkîlik, koskoca bir yalandan başka ne ki, benim yapıp
etmelerimi nitelemedikten sonra?
Hayat, hep mantık ve akıl üzerine mi temellenir? İnsanın tüm yapıp
etmelerinin 'akıl' paydasında seyrettiğini kim iddia edebilir? Kim
söyleyebilir, günahla boyanmadığını, hatalarla yıkanmadığını... Kim bu
yalanı doğru diye yutturabilir?